Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

EYÜP SULTAN’A EN ÇOK KADIKÖYLÜLER SAHİP ÇIKMALI - İSKENDER PALA 

Prof. Dr. İskender Pala, son romanında Eyüp Sultan’ı yazdı. Pala, İstanbul kuşatmasına gelmiş bu şanlı sahabe ile ilgili ilginç detayları aktarmış. “Eyüp Sultan’a en çok Eyüplüler değil, Kadıköylüler sahip çıkmalı.” diyen yazar, yüzyıllarca devam eden bir geleneği yeniden hatırlatıyor.

‘Mihmandar’ okurla buluştu. Nasıl çalıştınız bu roman için?

Evet… Benim yazım sürecim şöyle işliyor: 1 Şubat’ta yazacağım konu belirlenmiş ve okuyacağım kitaplar masama yığılmış oluyor. 60 kadar kitap ve konuyu zihnimde okumaya başlıyorum, üç ay hiç durmadan, günde 10 saat. Bu sürede nasıl bir hikâye anlatmam lazım, tarihî gerçekler neler, okuduğum kitaplar arasından tasnifleri yapıyorum ve roman baştan sona belli oluyor. Sonra üç ay hiç durmadan yazmaya başlıyorum.

Sonraki süreç?

Eylül ayına geldiğimde hiçbir şey yapmıyorum. Yazdığım her şeyi unutuyorum. Dinlenmeye bırakıyorum. Ekim ayında yazdıklarımı sanki yabancı biriymiş gibi okuyorum, yedi-sekiz defa. Bu esnada birçok şey kendiliğinden değişir. Kasım ayının sonlarına doğru yazdığım konuyla ilgili bilim adamlarına gönderiyorum, en az 4-5 kişiye. Bu insanların eline bir kırmızı kalem ve kopya veriyorum. Bazen yazdığım sayfalar gelincik tarlası gibi oluyor. Bu yolla kurguyu değiştirdiğim bile oluyor. Bunlar da bittikten sonra konunun geçtiği yere gidiyorum. Barbaros’ta İtalya ve İspanya’ya gitmiş, Akdeniz havzasını dolaşmıştım.

Bu romanda da kutsal topraklara mı gittiniz?

Mekke’ye gittim. Oradan Medine’ye, Ebu Eyyûb el-Ensarî Hazretleri’nin evinin olduğu yere gittim. Bağdaş kurup bilgisayarımı açtım. Peygamberimiz’in ravzasına bakarak verimli bir okuma yaptım. Sonra getirip editörlerime teslim ettim. Hep yaptığım gibi aralık ayının son haftasında kitabı teslim ediyorum. Ocakta da kitap çıkmış oluyor. Tabii roman sadece benim değil birçok insanın emeğiyle oluşuyor. Ocak ayının üç haftasını röportajlara ve TV programlarına ayırıyorum. Şubatın 1’i geldiğinde yeni işler için yine kapanıyorum.

O zaman sizi yakalamışken sorayım: Yeni çalışmanız ne üzerine?

Çok erken ama… Niyetim Asr-ı Saadet’e ilişkin bir şeyler yazmak. Başlamışken o manevî havayı devam ettirmek istiyorum.

Eyüp Sultan Hazretleri’nin romanını yazma sebebiniz?

Türkiye’de özellikle de gençlerimizin hayatlarını örnek alacak kahramanlar var; fakat bunları zihnimizde taşımadığımız için biraz daha ürkek hayatlar yaşıyoruz. Bu bir kimlik problemi. İnsanımızın belirli bir tarih akışı içinde o tarihe göndermelerinin olması lazım. Hafızaları bu bakımdan fazla dolu değil. Zihin coğrafyaları ayrılmış gibi hissediyorlar. Mesela Bağdat, Halep ve Şam’da bombalar yağarken bir şey hissetmiyorlar.

Siz bu hissiyatı mı ayaklandırmak istiyorsunuz?

Yazdığım tarihî romanlarda okuyucularıma, ‘Tarihinize ve kimliğinize önem veriyorsanız size hitap edecek şöyle biri var: Ruhunuz mücadeleci ise Yavuz ile Şah İsmail’den birini örnek alın. Ruhunuz kahraman, enginlere açılan bir halde ise Barbaros Hayreddin Paşa’yı kendinize örnek alın. Ruhunuzda derinleşme eğilimi varsa Yunus Emre sizin için budur. İslamî bir hassasiyet taşıyorsanız Eyüp Sultan önemli bir portre.’ diyorum. Sonra da ‘Sanayide, teknolojide, bilgide, sanatta bu kahramanlar gibi fetihler yapın’ diyorum.

