Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

KONUK YAZAR - ALBERTO MANGUEL

3 Aralık 2014, Çarşamba

Alberto Manguel’in Okumanın Tarihi adlı kitabı dilimizde ilk kez 2001 yılında yayımlanmış ve büyük ilgi görmüştü. Manguel geçtiğimiz aylarda ABD’de yeni baskısı yapılan kitabı için yeni bir önsöz kaleme aldı. Yazarın izniyle bu önsözü Türkçede ilk kez yayımlıyoruz.

Okumak benim için hep bir tür haritacılık olmuştur. Okuma ediminin, dünyamın ayrıntılarını çizme konusundaki gücüne benim de her okur gibi mutlak bir inancım var. Biliyorum ki kütüphanemin raflarından birinde, şu anda bana bakmakta olan bir sayfada, boğuştuğum o soru duruyor; belki de varlığımdan habersiz bir kişi tarafından, uzun zaman önce yazıya dökülmüş. Okurla kitap arasındaki ilişki zaman ve mekân engelini ortadan kaldıran ve Francisco de Quevedo’nun 16. yüzyılda “ölülerle sohbetler” dediği şeye karşılık gelen bir ilişkidir. Bu sohbetlerde ben inkişaf ederim. Onlar beni şekillendirir ve bana bir tür sihirli güç verir.

 

Yazının icadından sadece birkaç asır sonra, bundan 6 bin yıl kadar önce, Mezopotamya’nın unutulmuş bir köşesinde, yazılı kelimeleri çözme kabiliyeti olan az sayıdaki kişiye okur değil, müstensih deniliyordu. Belki de bunun nedeni, en büyük yeteneklerine, yani hafızanın arşivlerine ulaşabilme ve deneyimlerimizin sesini geçmişin enkazından kurtarabilme becerilerine daha az vurgu yapmaktı. Bu uzak başlangıçlardan beri okurların gücü toplumları içinde her türlü korkuyu tetikledi, çünkü bu güç sadece bir sayfa aracılığıyla geçmişten bir mesajı geri getirebilme zanaatına sahip olmak, okuma sırasında kimsenin giremeyeceği gizli alanlar yaratmak, evreni yeniden tanımlayabilmek ve adaletsizliğe karşı isyan edebilmekti. Biz okurlar bu mucizeleri gerçekleştirmeye muktediriz, belki de sıklıkla mahkum edildiğimiz sefillik ve aptallıktan bizi bu mucizeler kurtarabilir.

Basılı kitaba dair

Yine de sıradanlık çekicidir. Okumaktan caymak için, bizi yenilik ve hafızanın kendilerince esas olmadığı bulimya hastası tüketiciler haline getiren oyalanma stratejileri geliştiririz. Faso fisoyu ve anlık hırsları ödüllendirir, düşünsel faaliyeti saygınlığından sıyırırız. Etik ve estetik kavramların yerini tamamen iktisadi değerlere verir, okumanın tatmin edici zorluğu ve o tatlı yavaşlığı yerine anlık hazlar sunan eğlencelere, evrensel sohbet sanrısına dalarız. Basılı kitabın karşısına elektronik ekranı koyar, kökü zaman ve mekânda olan basılı kitaplardan ibaret kütüphanelerin yerine anındalığı ve aşırılığıyla ünlü, neredeyse sonsuz olan ağları koyarız.

Bu karşıtlıklar yeni değildir. On beşinci yüzyılın sonlarına doğru, Paris’te Quasimodo’nun saklandığı yüksek saat kulelerinde, hem çalışma ofisi hem simyacının laboratuvarı olarak kullanılan bir keşiş hücresinde, başrahip Claude Frollo bir elini masasının üstündeki kitaba uzatır, diğeriyle de üzerinde uzanmakta olan, penceresinden görebildiği Notre Dame’ın gotik çizgilerini işaret eder. “Bu” der mutsuz rahip, “şunu öldürecek.” Gutenberg’in çağdaşı olan Frollo’ya göre, basılı kitap, kitabın anıtını yok edecek; basılı kitap her sütunu, her bastabanı, her anıtsal kapısı okunabilen ve okunması gereken bir metin olan yazılı ortaçağ mimarisinin sonu olacak.

