Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

OKURKEN YAZMAK


Gördüğüm ilk kitap Kur’an’dır. Üç yaşında mıyım, dört yaşın­da mıyım? Yerde, dolap önünde, minderinde bağdaş kurar, bir eline Kur’an’ı alır, öbür yanda dizine de beni oturturdu dedem. Okurdu. Ben de onun baş hareketinden kopya alır güya okurdum. Bugün di­yorum okurdum diye. O tarihte bunun okumak olduğunu bilmiyo­rum. Kur’an, kitaptı. Mübarekti. Yaptığımız da namaz gibiydi. Bir çeşit duaydı. Zikirdi.

Harfleri tanıdığımda, hecelemeye geçtiğimde beş yaşında yok­tum herhal. Annemin babamın ilk çocuklarıyım, heves etmişler, okula, öğretmene iş bırakmamışlar. Dolapta kapları kara, sayfaları san on, on beş kitap vardı, galiba taş baskılı halk hikâyeleri idiler. De inkılâp yazısıyla yazılı bir şey, pazardan pazara alman “Yeni Sabah’la “Cumhuriyet” dışında hiç mi hiç yoktu. Bunlar da büyük­lere mahsustu. Kunduracılar İçi’ndeki dükkâna “Karagöz” bırakırdı müvezzi. Harfleri iri iriydi, satırları aralıklı. Neler anlamışımdır ki! Karikatür de vardı “Karagöz”de. Kolayıma gelirdi, bakardım ya, yine anlamadan.

Yazının okunur bir şey olduğunu ilkin dükkân tabelalarından öğrendim ben. Üç tekerlekli ama zincirsiz bir bisikletim vardı, Kunduracılar’dan Tenekeciler’e, Tenekeciler’den Sebzeciler’e, Sebzeciler’den Pirinçpazarı’na, Aynalıkavak’a bütün çarşıları dola­şır, hem de önlerinden geçtiğim dükkânların tabelalarını okurdum: Aşçı Behçet User. Kahveci Ali Eker. Terlikçi İsmail Mavituna. Kun­duracı Hakkı Öz. Tenekeci Şükrü -soyadını hatırlayamadım.

Kitapla yazı arasındaki ilişkinin fakına varışım ilkokulda “Alfa­be” ile oldu. Farkına vardım ve kitabı da, yazıyı da okula ait bildim. Kitapların başındaki tarihli, sayılı, numaralı Talim Terbiye Kurulu kararıyla basılmışlık notu da bilgimin teyidi idi. Ders kitabı dışın­da bir kitapla geç karşılaştım. Ortaokula gidiyordum, tek ciltli bir ansiklopedi ile TDK’nın “Türkçe Sözlük”ü alındı bana. Şiir miir, hikâye, roman değil. Dedemlerden ayrılmış, gürültücü, kavgacı bir sokağa kiracı olarak taşınmıştık, sokağa çıkarılmıyor, evde gayet steril şartlarda tutuluyordum. Eve alınan takvimleri biriktirirdim yıl lar yılı. Komşulardan, akrabalardan istedim. O Ülküler, o Ziyad Ebuzziyalar, Saatli Maarifler bir koli oldular. Dönüp dönüp bunları okuyor, sözlük karıştırıyor, ansiklopedi hatmediyordum. Kitap de­mek ders kitabı demekti benim için yahut ders kitabı gibi didaktik yayınlar.

Hikâye mikâye gibi fasa fisolar da geç girdi hayatıma. Dör­düncü sınıftaydım, suyunun suyu, on altı sayfalık bir “Robinson Crusoe” geçti elime, okurken heyecandan öleyazdım. Ona rağmen başka serüvenlerin merakına da kapılmadım. Orta ikideydim, iki arkadaşımı, derste, sıra içinde gülüşerek “Nur Baba” okurlarken gördüm. “Bizim Köy”den haberim oldu -köylülerin saftaronlukları anlatılıyor, denmişti. Ben de o gözle okudum, dahası Mahmut Makal’dan bir kitap daha aldım: “Memleketin Sahipleri”. Bunlar iyiydiler, hoştular da, eğlenceliktiler; bir sözlüğün, bir ansiklope­dinin, hatta bir takvim yaprağındaki özet tarihin bile ağırlığı yoktu bunlarda. Uyduruktular.

Yazma isteği nasıl uyandı bende? Bilmiyorum. Hücre hapsin- deyim, dayanma gücümü yeni meşgalelerle artırmak istemiş ola­bilirim. İyi de ne yazacaktım? Neler okuyorsam onları. Eğitime inandırılmışım bir kere, eğitici olmalıydı yazacaklarım da. Günün tarihini gözüm kesti.

