Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

MUHİBBİ(KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN) - HALK İÇİNDE MUTEBER BİR NESNE YOK

GAZEL
1. Halk içinde mu'teber bir nesne yok devlet gibi,
    Olmaya devlet, cihanda bir nefes sıhhat gibi.

2. Saltanat didükleri ancak cihan gavgasıdur,
    Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi

3. Ko bu ayş ü işreti çünkim fenâdur akıbet,
   Yar-ı baki ister isen olmaya taat gibi.

4. Olsa kumlar sayısınca ömrüne hadd ü aded,
    Gelmeye bu şişe-i cerh içre bir saat gibi.


5. Ger huzur etmek dilersen ey Muhibbî fariğ ol!
    Olmaya vahdet cihanda kûşe-i uzlet gibi.

   (Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün)

Muhibbi
(Kanuni Sultan Süleyman)

 

 Günümüz Türkçesi

1. Halk içinde devlet gibi muteber, değer verilen bir nesne yoktur. Ama aslında bu dünyada bir nefes sıhhat gibi bir saadet yoktur.

Devlet kelimesi saadet, baht anlamlarında da kul­lanılır.

2. Saltanat dedikleri ancak dünyaya sahip olmak için verilen bir mücadeledir. Vahdet gibi bu dünyada saa­det var mıdır?

Vahdet, birlik demektir. Kişinin aklının fikrinin dağınık olmaması anlamına gelebileceği gibi, devletin birliğinin, dirliğinin de kastedilmiş olabileceğini söyleye­biliriz. Ayrıca vahdet, dinî bir terim olarak Allah’ın birli­ğini gerekleriyle birlikte kabul etmeyi, tasavvuf kültürün­de da Allah’a yakın olmayı ifade eder. Beyit bütün bu an­lamlar düşünülerek yorumlanabilir.

3. Bu eğlenceyi, zevk u safayı bırak. Çünkü işin sonu fenadır, bütün her şeyin yok olmasıdır. Sürekliliği olan ve seni mutlu eden ibadet gibi bir sevgili bulunmaz.

4. Ömrün kumların sayısı kadar uzun olsa da kum saatini andıran feleğe göre bu süre bir saat gibi gelir.

5. Ey Muhibbî! Eğer huzurlu ve mutlu olmak isti­yorsan bütün bunlardan uzak dur. Çünkü bu dünyada in­sanlardan ayrı, onlardan uzak bir köşede yaşamak gibi vahdet (insanın gönlünün fikrinin bir olması, huzur) bu­lunmaz.

Prof.Dr. M.A. Y. SARAÇ DİVAN EDEBİYATI ŞİİRİNDEN SEÇMELER


KANUNİ (MUHİBBİ-GAZEL)-2


Kanunî adıyla bilinen bir hükümdarımız var bizim, ki ona İkinci Süleyman diyorlar. Osmanlı Devleti’nde ilk defa kanunlar yapıp devlet idaresini kanunlar çerçevesinde yürüttüğü, detaylı kanunlar yaptığı için biz ona Kanunî diyoruz. Avrupa kaynaklarında Muhteşem Süleyman olarak tanınıyor.


Eskiden Osmanlı hükümdarlarının pek çoğu bir sanat dalıyla ilgilenirdi. 33 sultandan 27 tanesi şairdi. Şiir, bir sanat dalıydı ama şairin geçimini sağlamak için yeterli değildi. Onun için şair olmak artı bir değerdi, ama tek başına yeterli değildi. Bunun yanında Osmanlı şehzadeleri mutlaka bir sanat dalını meslek edinirlerdi. Onları yetiştirenler, onlara bir sanat dalında eğitim verirlerdi. Kimisi kamçı yapardı, kimisi mücevher işlerdi, kimisi dikiş diker, hatta iğne oyası yapardı. Bunları eğer bir gün saltanatın nimetlerinden uzak kalırlarsa; saltanat ailesinden olmanın şerefini yere düşürmesinler, başkasına el açmasınlar, kendi el emekleriyle geçinebilsinler diye yaparlardı. Saltanat, bu demekti zaten. Her ne kadar ihtişam, görkemli bir hayat, zengin bir yaşama biçimi gibi algılansa da; saltanat nesilden nesle aktarılırken sultanların birbirlerine miras bıraktıkları, birbirlerinden kalıtım yoluyla aldıkları özellikler onların sanatçı kişiliklerinde belirginleşmişti.