O yüzden “Eyüp Sultan’ı yazmalıyım” dediniz…

Evet. İkinci sebep de şu: Ben İstanbul’da ömrümün çoğunu geçirdim. Ve İstanbul’un manevî sahibine vefa göstermem gerekiyordu. Haliç Köprüsü’nden geçerken yanımda kim olursa olsun, ‘Başını çevir, şu tarafa bak. Orada şehrimizin sahibi yatıyor. Hadi ona selam verelim.’ diyorum. Fatiha okumadan geçmemiş oluyoruz. Şehirler belirli ruhlara sahiptir. Ve bir kahraman o ruhu harmanlayarak o şehre kimlik kazandırır. Eyüp Sultan da bir semtimizin adı değil, bir ruhun, o ruhu millete veren kahramanın adıdır. Ecdadımız o semte giderken abdestli gitmeye özen gösterirdi. Türbesinin başucunda 24 saat Kur’an okunurdu.

Kitabın sonlarına doğru şimdilerde unutulmuş bu geleneği hatırlatıyorsunuz...

Diyanet İşleri Reisi Mehmet Görmez ile meseleyi konuştum. ‘Hay hay hocam, türbe restorasyondan çıksın bu geleneği başlatalım.’ dedi. İnşallah, bakalım...

Eyüp Sultan türbesinde 24 saat Kur’an-ı Kerim okuma geleneği sizin tavassutunuzla yeniden başlamış olacak yani…

Estağfirullah… Ben sadece birilerine bunu haber vermiş oldum.

Eyüp Sultan’ın nasıl bir karşılığı var şehirde?

Eyüp Sultan, İstanbul hiyerarşisi içinde önemli bir yer işgal eder. Osmanlı Devleti’ni ayakta tutan sistem olan kadılıkta bilad-i selase denirdi: Üsküdar, Galata, Eyüp. Eyüp şehrin dışında kalmış bir kasabacıkken düzenleme getirilmiş ve oranın yapılandırılması ve oraya insanların akması teşvik edilmiştir. O, muhteşem bir hizmetkârdı. O yüzden sultanların çoğu ona hizmet ettiler. Kimisi hat yazdırdı, kimi çeşme yaptırdı… Kılıç kuşanma merasimleri orada oldu. İstanbul halkı arasında bir efsane dolaşır; Eyüpsultan Camii’nin minaresinden okunan ezanı duyabilecek mesafeye gömüldüysen Eyüp Sultan sana şefaat edecektir diye.

Siz de o yüzden mi Eyüpsultan’a gömülmek istiyorsunuz?

Barbaros’un torunuyum, şurada da komşuyuz, oraya gömülmek istiyordum. Şimdi doğrusunu isterseniz niyetim Eyüpsultan’a gömülmek.

“Asr-ı Saadet’i yazacağım dediniz. Bir dahaki röportajda da Medine-i Münevvere’ye gömülmek istiyorum demeyesiniz...

Olabilir… (Gülüyor)

Bu arada kitabınızın sonunda adeta Eyüp Sultan türbesini ziyaret adabını anlatıyorsunuz…

Tam da bunun için yazdım son bölümü. Eyüp’e kitap dolayısıyla sık sık gidip geldim. Türbeye yardım toplayan Ersin Bey var, onunla konuşurken bir kadın geldi. Kalem istedi, o da ‘Kalemi alabilirsiniz ama yazmayın.’ dedi.  Buna rağmen kadın ısrar etti. Türbe ziyaretini hâşâ kutsallaştıracak hale getirdik. İnsanlar hacet penceresine bakıp nasıl yalvarıyorlar. Orada Allah’tan isteyeceksin.

Hz. Ebubekir’in ağzından bir giriş var. Bu, bilinçli bir tercih mi?

Hz. Ebubekir konuşabilir. Sözlerini siyer kitaplarından aldım çünkü. Orada, olmayan bir şeyi yazmadım. Mesela Hazret-i Peygamber hakkında bir roman yazılacağını düşünmüyorum, yazılmamalı. Çünkü roman bir kurgudur. Hazret-i Peygamber’in hayatında kurgu yaparsanız ifsat edersiniz. Bu konuda çok hassas düşündüm. İlk üç bölümü yazarken defalarca değiştirdim. İmanımı zedelemeyecek şekilde yazdım.