Aynı günün takvim yapraklarını yan yana getiriyor, yazılanları okuyordum -ortalama alacak, ben de benzerini yazacağım. Neden tarih? Dede evimizde radyo vardı, alaturka saatle 19’da açılır, önce ajans haberleri, 19.15 ’te de Feridun Fazıl Tülbentçi’nin “Takvimden Bir Yaprak”ı dinlenir, çıt! kapatılırdı. Öğrenmiştim: Tarih önemli. Cümlede, ifadede problem yaşamadım. Fakat asker ve top tüfek sa­yısının takvimden takvime tutmadığını gördüm. Kumandan adları bile tutmayabiliyordu. Hatta hatta gün, ay, yıl... Hangisi doğruydu? Bunu aşamadım. Lütfi Örer adında bir gazeteci vardı, gazetesinin adı “Cemiyet”, orada yayımlayacağı sözünü de vermişti yazacakla­rıma, öyleyken bıraktım yazmayı.

Bizim sokağın okul çağında çocuğu olan her evinde kesekâğıdı yapılırdı. Bakkalların, manavların hurda kâğıtçılardan aldıkları iade gazeteleri emaneten eve getirir, bir bez üstünde keser, katlar, sulan­dırılmış unla hafif, katlayıp kapattığımız altını da kuvvetli vaoıstı- oluyor, hatta bunların içinden kimileyin kitap da çıkıyordu. Birinde “Kocaeli” kitabı çıktı. Bizim Adapazarı 1954’e kadar Kocaeli’nin ilçesi, kitap 1954’ten önceye ait olmalı, içinde Adapazarı da vardı. Yazılara, fotoğraflara baktım, beğenmedim. Çok eksikti. Yine he­veslendim. Neler yazarım diye düşündüm: fabrikalar, camiler, si­nemalar, yollar... geldi aklıma. Fabrikalardan başladım. Vagon’la Zirai Donatım’ ın ilgilendiğini söyleyemem. Ama Şeker’de İsmail Kösemen adında bir zat, belki müdür, belki müdür muavini, isimli şöhretli bir yazarı karşılar gibi karşıladı beni, elime broşürler ver­di, en güzeli de ne? “Soracaksmdır!” diyerek kendi sordu, kendi cevapladı, not almam için tekrarladığı oldu, bir de bir şey söyledi, fincanda geldi, salepti galiba -Allah rahmet eylesin! Mülakatları tamamladım, yazmaya koyuldum. Yirmi üç sayfa yazdım. Azdı, bunun farkındayım; ama arkalanırım diye düşünüyorum galiba, Talim Terbiye klişesi de adres gösteriyor, yirmi üç dosya kâğıdını diplomaymış gibi itina ile yuvarladım, kırmızı kurdele ile bağladım, İl Milli Eğitim Müdürlüğü, Taşöz Oteli’nde, kirada o zaman, git­tim, müdüre çıktım, derdimi anlattım. Yazdıklarıma bakmadı bile, ben orta ikideyim, bana bir öğretmenimizin adını verdi müdür, ona götürmemi söyledi. Yazdıklarıma o da bakmadı, fakat öyle bir şey söyledi ki hiçbir hevesli bu doğruyu duymak istemez: “Yazmadan önce oku, oku, oku!”

Şiiri kim soktu kafama? Ağır yazıyı kıvıramayınca kendi kendimi yönlendirmiş olabilirim. Hepsi dört tane. Hepsi de “Anadolu” gazetesinde yayımlandı. Biri İstanbul’un fethiyle ilgili: “504 Yıl Önce Bugün” -yıl demek 1957. Biri “Zelzele”. Biri “Ağlama Kıbrıs Ağlama”. Çok gerçekçiyim; sevmek, arkadaşlık, hayal yok bende. Yazmak, toplumsal sorumluluk ister çünkü. Fakat dördüncü şiirim bunlar gibi değil; eskiler “methiye” diyorlar ya, siz “yalakalık” anlayın: “Anadolu Gazetesi”. Şiir değildi bu. Önceki üçü de değildi ama, onu büyüklerin göstermesi gerekiyordu bana. Neden bu yalakalığı ettim? Ayıptı bu; ama bu ayıp toplumsalda tıkandığımı da hissettiriyordu. Bıraktım şiiri. Böylece ümmet de kötü şiirden kurtuldu.

O yaz Edirne’ye, teyzemlere gittik annemle. Adalı Halil Pehlivan’ın kabrine karşı, Ayvazoğlu Sineması’na yakındı evleri. Dedemin anlattıkları gibi hareketli ve sanki tefrikalı pek çok pehivan hikâyesi dinledim Edirne’de. Her gece sinemadaydık, bahçede, pek çok da film izledim. Teyzem ev terzisiydi, ölçü alırken, prova yaparken ayak bağı oluyordum, bana bir defter verdi, oda gösterdi, “Sen şiir yazıyormuşsun, bir de hikâye yaz bakalım” dedi. Hikâye? Ne olağanüstü hayatım var ne de böyle birini uydurabiliyorum. N’apmalı? Güreşleri yazmak zor geldi, güreş bilmek lazım. Film anlatayım, dedim; “Beni Şafakta Vurdular” adlı bir film heyecan içinde bırakmıştı beni. Hele ki Gönül Bayhan! Anlattım. Fakat film­den aldığım heyecanı aktaramadığımı gördüm. Kelimelerim yetmi­yordu. “Kadın baktı” diyor, bakışını nasıl, niçin vb sorular üzerinden çeşitlendiremiyordum. Giyimle ilgili bildiğim tek kelime “entari”, hadi olsun bir de “elbise”; ama kadının üstünde etekle bluz var, ben de bunları bilmiyorum. Hikâye yazamayacağımı da anladım.

Faik Baysal’ın “Rezil Dünya”sıyla bu aşamada karşılaştım. Ta­mamen tesadüf. Nedir tesadüf olan? Faik Baysal Adapazarlı’ymış, bilmiyordum. Romanının ilk on beş sayfası da Tığcılar Mahallesi’nde, hatta Döner Geçit’te geçiyormuş. Döner Geçit, anneannemin soka­ğı. Sokak olsun, evler, bahçeler, mahalleliler, çocuklar, işe giden, işten dönen erkekler olsun, kaldırımına, bağrış çığrışma, sardunya­sına, pişirdiklerine, oyunlarına, öksürüklerine,* zembillerine, hatta istasyondan gelen düdük seslerine, çınarlarındaki kargalarına kadar öyle gerçekti ki anlatılanın kim veya neresi olduğunu şıp diye bili­yorduk. Yaşanılan yer de yazılabilir, yaşanılan yer yazılarak yazar da olunabilirmiş -bu bilgiyi aldım Faik Baysal’dan.

Aldım ama 1972 yılına kadar da kullanmadım.

İlginçtir, şiiri, hikâyeyi kıvıramamıştım ama Varlık’ın şair ve yazar monografilerini de pencere önüne üst üste dizmiştim. Severek okudum bunları. Başka? Remzi’nin Kültür Dizisi. Sonra Platon’un diyalogları. Öğretici kitaplar lise yıllarımda da önde oldu yani. Bu arada tiyatroyla tanıştım mı, şehvetle de sevdim mi! Gözüm başka bir şey görmüyordu. Edebiyat okumalarım, lise sonda yaşadığım kırık bir gönül hikâyesinden sonra başladı diyebilirim, ama tiyatronun önüne de -şöyle bir on yıl var ki- geçmedi.

Bu on yılın beş yılı Ankara’nındır. Türk Dili ve Edebiyatı oku­yor hem de sinemadan, tiyatrodan çıkmıyordum. Dillerini bilmedi­ğim hâlde, sırf filmlerini izlemek için Fransız ve İtalyan Kültür Derneklerine bile üye olmuştum. Sinematek’in 120 nolu üyesiydim. Bu beş yıl içinde Ankara’da oynayıp da benim görmediğim beş oyun bilmem çıkar mı? Meydan Sahnesi’nde de oynadım. Mezuniyet tezim de Haldun Taner’in oyunları üzerineydi. 1968 mezunuyum. 68 Kuşağı’ndan olduğumu değil, tersine olmadığımı vurgulamak için söylüyorum bunu. 68 Kuşağı, 47’lilerdir; ben 45Tiyim, siyasetle il­gim de yandan.

Adapazarı’na öğretmen olarak dönmemle siyaset öne geçti. As­lında öne geçmedi, ben yine tiyatro delisiyim: oynuyorum, yöneti­yorum; ama lafımı da esirgemiyorum. Taşra böyledir: Uzun saçı, didon sakalı, kısa eteği ve şifonu şipşak görür. Şipşak etiketler. Si­yasetim böyle görülür oldu. Çok söyledim, hep söyleyeceğim: 12 Mart’ta Adapazarı’nda değil de İstanbul’da, hatta hatta İzmit’te öğ­retmen olsaydım ben, içeri alınmazdım.

Yine de Allah razı olsun askerlerden. O süreçte içerde ve dışa­rıda gördüklerimle kendime geldim. Demek, sendika, parti odaklı siyaset kısa bağlanmışlıktı. Onda bile yalan dolan ve ikiyüzlülük baskındı. Tiyatro ekiple yapılan bir sanat. Benimse insana güvenim kalmamış, tiyatroyu bıraktım. Ne ki sıkıntım var, derdim, meselem -anlatmak istiyorum. Paylaşmak. Haldun Taner’in bir sözü geliyor aklıma, boşluğumu hikâye dolduruyor. Hikâye, kısa, günümüzün sabırsız insanı için birebir. Tek kişili de. Yazar var sadece. Kâğıdın öbür ucunda da okur. Ama yazar da, okur da kâğıtla bir başlarınalar.

İlk hikâyem Temmuz 1972’de çıktı. Babamdan izler taşır. Öncesi yok. Yok değil, var. Eniştemin annesi hastaydı. Evden kaçıp kaçıp giderdi. Ondan etkilenerek “Evim” diye bir hikâye yazdıydım Ankara’da iken. Bir Claude Chabrol filminin etkisiyle yazdığım var bir de. Hepsi bu. Yayımlanmadılar. Dosyamdalar.

Kabiliyet olarak doğmadım. Şartlar yazıya heveslendirip yön­lendirdi beni, ben de gittim. Hele hikâye hiç mi hiç aklımda yoktu. Seçeneksiz kaldım, mecbur oldum. Buluşunca da sevdim; yahut şöyle: Kendimi hikâyeci kıldım.

Benim yazma hikâyem böyle.

SON EKLENENLER

Üye Girişi