Kanunî Sultan Süleyman, şiirlerini yazarken Muhibbi mahlasını kullanıyor. Kanunî, sanatçıları himaye etmek bakımından Osmanlı hükümdarları içerisinde adı en önde olan hükümdardır. O derece ki onun çağında devlet sadece ekonomik, siyasî ve politik yönde değil; sosyal hayat, medeniyet, sanatların gelişmesi ve benzeri alanlarda olduğu gibi sanatçıları himaye alanında da en ihtişamlı dönemini yaşıyordu. Kanunî, bu dönemde kendisi şiirin kıymetini bildiğinden olsa gerek şairleri etrafında toplar, onları himaye eder, onlara güven verirdi.


Kanunî 1521 yılında tahta geçmiş, 1566 yılına kadar, tam 46 yıl hükümdarlık yapmıştı. Bizim tarihimizde Sultan Süleyman olmak yahut da Sultan Süleyman adının bir deyim gibi anılmasının sebeplerinin altında bu 46 yıllık ihtişamlı saltanat devri yatar.


Kemal geldiyse, zeval yakındır. Kemalin başladığı nokta zevalin de başlangıç noktasıdır. Hayatın iniş ve çıkışları bir fıskiye gibidir. Bir fıskiyenin tepesinde belirli bir oranda daima bir su görülür. Yani bu fıskiyenin yüksekliği işte o kadar dersiniz. Ama su, hiçbir zaman o yükseklikte durmaz, duramaz. Yüksekte görünen, bir başka sudur. Bir çıkış vardır, bir yükseliş vardır. Yükselen damla yüksekte beklemez, hemen geri iner. Onun için Osmanlı Devleti’nin duraklama devri diye bir şeyi ben pek kabullenemiyorum. Bence duraklama diye bir şey yoktur. Olgunlaşır, kemale erer ve rehavet başladığı anda çöküş de başlar. Ondan sonra ne kadar zamanda çökeceği önemlidir. O da yükselişinizin ne kadar süre aldığına bağlı. Siz bütün devlet kurumlarını, ne kadar zamanda içini doldura doldura, olgunlaştıra olgunlaştıra yükseltiyseniz çöküşü de o derece yavaş yahut da hızla yükseldiyseniz çöküşü de o derece hızlı olacaktır.


Sanatçıların etkisi de böyledir. İyi sanatkâr, ölümünden sonra ne kadar uzun yaşıyorsa, sanatına o kadar değer vermiş demektir. Orta halli sanat yaparsanız tarih intikamını alır, hiç bırakmaz. Sız bir şeye ne kadar değer vererek yaparsanız, insanlar da ondan o kadar istifade eder. Ucuz bir şey yaparsanız, insanların size bakmaları da ucuz olur. Sizi bir kenara itiverirler.


İşte o 46 yıllık zaman içeresinde, Kanunî devrinde şiir, tavan yapmıştır. Sadece İstanbul’da değil, ülkenin her yerinde şairler el üstünde tutulur hale gelmiştir.
Bakî, Kanunî öldüğü zaman ardından mersiye yazıyor. Kanunînin övgüsünü hak etmesi için yeterli olacak bir beyit var.

Hurşîde baksa gözleri halkın dola gelir
Zira görünce hâtıra, ol mehlika gelir


insanların güneşe bakınca gözleri dolar, yaş olur. Zira insanlar güneşi gördükleri zaman, güneş gibi olan o hükümdarı hatırlıyorlar ve onun ölümüne üzüldükleri için gözleri dolageliyor. İnsanlar güneşe bakınca gözleri yaşarmaz. Güneşe bakınca gözlerinin yaşarmasının sebebi, güneş gibi olan o hükümdarı hatırlayıp, onun hasretine ağlamalarından dolayıdır.


1566 yılında İstanbul’da Kanunînin cenazesinde o güne kadar görülmemiş bir kalabalık toplanmıştı. 1595 yılında Bakî öldüğünde ise Kanunînin cenazesinden daha fazla bir kalabalık toplanmıştı. İnsanlar sözün sultanına, mülkün sultanından daha fazla değer vermişti ve Bakî'nin tabutu Edirnekapı’daki mezarına kadar elden ele gitmişti.
Kanunînin cenaze namazı da Süleymaniye’de kılındı ve oradan türbesine defnedildi. Eğer Kanunî öldüğü gün bu şiiri duymuş olsaydı yahut da öte dünyadan işitmiş olsaydı, Lutfî Tarihi’nin kaydettiği “Ömrümün üç yerinden çok haz etmişimdir. Bunlardan biri de, Bakî gibi bir şairi bulup, çıkarıp iltifat etmekliğimdir” sözünü şöyle söylerdi: “Ömrümün dört yerinden çok haz etmişimdir.”


İşte bu sultan, Muhibbi mahlasıyla şiirler yazıyor ve şiiri yazmaktan öte şairleri koruyor. Yüz yıl kadar sonra Nefi'nin bir kasidesinde şöyle beyitler vardır.

İltifat et sühan erbabına kim anlardır
Medh-i şâhân-ı cihân-bâna veren unvanı
Ey hükümdar, söz erbabına, yani şairlere iltifat et. Çünkü sultanlara şan ve şöhreti verenler onlardır.
Onlar hakkındaki şiirlerde o sultanların adı anılır. Dolayısıyla şairler o hükümdarları anarlar. Tariflerini şiirle yazarlar. Bizde padişahların tarifleri şiirle yazılır. Yani şairler onların hikâyelerini şiirle anlatırlar. Şehname bu konuda ünlü bir örnektir. Bazı şairler de tarih kitaplarını şiirle yazardı.

Kim bilirdi şuarâ olmasa ger sâbıkda
Dehre devletle gelip yine giden sultânı
Eğer şairler olmasaydı, onların tarihlerini, daha önceki yıllarda, bu devletle gelip giden hükümdarları kim bilebilirdi, kim tanırdı ki...

Haşre dek âb-ı hayât-ı sühân-ı Bâki’dir
Andırıp zinde kılan nâm-ı Süleyman Hân ı
Kıyamete dek Bakî’nin dudağından ölümsüzlük kisvesine bürünerek çıkan abıhayattır ki, yani Bakî’nin şiiridir ki, Süleyman Han adını kıyamete kadar yaşatacak olan, Bakî’nin şiiridir. Allah göstermesin, Süleymaniye’ye bir şey olsa, bütün tarih kitaplarımız yansa, Bâki’nin sadece mersiyesi yanımızda olsa, Kanuni’nin nasıl bir sultan olduğunu işte o mersiyeden bile tanıyabiliriz.

GAZEL
Halk içinde mu'teber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi

Saltanat dedikleri ancak cihan gavgâsıdır
Olmaya baht u saadet dünyede vahdet gibi

Ko bu ayş u işreti çünkim fenâdur akıbet
Yâr-ı bakî ister isen olmaya tâat gibi

Olsa kumlar sagışınca ömrüne hadd ü aded
Gelmeye bu şîşe-i çarh içre bir saat gibi

Ger huzur etmek dilersen ey Muhibbi fariğ ol
Olmaya vahdet cihanda kûşe-i uzlet gibi
              Muhibbi (Kanunî Sultan Süleyman)

 

Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi

Devlet iki anlama geliyor; birincisi yönetim biçimi, yönetim bilimi yani politik ve siyasî meselelerde insanları yönetme, yönlendirme. İkinci anlamı, ikbal, iyi talih.
Kanunî diyor ki: Şu dünya insanlarını gördüm, hepsini tanıyorum, ciğerlerini okuyorum, ruhlarını biliyorum. Bunların içlerinden bir tanesi bile devlet işi kötü bir şeydir diyemez. Hepsi ah, şu devleti bir ele geçirsek der. İktidarı seçimle alan bile devleti ele geçirdi olur. Çünkü devlet, yani o nimetlerin hepsi, suyun başı, bütün kararlar iki dudağının arasındadır. Dünyada hiçbir insan yok ki, devlete düşkün olmasın.


Devletin kademesinde olmak gibi itibar gören, ön planda olan bir devlet yok ama ben size işin hakikatini söyleyeyim. Dünyada ağız tadı var ya, bir nefes sıhhat. İşte o sadece bir nefeslik ağız tadı dünyada en büyük devlettir.


Hastaları ziyaret ettiğimiz zaman ne büyük bir devlet içinde bulunduğumuzu fark ederiz. Kimsesizlerin bulunduğu yerlere gidince o zaman nefes alabilmenin, içtiğiniz suyun tadına varabilmenin, arkadaşlarınızla şakalaşıp gülebilmenin, evinizin olabilmesinin ne büyük bir devlet olduğunu göreceksiniz. Asıl devlet insanın sahip olduklarıdır ama bu gözümüze hiç görünmez.


Onun için Şirazlı Sadi, Gülistan adlı kitabına şöyle başlar:
Her nefes için insana iki şükür vaciptir. Alabildiğimiz ve verebildiğimiz her nefes için...
Bunu 16. yüzyılın en büyük Türk devletinin en büyük hükümdarı söylüyorsa, bilerek ve hakikatine vardığı için tecrübeyle söylüyordur.


Bunları efkârlı bir döneminde yazdığı anlaşılıyor. Devlet kelimesinin başka anlamları da var: İyi talih ve yönetim biçimi, ama devlet aslında hükmetme şekli, insanları idare etme biçimi demektir. Bunun için siyasetnameler yazılmış ve bu eserlerde devlet sahiplerine, sanatçılara, askerlere nasıl davranması gerektiği, hâzineyi dolu tutmanın önemi anlatılmıştır. Bizdeki siyasetnameler haddinden fazladır. İbn Haldun’un Mukaddime'sinden bu güne kadar pek çok kitap yazılmıştır. Siyasetname, tam bir nizam ve ölçü bilimini verir. Sadece halkı yönetenlere değil, halkın birbiri arasındaki yönetim biçimine de ışık tutar.

Saltanat dedikleri ancak cihan gavgâsıdır
Olmaya baht u saadet dünyede vahdet gibi
Osmanlı Devleti’nden önce saltanat kelimesi ilk defa Gazneli Mahmud için kullanılmıştır. Türk devletleri içerisinde isimlerin sonunda hakan, kağan, bey, gazi gibi unvanlar getirilirdi. Bizim ilk hükümdarlarımız Osman Gazi, Orhan Bey gibi isimlerle anılır. Sultan ifadesi ilk defa II. Murad, sonra da Yıldırım için kullanılmıştır. Saltanat idarenin ve yönetimin bir tek kişide toplanması demektir.


Yıldırım ile II. Murad’ın saltanatları beylerle iş yapmakta idi. Yani yönetimdeki sorumlulukları da, yetkileri de paylaşarak iş yapılmaktaydı. Bu bakımdan Osmanlı tarihçileri ilk sultanın, gerçekten sultan olarak Fatih olduğunu ileri sürerler. Çünkü onun iki dudağının arasından çıkacak söz artık tartışılmıyordu. Saltanat, tam manasıyla Fatih’te kemale ermiş. Her şeyiyle yönetimi tek başına o temsil etmekteydi. Saltanat Osmanlı’da Fatih ile başlamıştır.


Peki, saltanat sürenler, gerçekten bizim bugün sürmek dediğimiz kelimeyi hak edecek şekilde mi yaşıyorlardı? Saltanat sürmek bizim burada biraz daha uçurduğumuz bir israf hayatı değildi. Sultanlar, kendi gelirleriyle geçinirlerdi. Sultan oldukları için, yani saltanata sahip oldukları için, devletten herhangi bir para, bir ücret, bir maaş almazlardı. Beytülmal denen devlet hâzinesi, sultanın has hâzinesi ayrı idi. Savaşlarda ganimeti olurdu, fethedilen yerlerden arazisi olurdu, bir de o arazilerde ekip biçilen, icar, tımar vb. gelirleri olurdu. Mesela Süleymaniye Külliyesi devlet parasıyla yapılmamıştır. Kanunînin kendi has hâzinesinden harcanarak yapılmıştır. Vakıf işleri, onlardan geriye kalanların hepsi böyleydi.


Çok daha ilginç bir şey, Topkapı Sarayı’nın iç ve dış bahçesindeki arazi boş tutulmaz, oralara çiçek ekilirdi. İstanbul’da çiçek ticaretinin, bugünkü çiçekçiler odasının başkanı hükümdarın bizzat kendisidir. Sarayın bahçesinde yahut da çevre bahçelerde yetiştirilen çiçekler deste deste pazara gider. Bu şekilde sultanın bir de çiçek geliri olurdu. Sultan çiçek parasını hiçbir zaman yemezdi. Çiçekçilikten para kazanırdı ve kazandığını aşevlerinde, ramazanda fakirlere dağıtırdı.


Ey efendi, saltanata bu kadar düşüyorsun. Sana bir başka hakikati söyleyeyim. Saltanata imrenme. Saltanat dedikleri cihan kavgasıdır. Hep burada kalacak kavgalardır. Didişmeler, hep kuru gürültüler vs.


Dünyada vahdet gibi kendi kabuğuna çekilmek, kendi başının efendisi olmak, kendine göre bir bey olarak yaşamak gibi bir baht; yani devlet, bir saadet, bir mutluluk yoktur.
Köşenize çekilmişsiniz. Bir kaf harfi gibi kurulmuşsunuz köşeye... Böyle boynunuzu bükmüşsünüz, yere çömelmişsiniz, kanaat ediyorsunuz. O kanaatin arkasından dünyanın alâyişinden de, kavgasından da uzaksınız, aman boş ver, uzak olsun diyorsunuz. Ve kendi başınıza bildiğinizi yapıyorsunuz. Bildiğiniz gibi yaşıyorsunuz. Bu, kalenderane hayattır işte... Dünyayı umursamadan iyisiyle de, kötüsüyle de elinin tersiyle itmiş olarak; ben hayatımı kendime göre düzenleyeceğim, diyebilmektir. Bugünkü şartlarda bunu yapmak çok da kolay bir şey değildir.


30 Ekim 1922 yılında saltanat kaldırıldı. Kaldırılana kadar Osmanlı Devleti’nde saltanat daima şöyle bir sistem içerisinde elden ele geçti: Layık olan saltanatı avucunun içine alır. Fatih, sırf bunun için bir kanunname yaptı. Dedi ki: Saltanat bir kişinin olsun, devlet hiç durmadan bölünmesin. Türk töresi devleti bölmekti. Siz kağansanız, öldüğünüz zaman dört oğlunuz varsa, ülkenizi dörde bölüyorlardı.


Osmanlı Devleti’nde ilk sancağımız beyazdı. Bu beyaz olan sancağı derler ki; Selçuklu sultanı, Osman Bey’e göndermişti.


Bir davul, bir beyaz sancak, bir de hutbe. Kendi adına hutbe okuma hakkı. Bu üçünü göndermişti. Onun için devletin alemi beyaz sancak oldu. Sonraki yıllarda bu beyaz sancağın arkasına üç tane sancak daha ilave edildi. Fatih döneminde sancakların sayısı altıya çıktı. Üçü kırmızı, birisi yeşil, biri gök mavisi ve bir de beyaz. Ve ilk defa Kanunî döneminde altı sancak birden ordunun önüne düşüp savaşa gitti. Bu çok muhteşem bir şey... Yani devletin bütün gücü; hani iki tuğlu, üç tuğlu, bugün hâlâ tuğamiral, tuğgeneral diyoruz ya, işte o tuğlar sancakların belirtisidir. Mesela tuğgeneral, bir sancakla savaşa giden ordu komutanının karşılığıdır. İki sancakla gittiğinizde ordu iki kat büyütülür. Onun için tuğgeneral tümgeneral olur. Dört sancakla gidene orgeneral diyoruz. O dönemde sancaklara göre ordu büyütülürdü. Saltanat sancağı daima Topkapı Sarayı’ndaydı.

Bir beyit:
Padişahların O’dur, padişah-ı lem-yezeli
Saltanat sürmededir, kendiliğinden ezelî
Padişahların içerisinde hiç zeval bulmayan bir tek padişah vardır. Kendiliğinden saltanat sürmededir. Saltanatının ne başlangıcı vardır ne de sonu olacaktır. Gerçek sultanın kim olduğunu hatırlatan bir beyit bu.

Ko bu ayş u işreti çünkim fenâdur akıbet
Yâr-ı bakî ister isen olmaya tâat gibi
Bırak bu eğlenceyi, çünkü akıbet fenadır... Fenanın iki anlamı vardır. Akıbet kötüdür, hesabını verirsin. Akıbet fenadır, seni sorguya çektiklerinde işin perişandır. Bu gerçek görünen manadır

.
Fena, aynı zamanda fanilik demek, yok olmak demektir. Ayş u işret fena bulduğunda, yok olduğunda; yok olan bedendir, fani olan varlıktır ama ruh değildir. Onun için ayş u işreti, sen beden için besler, büyütür, yaparsın ama tesiri ruha işler... Mademki bu bedenin, varlığın sonu yok olmaktır, o zaman bu ayş u işreti bırak.


Ayş u işrette kendini içkiye vurup unutmak istediğin bütün ayrılık düşüncelerinden, ruhunu saran karamsarlıklardan, bütün o cendere içerisindeki yaşantından kurtulmanın bir tek çaresi var. Kendine ölümsüz bir sevgili edin... Dön taate bak

.
Bunu söyleyen, her şey avucunun içinde olan bir hükümdar... Böyle bir adam sonunda dönüp gelip ayş u işreti bırak, taat gibi bir kalıcı bir dost hiçbir zaman elde edemeyeceksin, diyor. Şimdi burada ayş ve işret; eşyaya ve maddeye yöneliktir. Bunların çok sık tekrarlanmasıysa, insan ruhunu zedeler. İnsanın gönlünde leke bırakır. Gönlü buğulandırır, gönül aynasını paslandırır. Her ne kadar gönlümüzü cilalayalım diye içilirse de, bir müddet sonra o cila, cila olmaktan çıkar. Gönül cilası olmaz. Gönül aynasını paslandıran bir hale dönüşür. Madde için manayı feda etmek de akıl kârı değildir. Büyütsek büyütsek bu bedeni ne kadar büyütebiliriz? Yesek yesek ne kadar yiyebiliriz, harcasak harcasak ne kadar harcayabiliriz? Bütün bunları düşündüğünüz zaman padişaha hak veriyorsunuz. Diyorsunuz ki, bu sultan hepsinden yedi, hepsinden harcadı, hepsinin en âlâsı elinin altında idi ve en sonunda, döndü, dolaştı, geldi: “Yâr-ı bâkî ister isen olmaya tâat gibi” dedi.


Olsa kumlar sagışınca ömrüne hadd ü aded
Gelmeye bu şîşe-i çarh içre bir saat gibi
Ömrünün gün hesabı, yıl hesabı, denizdeki kumlar sayısınca olsa, yaşa yaşayabildiğin kadar denilse bu çark denen, bu gök kubbe denen şişenin, cam rengindeki bu fanusun altında, ömrünün sınırı en sonunda bir saat kadar kalacak...


Ne büyük bir tezat, ne muhteşem bir ifade... Bakın, ömrüne kumlar kadar hesap çiziyor. Denizdeki bütün kumları topla, her bir yılına bir kum tanesi at, sonsuzluğa göre denizdeki kumların adedi belirli olduktan sonra bir kıymeti var mı?


Batlamyus sistemine göre dünya bir tepsi olarak kabul edilirdi ve o tepsinin üzerinde yedi kat gök vardı. Bu yedi gök katmanın içerisinde, her biri birbirinin etrafında dönerdi. Bunun tamamına felek denirdi. Dönmesinden dolayı da buna çark denirdi. Çark da zaten hiç durmadan döner. Fakat bu o kadar hızlı döner ki, hiç durmadan dönerken ucu kıvrılır.


Her kat gökte bir gezegen vardır. Her bir gezegenin ay feleği, güneş feleği gibi bir çarkı mevcuttur. Bunlar birbirini kuşatmış oldukları için felek dönerken bizim kaderlerimiz de işlemeye başlar. Kaderlerimiz öyle işler ki, iyi işlemediği zaman dönek felek deriz.


Nuh Peygamber bir gün ashabıyla sohbet ederken, demiş ki: “Ey ashabım, ahir zamanda çocuklarımızın ömrü çok kısa olacak.” Bir tanesi demiş ki: “Ey Allah’ın elçisi, ne kadar kısa olacak?” Nuh Peygamber de: “Söyledim işte, çok kısa olacak.” Adam: “Söyle, ne kadar kısa olacak.” Nuh Peygamber: “Yetmiş, seksen yıl kadar falan olacak” demiş. Başka biri de “Onlar yeryüzünde ev falan da yapacaklar mı?” demiş...


Kumların her bir tanesini bir ömür olarak hesap etseniz bile, her birinin sonu geliyor. Asıl vatan neresi o zaman? Gideceğimiz yer, geldiğimiz yer...
Kum, sayı, hat, adet, şişe, çarh, saat kelimelerinin hepsi kum saatini hatırlatıyor. Bir tane gök kubbe, bir felek üstte, bir felek altta. Üsttekinde kumlar sayısınca ömrünüz var. Kum saatinin içindeki kumlar inceltilmiş kumlardır ve o akmaya devam ediyor. Siz buraya gelene kadar kaç tanesi aktı. Buna edebiyatta mazmun derler. Belirli kelimeleri söyleyip, adını söylemediğiniz şeyi ortaya çıkarmak. Beyit, kum saatini hatırlatıyor.

Ger huzur etmek dilersen ey Muhibbi fariğ ol
Olmaya vahdet cihanda kûşe-i uzlet gibi
Ey sevgiyle alakalı olan sultan! Eğer hoşça vakit geçirmek dilersen kurtul, terk et! Senin huzurunu kaçıran her şeyden kurtul. Nedir huzurumuzu kaçıran? Falanca yerde şuyum olsun, falanca yerde buyum olsun, imtihanlarım bitmedi, taksitler yatırılacak... Huzurumuzu kaçıran neyse, onu terk et!


Kendi köşesine çekilip vahdet, birlik, bir olma düşüncesinin peşinde olmaktan daha güzelini hiç tanımadım. Bu kadar mal mülk dağıttım, bu kadar savaşlar gördüm, ama sonunda şunu gördüm: Cihanda vahdet denilen uzlet köşesi, kendimle baş başa kalıp içime yöneldiğim kadar bir huzur görmedim.
İçimize doğru yönelmedikçe huzur bulamayız. Değil mi ki, içimizi terk edip, dışarı doğru yolculuklar yapıyoruz.

Birlik demek olan vahdet üç çeşittir:
1. Vahdet-i Küsut: Allah’tan başka amaç ve hedef yoktur, sözü ile sembolize edilir. Kulun maksadıyla, Allah’ın maksadının birleşmesi, aynı olması demektir. Kul, maksadını Allah’ın ondan istediği şekilde yaşarsa o zaman amaçta birlik olmuş olur.
2. Vahdet-i Şühud: Allah’tan başkası görülmeye layık değildir. Baktığın her şeyde Allah’ı görmek. Göz odur ki, Hakk’ı göre... Her şeyi Allah’ın tecellisi olarak gördüğü için kendi tecellisinde de Allah’ı görür.
3. Vahdet-i Vücud: Varlıkta birlik, bilinçte birlik demektir. Mevcut yoktur, ancak Allah vardır. Vahdetin bu derecesindeki insanlar isteyerek bu mertebeye gelemezler.
Ey Muhibbî, eğer huzura ermek istersen kendine şu telkinde bulun. Ey insan, dünyada huzura ermek istersen, vahdet köşesi gibi bir mekân daha bulamayacaksın, bundan ötesi laf u güzaftır.

ORTAÖĞRETİM İÇİN DİVAN ŞİİRİ,İSKENDER PALA, OSMAN SEVİM