“Eyüp Sultan’a Halid Sultan denmeli” diyorsunuz…

Bizim zihnimizde yaşayan bir Eyüp Sultan var bir de İslam tarihindeki Halid bin Zeyd... Eyüp Sultan dememek lazım; çünkü oğlunun adı Eyüp. Arap geleneğinde bir ailenin erkek evladı olunca künye erkek üzerinden yazılır. Burada medfun olan kişinin adı Halid, babasının adı Zeyd, çocuğunun adı Eyüp. Daha ilginci Eyüp el Ensarî, Eyüp semtinde üç ay; Kadıköy’de altı ay kalmıştır. Eyüp Sultan’a asıl Kadıköylülerin sahip çıkması gerek.

Cumhurbaşkanlığı ödülünü hak ettim

Eyüp Sultan Eyüp’te değil diyenler var…

Tarihî kayıtlardan onun burada olduğuna inanmasaydım bu romanı yazmazdım. Ben kurgu yapmadım, tarih anlattım. Onun burada olduğuna Bizans kaynaklarından da İslam tarihi kaynaklarından da okuyarak yazdım.

“Her sene bir roman nasıl yazılır?” deniyor hakkınızda… Benim romanlarımı eleştirenler ‘Her sene bir roman yazılır mı?’ diye söylüyorlar, evet. Ben her sene bir roman yazmıyorum. Günde on saat çalışarak en az 2500 saatte bir roman yazıyorum. Başka birisi 2500 saati üç yıla bölüyorsa o beni hiç ilgilendirmiyor.

Son olarak Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödüllerinde Edebiyat dalında ödüle layık görüldünüz...

Ödülü hak ettim mi diye düşündüm. Vicdanımın sesini dinledim ve bana fazlasıyla hak ettiğimi söyledi. Bu konuda tevazu göstermeyeceğim.



 

İskender Pala: Barbaros’un türbedarıydım!

 

11 Şubat 2013 / MURAT TOKAY

Yeni romanı Efsane’de Barbaros Hayreddin Paşa’yı anlatan İskender Pala, kahramanlarını gençlere rol model olabilecek tarihî şahsiyetlerden seçtiğini belirtiyor. “Bu çağın edebî ürünü roman.” diyen Pala, Barbaros’tan sonra İstanbul’un manevi mimarı Eyyûb El Ensarî’yi yazacağını söylüyor.

Yazdıkları yüz binlere ulaşan bir romancı, divan edebiyatını genç nesillere sevdiren bir yazar, akademisyen, kültür adamı… İskender Pala’yı anlatırken isminin önüne birçok vasıf yazabiliriz.  Ama o son yıllarda romancılığı ile öne çıkıyor.  İlk romanı “Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk”tan sonra ‘Katre-i Matem’, ‘Şah Sultan’ ve ‘Od’ romanlarını yayımladı. Kitapları çok geniş okur kitlelerine ulaştı. Roman kahramanlarını tarihten seçen İskender Pala, yeni romanı Efsane’de de Barbaros Hayreddin Paşa’yı anlatıyor. Romanın ana çerçevesini 16’ncı yüzyılda Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu şartlar, Akdeniz ve çevresinde yaşanan olaylar, Osmanlı’nın Endülüs çağını geri kazanma gayretleri ve bir ‘aşk’ hikâyesi oluşturuyor. Efsane, Barbaros’un anlattıkları çerçevesinde, ait olduğu devrin ruhunu bugüne taşıyor. Pala ile yeni romanını ve romancılığını konuştuk.

-Od romanının üstünden bir yıl geçti. Yeni bir roman, Efsane, geldi. Bir yılda mı yazıldı roman?

Evet, bir yılda yazıldı. Fakat benim 25 yıllık mesleki birikimime artı bir yıl. Ayrıca benim başka bir işim yok. Bir üniversiteye haftada bir gün derse gidiyorum, onun haricinde işim okuyup yazmak. Mesaim bu. Sabah evden çıkıp ofisime gidiyorum, sabah dokuzdan akşam sekize kadar okuyup yazmakla meşgulüm. Bir yıl boyunca aynı konuyu çalışıyorum. Çeşitli işlere, konulara dağılmış değilim. Kafam bir yıl boyunca aynı şeyle meşgul oluyor. Hem de bildiğim, daha önceden heyecanını duyduğum konular olunca ister istemez bir yılda roman çıkıyor.