Bu kehanet bugün itibarı ile elbette yanlış. Beş yüzyıl sonra basılı kitap sayesinde, Viollet-le-Duc ve John Ruskin’in yorumladığı ve Le Corbusier ile Franks Gehry’nin yeniden tahayyül ettiği haliyle ortaçağ mimarlarının bilgisine erişebiliyoruz. Frollo yeni teknolojinin eskisinin yerini alacağından korkuyordu ama yaratıcı yeteneğimizin olağanüstülüğünü ve her zaman başka bir aracı da kullanmanın yolunu bulabileceğimizi unutuyordu. Hırs konusunda eksiğimiz yok.

Elektronik teknoloji ve matbaa teknolojisi arasında karşıtlık kuranlar Frollo’nun düştüğü yanlışı sürdürüyor. Kitabın –tekerlek ya da bıçak kadar mükemmel olan, hafıza ve deneyimi saklayabilen bir aracın, tamamen etkileşim içindeki, kendi seçtiğimiz yerde başlayıp bitirebileceğimiz, kenarlarına not alabileceğimiz, okunma işlemine istendiği gibi ritim verilmesine müsaade eden bir nesnenin- yeni bir araç tarafından kenara itilmesi gerektiğine inanmamızı istiyorlar. Bu tür uzlaşmaz seçimler teknokratik aşırıcılıkla sonuçlanır. Akıllı bir dünyada, elektronik âletlerle basılı kitaplar çalışma masalarımızdaki alanı paylaşıyor ve her birimize farklı nitelikler, farklı okuma imkânları sunuyor. Bağlam, pek çok okurun da bildiği gibi, ister düşünsel ister maddi olsun, önemlidir.

20 yıl sonra “okumanın tarihi”

İlk miladi yüzyıllarda bir tarihte, Adem ile Havva’nın biyografisi olduğu iddia edilen ilginç bir metin ortaya çıktı. Okurlar en sevdikleri hikâyelerin öncesini ve sonrasını hayal etmekten hep hoşlanmıştır, İncil’deki hikâyeler de buna dâhil. Yaratılış Kitabı’nın efsanevi atalarımıza atıf yapan birkaç sayfasından yola çıkan isimsiz bir müstensih, Adem ile Havva’nın maceralarını (daha doğrusu) Cennet’ten kovulduktan sonra başlarına gelen kötü maceraları anlatan Adem ile Havva’nın Hayatı adlı bir kitap kaleme aldı. Kitabın sonunda, ilk edebiyat eserlerimizde sıkça görülen o postmodern dönüşlerden birinde Havva, oğlu Şit’ten anne babasının hayat hikâyesini doğru bir şekilde yazmasını ister: Okurun elinde tuttuğu kitap işte o hikâyedir. Havva, Şit’e şöyle demiştir: “Dinleyin çocuklarım! Taştan ve kilden tabletler yapın ve üzerine benimle babanızın tüm hayatımızı ve bizden duyduğunuz, gördüğünüz her şeyi yazın. Eğer Tanrı ırkımıza su ile hüküm verirse, kilden tabletler çözülür ve geriye taş tabletler kalır; eğer yangınla verirse hükmümüzü, taş tabletler parçalanır, kilden tabletlerse pişerek katılaşır.” Havva bilgece davranarak kilden tabletlerle taştan tabletler arasında bir seçim yapmamıştır: Metinde Havva gibi bu seçimi yapmamış olabilir, öte yandan her madde ona başka bir nitelik verir ve metin her ikisini de istemektedir.

Okumanın Tarihi’ni bitireli (ya da terk edeli) neredeyse yirmi yıl oluyor. O zamanlar okuma edimini, bu zanaatın algılanan niteliklerini ve nasıl oluştuklarını incelediğimi sanıyordum. Aslında, okurlar olarak ekonomik, siyasi ve teknolojik kaygıların ötesinde, Havva gibi seçmek zorunda olmadığımız, her şeye sahip olabildiğimiz sınırsız hayali bir alanda, eğilimimizin (ya da tutkumuzun) peşinden gidiyor olduğumuzu bilmiyordum. Edebiyat bir dogma değildir: Sorular sunar, kesin yanıtlar değil. Kütüphaneler özünde düşünce özgürlüğünün mekânlarıdır: Onlara dayatılan herhangi bir şey bize dayatılmış olur. Okumak karşıtlıklar koyarak değil, uzaktan, uzun zaman önceden şahsımıza seslenen kelimeleri tanıyarak dünya ve kendimiz hakkında biraz daha fazla şey bilmemizi sağlayan, ucu açık bir araçtır ya da olabilir.

Türkçesi: Başak Bingöl 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi