Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

AH KİTAP VAH KİTAP- AYLİN GÖKE

Çok değil daha doğumumdan yirmi dört saat geçmeden tanışıyorum ilk kitabımla. Hem de öyle uzaktan bir merhabayla falan değil. Ciddi ciddi bir tanışma bu, temas söz konusu olan. Loğusa yatağında uykulu gözlerle satırları süzerken annem, kitap yorgun düşüyor ve tutulduğu elden atıveriyor kendini yere ama isabetsiz bir atlayış olacak ki bu, kitap yere değil tam yüzüme şak diye düşüveriyor. Okuyamasam da, elime alamasam da ilk kitap ağlatıyor beni.

Evde masal anlatan biri olmadığı için kitaplardan masallar, hikâyeler okunuyor bana. Ama ben hoşnut değilim bu durumdan; ne zaman biri kitapla yanıma gelse basıyorum çığlığı. Şımarığım da aynı zamanda. Ağlayıveriyorum. Annem paniğe kapılıyor, “Bu çocuk kitabı sevmiyor.” diyor. Oynayayım diye bana kitap veriyorlar sonra. Sınırsız karalama, sayfaları boyama özgürlüğü! Her şey benim kitaplarla aramı yapmak için! Pek bir renksiz gelmiş herhalde bana Karamazof Kardeşler; her bir boşluğuna ağaç ve bulut daha doğrusu ağacımsı, bulutumsu şeyler çizmişim renkli kalemlerle.

Okumayı söküyorum sonra. Cin Ali Can Ali devrini bitirince yaşıma göre kalınca, gerçek bir kitap alınıyor bana: “Aslan Kral . O zaman daha filmi yok. Okumak zorundayım. Yani kış vakti çıkıyorum balkona ”Gir kızım içeri.” “Girmem” “Gir hasta olacaksın.” “Olmam.” “Bak üşürsün anlamazsın üşüdüğünü, gel içeride oku kitabını.” “Olmaz.” O zamanlar yan komşumuz Hacer Teyze, deli gibi kitap okuyor. Balkonuna çıkıyor, binbir çeşit çiçeğine su veriyor ardından çayı ve kitabıyla bir oturuyor koltuğuna. Gizli gizli izliyorum, onu. Balkonda okuyor ya o; ben de yapacağım. Annem diyor şimdi, “Hacer teyzen yalnız yazları gelirdi buraya ” Üşüye üşüye okuyorum kitabımı. Sonra beni bir ağlamak tutuyor. Ama ne ağlamak (Büyüdükçe de bir şey değişmiyor anlaşılan.) Öyle ki evdekiler bir şey oldu sanıyorlar: “Neyin var kızım?” “Yok bi’şiyim.” “Niye ağlıyorsun o zaman? Heceleyerek ve sözcük aralarında burnumu çekerek: “As-lan k-ral öl-düüü!”
ı
Nasıl oldu bilmiyorum ama bir gün kendimi su içer gibi kitap okurken buluyorum. Kom-şunun oğlu yadırgıyor beni: "Ne biçim kız bu. Oyun oynamaz, dışarı çıkmaz. Tek bildiği şey okumak." Üzülüyorum o gün. Kitap, hoşlandığım çocukla aramı açıyor.
Yıllar geçiyor kitap insanlarla aramı açıyor. İnsanlarla vakit geçirmek, onlarla konuş-mak yerine bir köşeye kıvrılıp okuyorum.

Çoğu kez insanlarla olduğumdan daha iyi vakit geçiriyorum; ama bazen ağlıyorum kendi kendime. Yo, kendi kendime değil, kitabıma ağlıyorum. O gün yazmaya başlıyorum. Fark ediyorum ki kitap başlı başına bir tılsım. Hiç olmadığım kadar mutlu oluyorum bunu fark ettiğime. Her eşyanın bir ömrünün olduğunu düşüyorum sonra Ama bazı eşyaların ki bunlara eşya denmemeli bence, ömürsüz ve ölümsüz olduğunu anlıyorum. Onlara sahip olan bizlerden de hu açıdan üstün olduklarını seziyorum. Kitaplar diyorum, kitaplar da ölümsüz. Kıyamete kadar hatta daha öte zamanlarda da yaşacaklar ve belki de bir kapsüle kaldırıp sakladığımız hazı kitaplar bizden sonrakilere (kuşak diyemiyorum; artık kuşakları öte bize ait olmayan, büyük ihtimalle dilimizi de bilmeyecek olan “yeniklere) kalacaklar. Kitap olasım geliyor bunu düşününce. Gülüyorum kendime. Okuma günlerine gidiyorum; bir iki gidişten sonra yanlış yerde olduğumu anlıyorum. En şık kıyafetleriyle, takıları ve boyaya batırılmış yüzleriyle bir sürü kadın ve ben okul çıkışı ancak yetişebildiğim için üniformamla yuvarlak bir masa etrafına diziliyoruz. Çehov’dan bir öykü okuyor biri. Okuma bitince bir diğeri soruyor: “E, bu mu öykü?

Okumalarıma tek başıma devam ediyorum. Zamanla okumak geceyle özdeşleşiyor. Ve bir de yolculukla. Özellikle trende kitap okumak en büyük zevkim olup çıkıyor. Bir gün elimde kitapla Aydın Tren Gar’ının yolunu tutuyorum. Beş dakikam var trene binmek için. Boş bir banka ilişiveriyorum. O sırada bir çift gelip önümde duruyor. Adamın bir elinde bavul, ötekinde kadının eli. İkisi de ağlamaklı. Adam sımsıkı sarılıyor kadına. Hafiften bir kıskançlık sarıyor beni. Kalkıp gideyim trenime diyorum. Tam ben kalkarken adam ceketinden bir kitap çıkarıyor. Durup izliyorum. Adam ıslanan elleriyle okşuyor kitabı, kadına uzatıyor: “İyi hak Lali’ye. Bilirsin, bu en sevdiğim kitap.” Tamam anlamında kafasını sallıyor kadın, konuşamayacak kadar duygulu o an. Kalkış sireni çalıyor. Ben önde kadın arkada yürüyoruz trene doğru. Yan yana oturuyoruz. Merak ediyorum kitabı. Çaktırmadan bakayım istiyorum. Biraz karıştırıp kapatıyor kitabı kadın: “Laliberte’ye Mektuplar” Yol boyu hiç konuşmuyoruz, o hep camdan sonsuza akan tarlaları izliyor. Ben de düşüncelere dalıyorum; ama gözlerimi kitaptan alamıyorum bir türlü. Kitap, içinde yazanlardan çok ona yüklenen anlamı taşıyor bazen, diyorum kendi kendime. İnmemize yakın, tutamıyorum kendimi, “Çok şanlısınız.” diyorum. Anlamadım ifadesini takınarak kısık gözleriyle süzüyor beni. “İstemeden duydum sizi. En değerli şeyini vermiş size.” “Hıı.. Anladım." diyor. Gülüyor hafiften. Yine konuşmuyoruz; ama inerken “Alın, kitap sizin olsun.” diyor. Kabul etmiyorum. “Bakın ben sordum diye veriyorsanız...” Benimle ilgisi olmadığını zaten kitabı trende bırakmayı düşündüğünü söylüyor. İçim cız ediyor; kitaba mı kitabın sahibi adama mı, bilemiyorum. Şaşkın şaşkın, elimde bana ait olmayan üstelik birinin gözyaşlarını taşıyan bir kitapla, İzmir Tren Garı’nda bir banka oturuyorum. Biraz çekinerek sayfalarına dokunuyorum Lali’nin ve sonra uzun zamandır aradığım bir kitapmış gibi heyecanla okumaya başlıyorum.

SİMGE DERGİSİ