-O zaman sizden her yıl bir roman gelecek…

Her sene ocak ayında bir roman çıkarmaya niyetliyim. Sebebi de şu: Gençler benim kitaplarımı çok okuyor. Ben onlara kendi kimliklerine bir katkı olabilecek kişileri, olayları yahut tarih perspektifini bir yıl içinde yazıp istifadelerine sunuyorum.

-Barbaros’u romanlaştırma fikri nasıl doğdu?

Ben eski denizciyim; Barbaros’la aramdaki bağ çok eskiye dayanır. Deniz Müzesi’nde çalıştığım yıllarda Barbaros’un türbesinin anahtarları bende dururdu. Dolayısıyla ben onun türbedarı, gemisinde tayfası, kadırgasında bir forsa gibi hissederdim kendimi. Her akşam ve her sabah, onunla bir Fatiha veya Yasin bağımız olurdu. Biliyorsunuz türbe kapalıydı, tek ziyaretçisi neredeyse bendim o yıllarda. Rüyalarıma girecek kadar arkadaş olmuştum Barbaros’la.

-İki Darbe Arasında kitabınızda bahsediyorsunuz. Barbaros’un vasiyetini buluyorsunuz. Ne vardı vasiyette?

Barbaros’un türbesi Mimar Sinan’ın eseri, özenerek yapılmış. Türbenin olduğu yer Osmanlı için özel bir yer olmuş. Deniz Müzesi’nde çalışırken vasiyetini buldum. Barbaros’un vasiyetinde bir türbedar tayini ve türbenin tenviri (aydınlatılması) yer alıyor. Başucuna ve ayak ucuna bir mum dikilmesini bir de “ağzı Kur’anlı bir türbedar” istiyor. Aydınlatma kolaydı, gittim denizci feneri aradım. Buldum. TSK’nın o yıllarda (1995-96) halka açılmak gibi bir projesi vardı. Ben de onun bir parçası olsun diye ‘Bu türbeyi haftada bir gün ziyarete açalım’ diye müracaat ettim. Sen nasıl bu müracaatı yaparsın, diye tepki aldım. O süreçte ordudan ayrılmak zorunda kaldım. Tabii, beni Barbaros attırdı, demiyorum; ama sebeplerden biri de bu oldu. Daha sonraki yıllarda Beşiktaş’a yönümü çevirsem içimden pek gitmek gelmezdi. Deniz Müzesi’nden atılmış olmayı kabullenemedim. Sonra Allah orada bir ofis nasip etti. Öyle olunca Barbaros romanı yazmak kaçınılmaz oldu.

-Bugün türbedar yok mu?

Şu anda türbenin İl Özel İdaresi tarafından restorasyonu yapılıyor. Onarım bittiği zaman türbedarı olacak inşallah.

-Tarih yazmayı sevdiniz. Fuzuli, Yavuz, Yunus şimdi de Barbaros. Neden tarihî roman yazmayı seçtiniz?

Sadece Türkiye’de değil, dünyada da tarih yükselen bir değer.  Tarihe ilgi artmış durumda. Bunun sebebi kültürel kimliklerin belirginleşmesi, kültürler arası diyaloğun önem kazanması. Kültür diplomasisi diye bir şeyden bahsediyoruz. Bugün her millet kendi kültüründe, kendi tarihinde var olan zenginlikler ile övünüp diğerine üstünlük taslıyor. Benim kültürüm senin kültürünü döver çağındayız. Öyle olunca benim kitaplarımı da çoğunluk gençler okuyor. Türk gençlerinin de maalesef tarihle ve geçmişle uzun yıllardır alakadar olduğu söylenemez. Bu bir heyecan ve rüzgâr. Ben roman yazacağım zaman okurun bir romanda bulmak istediklerini hesap ediyorum. Okur aşkı istiyor, tamam ben aşkı anlatırım. İkincisi tarih öğrenmek istiyor, doğru tarihi anlatırım. Üçüncüsü macera ve heyecan istiyor. Ben okuyucunun kültürel kimliğine mutlaka etki yapacak insanları seçiyorum. Yavuz, Şah İsmail, Yunus Emre, Fuzuli... Yavuz gibi bir kahramanı öğretirsem genç kendisine onu örnek alır. Onu rol model alınca onun gibi davranmaya başlar. Elbette ki bu çağda Yavuz gibi eline kılıç alıp sallayacak değil; Yavuz’un yaptığı fetihleri o bilgisayar mikro çiplerinde, teknoloji ürünlerinde yapacaktır. Barbaros’u rol model aldığında onun  kimliğine bakacaktır. Mesela 5 dil bilen bir adam çıkacaktır karşısına. Bu yüzden bir sonraki roman konum Ebu Eyyûb el Ensarî olacak. İstanbul’un manevi sahibi.

-Romancının “rol model” sunma gibi bir derdi olur mu?

Ben şöyle düşünüyorum: Tarihî roman yazıyorum. Doğruları anlatıyorum.

-Ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek?

Ben önce tarihin gerçeklerini romanın omurgası olarak yazıyorum. Sonra onun arasına kendi kurgu karakterlerimi koyuyorum. Benim romanlarımda tarihte yer almış bir kişi hakkında anlatılan her şey doğrudur. Tarihî roman yazanlar tarihi öğretebilmelidir. Yanıltmadan, vebal altına girmeden yapabilmelidir bunu. Daha da önemlisi bunu yaparken tarihî kişiliklerle tarih dışı karakterleri birbirinden ayırmalıdır. Ben buna dikkat ediyorum.

-Son yıllarda aşk ve tarih kısa yoldan romancı olmanın ve çok satmanın bir formülü oldu âdeta… Bir furyaya dönüştü? Bu rahatsız edici değil mi?

Ben bir kitabın çok satmasından yanayım. Bir kitap çok satıyor diye kötü değildir. Çok satan kötü kitap vardır ama okuyucu onu bitiremeden bırakır. Çok satsa satsa en fazla 30-40 bin satar. Bir kitap 300 bin satıyorsa çok satmayı sadece bu formülle açıklayamazsınız. Üslup gerekir, dil ustalığı gerekir. Aşk çok konuşulan, üzerinde çok durulan, kitap yazılan bir konudur. Keşke böyle olmasaydı.

-Peki neden bu kadar çok aşkı konuşuyor, yazıyoruz?

Çünkü bizden aşkı o kadar çok çaldılar, bizleri nesiller boyunca o kadar çok aşksız bıraktılar ki şimdi özlediğimiz kendi yitik malımızı bulmuş gibi olduk. Duygusallığın kalmadığı, ilişkilerin bile mekanikleştiği, test ile tost arasında bir öğrenciliğin sürdüğü bir dünyada aşk kimin umurundaydı. Fakat insanın metabolizmasında madde ile mana dengelidir. O mana açlığı, soyut olana özlem birden kendisini gösterir. Bir de aşk dünyanın en eski mesleğidir, Adem ile Havva’dan kalan… Dolayısıyla onsuz olunamaz. Herkes aşk anlatır da nasıl anlatır? Başkalarının nasıl yazdığı beni pek ilgilendirmiyor. Okuyucu benden derin, asil, güzel, tarihin bütün birikimini sağaltan bir aşk anlatımı istiyor; ben de bunu başarılı bir şekilde yapıyorum.

-Daha çok divan edebiyatı profesörü olarak bilinirken roman yazmaya başladınız ve çok geniş kitlelere ulaştınız. Bu süreçte nasıl tepkiler aldınız?

Şimdi benim iki tür muhatabım var; sevenlerim ve sevmeyenlerim. Sevenlerim yüzde doksan beş, çok şükür. Sevmeyenlerim de iki gruptur. Bir kıskananlar; kendileri yapamadıkları için burun kıvıranlar, bir da tamamen düşman olanlar (Bunlar senin fikrine, kimliğine de düşmandır). Onları hesaba katmıyorum. Ama dostlarım arasından da kitaplarım çok sattığı için kıskanıp düşmanlık yapanlar var. İnşallah onların da kitapları çok satar.

-Artık romanlarınız 100 bin baskıyla piyasaya sürülüyor… Bu skalayı nasıl yakaladınız?

Ben böyle bir skala yakalayayım diye gayret göstermedim. Benim için yüz bin skalasını yakalamak nasıl bir şeydir biliyor musun? Efsane benim 76. kitabım. 75 kitap yazdıktan sonra sizin kitabınız yüz bin okunuyor. Beni kıskanıp ‘roman yazıyor’ diyenlerin kaç kitabı kaç makalesi var? Benim ömrüm kitapların, kütüphanelerin arasında geçti. Bugün hâlâ ben günde 9-10 saat çalışıyorum. Benim yazdığım satırları metre olarak yan yana dizseniz Türkiye sınırlarını bir kere dolaşıyor. Ben kitaplarımın çok satmasından memnunum. Söylediğim güzel şeyler çok insana ulaşıyor. Çok dua alıyorum. Bundan niye şikâyet edeyim?

-Romanın girişinde birçok kişiye teşekkür var. Roman basılmadan editörün dışında başkalarına da okutur musunuz?

Ben kitabım yayımlanmadan en az on kişiye okutuyorum. Bir öğrenci, bir ev hanımı, bir akademisyen sonra konunun uzmanı kişiler... Onların her birine diyorum ki ‘Elinize bir kırmızı kalem alın ve acımadan çizin. Ben size yanlışımı gösterdiğiniz sürece teşekkür ederim’. Mesela bu okumalardan önce kitap 450 sayfaydı. 393’e indirdim.

-O dönemi yazarken Barbaros Hayreddin Paşa’nın hatıralarından başka kaynakları da gözden geçirdiniz mi?

Dönemine ait sağlam ve tutarlı bir kaynak olarak Barbaros’un hatıratı, ‘Gazavat-ı Hayreddin Paşa’dan çok istifade ettim. Hatıratın çeşitli nüshaları vardır, Kanuni’nin emriyle yazılmıştır. O kitabı Latin harflerine çevirmiştim. Deniz Müzesi’ndeki nüshayı eski yazıdan bugünkü dile çevirirken bir komutan odama girmişti, bana bir şey demedi fakat benim amirim olan albaya ‘Siz burada uyuyorsunuz, adam içeride Kur’an okuyor’ demiş. Kur’an dediği  Barbaros’un hatıratıydı. Ve üstelik bugünkü dile aktarımı Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın emriyle yapıyordum. Paşanın sağlam bir hayat bilgisi var elimizde. Dolayısıyla gerçekleri değiştirme gibi bir yol yoktur, imkânsızdır. Öbür taraftan bazı bilgiler çeşitli kaynaklarda farklı farklı ifadelendirilmektedir. Yerli ve yabancı kaynaklardan pek çok istifade ettim. Ben bir romanı yazmadan önce o konudaki bütün kitapları tek tek okuyorum. Roman yazmak iki ay. Yazmadan önce araştırması altı ay sürer.

-Son olarak, romancı olmaya ne zaman karar verdiniz? Roman yazmak bir çocukluk, gençlik hayali miydi?

Her çağın belirli bir edebî ürünü vardır. Tarihimiz yüzyıllar boyunca şiirle kendini ifade etti. 1920-1930 arası kendini hikâye ile ifade etti. 1940-1960’ta deneme öne çıkan bir türdü. 1990’lardan sonra roman, çağın genel dili oldu. İnsanlar eğlenmek için zaman harcıyorlar, para harcıyorlar ama öğrenmek için zaman ve para harcamıyorlar. Bilgi eksik kalıyor. Onları da öğrenmeleri lazım. Onun için insanlar tarih dizisi seyrederek tarih öğrendiklerini zannediyorlar. Eğlenceye para ve zaman ayıran insanoğlunun bilgi ihtiyacını giderecek en cazip tür romandır. Ben bunu keşfettiğim zaman romancı olmaya karar verdim. Kalem sahipleri için bu çağda en iyi hizmet roman yazarak yapılabilir. Şiir, deneme yazarak bunu yapamazsınız. Romanın ne kadar etkili olduğuna bir örnek vereyim. 31 Mart Vakası yıllarca bizim tarihimizde hep ‘irtica ayaklanmasıdır’ diye anlatıldı, bilindi. Ahmet Altan ‘İsyan Günlerinde Aşk’ romanını yazdı ve ‘Bu bir irtica ayaklanması değildir’ dedi. O romandan sonra herkes kabul etti ki bu bir irtica ayaklanması değildir. Roman ne kadar önemli bir misyon üstlendi. Ben Şah Sultan’ı yazarken bir travmaya parmak bastım. ‘Tehlikeli olmasın, barışla halledelim’ diye yazdım. Emin olun 50 yıl sonra Alevi Sünni meselesini yazan bir tarihçi benim romanımın çok önemli bir rol oynadığını yazacaktır. Romanla pek çok şeyi başarabilirsiniz. Bilimsel kitaplar yazdım, kaç kişi okudu? 2 bin sattı. Bu çağın kitabı romandır. Romanlarımı bütün gençlik, bütün insanlar okuyor. Çoğu insan bana dua ediyor

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi