Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 MEHMET ÖZTUNÇ

Eleştiri, deneme, inceleme, portre gibi farklı türlerdeki eserleriyle tanıdığımız Beşir Ayvazoğlu bir sürpriz yaptı ve Ateş Denizi adlı ikinci romanıyla okurlarının karşısına çıktı. Roman, Şeyh Galib’in Hüsn-ü Aşk’ı yazma serüvenini ve Tamburi Cemil Bey’in izinde Cumhuriyet’in ilk yıllarını anlatıyor.

ATEŞ DENİZİ, BEŞİR AYVAZOĞLU, KAPI YAYINLARI, 520 SAYFA


Beşir Ayvazoğlu külliyatı, Türk edebiyatının son otuz-kırk yıllık birikiminin en değerli cüzlerindendir. Kütüphanelerini türlere göre tasnif edenlerin her rafında, büyük ihtimalle Ayvazoğlu’nun bir kitabı mevcuttur. Eleştiri, deneme, inceleme, portre, şehir monografileri gibi pek çok türde birbirinden kıymetli eserler vermiş ve bu eserleri kendine özgü bir aurayla çerçevelemiştir. Ayvazoğlu külliyatı içinde özel bir yer tutan Güller Kitabı’nı okuyalı beri onun Türkçesinin  ‘gülle uğraşanlara mahsus bir şekilde koktuğuna’ inanırım.

Kanımca Ayvazoğlu, yazarlık hayatının büyük sürprizlerinden birini bu yıl yaptı ve okurlarının karşısına Ateş Denizi romanıyla çıktı. Kalemini çok başka sularda demleyen bir yazar için onlarca eserin ardından roman gibi, oldukça farklı bir deneyimi gereksinen bir türde eser yazmak ‘hevesten’ öte bir arayışa, amaca denk düşer. Kitap bittiğinde aslında Ayvazoğlu’nun bugüne değin biriktirdiği malzemenin ve derinleştiği meselelerin usul usul bu romanı da biriktirdiğini görüyorsunuz. Roman gibi mimarisi esnek bir türün imkânlarını kurguyu tehlikeye atacak kadar zorladığına tanık olduğunuzda, aslında onun bu özgüvenini de en çok anlattığı meselelere olan vukûfiyetinden aldığını bilirsiniz. Uzun zamandır Türk edebiyatı içinde bu denli dolgun bir roman okumamış bir okur olarak romanı edebiyatımız için özel bir armağan saydığımı söylemek isterim. Beşir Ayvazoğlu’nun “saf” değil “düşünceli” bir romancı olduğuna 520 sayfalık romanının ayrıntılarına sinmiş ince duyarlıklar tanıklık ediyor.


Şeyh Galib ve Tamburi Cemil Bey

Roman, Şeyh Galib’in büyük eseri Hüsn-ü Aşk’ı yazma serüvenini ve “İstanbul’un en özlü sesi” Tamburi Cemil Bey’in kayıp bir mezar gibi hayatın görünmeyecek kadar uzak saflarına düştüğü Cumhuriyet’in ilk yıllarını anlatıyor. Galib, Hüsn-ü Aşk’ı yazarken (1782) ve İstanbul, tarihinin en büyük yangınlarından biriyle boğuşmaktayken, diğer tarafta Tamburi Cemil Bey vefat edeli henüz on-on beş yıl geçmiş olmasına rağmen İstanbul’da billurlaşmış kültür mirası da manevi bir yangın tarafından kuşatılmıştır. Batılılaşma maceramız bu dönemde kültürel bir drama dönüşmüştür.

Sözü içerikten kurguya kaydırma zamanı… Çünkü roman, taşıdığı ağır meselelerin altından sağlam bir kurguyla yüzünün akıyla çıkıyor. Eğer metnin iskelesi bu denli sağlam çatılmamış olsaydı, roman her tarafından rüzgâr alabilir, hikâye dinginliğe eremezdi. Ayvazoğlu, Tamburi Cemil Bey ve Şeyh Galib gibi iki ismin hayat macerasını GalipTahiroğlu sarmalında kurgularken gerçek ile kurmaca arasındaki o incecik çizgide gider gelir. Bilinen bir hayatı, tam da bilinmişliğinden kaynaklı dirençlerini kırıp yeniden kurgulamak, romana taşımak apayrı bir incelik, ustalık ister.

Üst kurmacada yer alan yazarın masasına bir gün hiç tanımadığı bir kimse tarafından bir paket bırakılmıştır. Paket, Galip Tahiroğlu adlı eski bir üniversite mensubuna aittir. Tahiroğlu, üniversite reformuyla işinden atılmıştır. Yazar, paketi açtığında Galip Tahiroğlu’nun, Tamburi Cemil Bey kitabı için tuttuğu otuz beş defterin (hatırat) yanı sıra Şeyh Galib’in Hüsn-ü Aşk’ı yazış hikâyesini kurgulayarak anlattığı, birtakım bölümlerini yazmış olduğu “Ateş Denizinde Üç Gün” adlı bir romanla karşılaşır. Yazar, bu metinleri yeni yazıya aktarır ve yayına hazırlarken ortaya elimizde tuttuğumuz roman çıkar. Galip Tahiroğlu, Şeyh Galib’i anlatan “Ateş Denizinde Üç Gün” romanını yazmaya başlamış olsa da bitirememiştir, çünkü hayatının büyük bölümünü bir kültür arkeoloğu gibi Tamburi Cemil Bey’den kalan izleri toplamakla geçirmiştir. Aslında bu yönüyle Beşir Ayvazoğlu’na çok benzer.

Tamburi Cemil Bey hikâyesi sarmalında kitapta sürdürülen bir diğer tartışma Doğu-Batı çatışmasıdır. Osmanlı’ya ait bütün kültürel miras reddedilmiş ve bir ar sebebi gibi hayatın en izbe kuytularına atılmış, yerine yeni, Batılı bir kültür ikame edilmiştir. Galip Tahiroğlu, bir gün mezarına gittiği Tamburi Cemil Bey’in mezar izlerinin bile kaybolduğunu görünce kültürel yangının boyutlarını fark eder ve ondan geriye kalan her şeyi biriktirmeye başlar. Amacı, bir Tamburi Cemil Bey kitabı yazmaktır. Tam bu noktada romandaki mekân tercihini hatırlatmak isterim. Romanın mekânı İstanbul’dur; Ayvazoğlu roman boyunca Ankara’yı sadece birkaç kez anmakla yetinir. Evet, Ankara, siyasal tartışmaların yapıldığı yerdir ama kültürel çatışma kendisini en çok İstanbul üzerinden hissettirir. Ayvazoğlu, geleneksel Doğu-Batı çatışmasını ince bir mercek üzerinden okuyor. O yıllarda Akbaba dergisinde yayımlanan İhap Hulusi’nin bir karikatüründe dönemin karakterini kristalize eden diyaloglar vardır. Kış mevsiminde yazlık köşklerine taşınmaya karar veren bir çifte, “İyi ama o karda kıyamette üşümez misiniz?” diye sorulunca cevap, “Ah niçin üşüyelim? Babamın kütüphanesi Arap harfleriyle yazılmış koca koca kitaplarla dolu, onları yakar ısınırız!” şeklindedir.


Bir dönemin atmosferi

Ayvazoğlu döneme ilişkin çok sağlam bir envanter çıkarmış. Bu sadece kişiler ve nesnelerle sınırlı bir kayıt değil, dönemin genel havasının, kişilik savrulmalarının da kaydıdır. Sözgelimi Fatih-Harbiye romanında tercihini Fatih’ten yani geleneksel müzikten yana koyan Peyami Safa, Hafta gazetesindeki bir yazısında geleneksel müziği yerden yere vurmuştur. Elbette ki bu savrulma sadece Safa’ya özgü değildir, dönemin egemen karakteridir. Tamburi Cemil Bey demişken, Yahya Kemal’i ve “Kar Musikileri”ni anmamak olmaz. Yahya Kemal’in bu şiiri yazma hikâyesi ve daha onlarca kıymetli bilgi, kitabın alt çekmecelerinden çıkıyor. Romanın sayfalarını bazen bir albümü çevirir gibi çevirdiğimi belirteyim. Abdülhak Hamid, Fatma Aliye, Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Nihal Atsız, Akagündüz, Mehmet Akif, Nâzım Hikmet, Faruk Nafiz, Cahit Sıtkı gibi dönemlerinin en önemli isimleri sayfalar boyu okurun karşısına çıkıyor.

Orhan Pamuk, okurunu Kara Kitap’ta Galip’le birlikte Rüya’yı bulmak için İstanbul’da dolaştırmış ve dönemin ruhunu Celâl’in köşe yazıları üzerinden vermişti. Beşir Ayvazoğlu ise okuru Galip Tahiroğlu ile birlikte Tamburi Cemil Bey’in ve Şeyh Galib’in izinden bir İstanbul yolculuğuna çıkarıyor. Cumhuriyet, Hâkimiyet-i Milliye (Ulus), Hafta gibi gazete ve dergilerdeki yazılarla da dönemin ruhunu hissettiriyor. Bu iki kitap, benzer izleklere rağmen Pamuk’un romanının “karanlık”, Ayvazoğlu romanının ise çok daha “aydınlık” olması açısından farklılaşıyor.

İLGİLİ İÇERİK

CUMHURİYET DÖNEMİ ŞİİRLERİ

DİVAN EDEBİYATI ŞİİRLERİ

HALK EDEBİYATI ŞİİRLERİ

BEŞİR AYVAZOĞLU ŞİİRLERİ

BEŞİR AYVAZOĞLU HAYATI ve ESERLERİ