Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

KİTAP, OKUMA VE KÜTÜPHANEYE DAİR  -3

Kütüphaneler, Kitapların okuyucu ile buluştuğu, kendine ait bir sistematiği olan; arşiv ve dokümanter bilgilerin toplanıp araştırmacılara sunulduğu bilgi havuzlarıdır. Bilgiye susamış her kişi, bu havuzdan kana kana içme imkânına sahiptir. Kü­tüphaneler, düşünce, sanat, bilim, teoloji alanlarında ortaya konmuş eserler ile okuyucunun estetik zevkine hitap eden ve daha birçok arşiv belgesinin olduğu esrarlı me­kan­lar­dır. Kü­tüphaneler; okuma–anlama idrakimizin, ha­yat fesle­femizi ne oranda etkilediğini gösteren somut göster­gelerdir.

 

Beyin Fırtınalarının Sakin Limanları

Kütüphaneler

Prof. John Dewey 1924 yılında Maarif Vekâleti’ne verdiği raporda; “Her mektep faal bir kütüphane merkezi olmalı, her binanın inşasından evvel plan yapılırken kütüphane salonu düşünülmelidir.” diyerek eğitim dizgesinin vazgeçil­mez bir öğesi olan kütüphanenin, ne denli önemli olduğunu ortaya koymuştur. Kütüphane anlayışının, bizim kültürü­müzdeki yansımalarına kısaca göz gezdirelim.

Halife Me’mun’un Bağdat’ta kurduğu Beytü’l Hikme’nin kütüphanesinde, bir milyon kitap bulunuyordu. Onuncu asırda, Endülüs’te Halife El-Hakim’in kütüphanesindeki kitap sayısı, yarım milyonu buluyordu. Rey kütüphanesinin kataloğu ise on büyük cilt tutmaktaydı.

Bağdat’a 891 yılında gelen bir seyyah, şehirde yüzden fazla halk kütüphanesinin bulunduğunu yazmıştır. İslam dünyasında rekor, bir milyon altı yüz bin kitapla Kahire’de Halife El-Aziz tarafından kurulan kütüphanedeydi. Bu ki­taplardan altı bini matematiğe, on sekiz bini ise hikmete dairdi. Arşiv kayıtlarına göre, Yıldırım Bayezid devrinde yapılan birkaç medresede kütüphane bulunuyordu. Vakfi­yeleri mevcut ilk vakıf kütüphaneleri ise, Edirne II. Murat Darülhadisi, Bursa Umurbey Camii ve Üsküp İshak Bey Medresesi kütüphaneleridir. III. Ahmet devrinden sonra, zengin koleksiyonlu ve geniş kadrolu kütüphaneler tesis edilir.

Tokyo’da 1966’da UNESCO tarafından organize edilen, Asya’da kitap üretimi ve dağıtımı toplantısında, listenin başına şu sözler eklenmiştir: “Her ülke tarafından kendi sosyal ve ekonomik gelişmesi programının bir parçası olarak kapsamlı bir kütüphane geliştirme planı uygulanacaktır. “Türkiye’de kütüphanecilik bütün yönleriyle gelişmiş değildir. 1956 yılında 135 halk kütüphanesi ve 61 çocuk kütüphanesi varken; 1987 yılında bu sayı halk kütüphanesi için 104’tür. Eski SSCB’de 2549 kişiye bir halk kütüphanesi düşerken, Türkiye’de ancak 64600 kişiye bir kütüphane düşmektedir. Bu rakam İngil­tere’de 3508, Belçika’da 4253 kişiye bir kütüphanedir.

Kütüphaneciler Derneği tarafından yayımlanan “2000’e 5 kala Kütüphaneciliğimiz” kitapçığında belirtildiğine göre, Tür­kiye’de 962 bin kişi halk kütüphanelerine üye olurken bu rakam İran’da 7 milyon, Fransa’da 16 milyon ve Meksika’da ise 39 milyondur. Modern bir kütüphanenin özenle vücuda getirilmiş, okuyucuyu ileri götürecek onun isteklerini ve ihti­yaç­larını karşılayabilecek zengin bir koleksiyona, yeterli bir ya­pıya, çağdaş bir kütüphane hizmeti verecek bütçeye, kütüp­haneden yararlanma bilincine varmış okuyucuya ve mesle­kî eğitim görmüş gerekli bilgi ve tecrübeye sahip personele ih­tiyacı vardır. Kütüphane biliminin beş yasası vardır. Bunlar:

1- Kitaplar okunmak içindir.

2- Her okuyucuya göre bir kitap vardır.

3- Her kitaba göre bir okuyucu vardır.

4- Okuyucunun zamanını boşa harcamamak gerekir.

5- Kütüphane gelişen bir organizmadır.

Halk ve çocuk kütüphaneleri birer eğitim kurumu olmala­rının yanı sıra, halka okuma malzemesi dağıtmak için, okul kütüphanesi sistemiyle birlikte kullanılarak, her ülkede okur-yazarlık oranı yükseltilebilir ve halk başka türlü ulaşamaya­cağı okuma malzemelerine bu sayede kavuşabilir. Bu du­rum, özellikle halk kütüphanelerinin sağlık kampanyalarına, tarımsal bilginin yayılmasına, teknik eğitime ve diğer sosyal gelişme programlarına katıldığı bölgeler için geçerlidir. Tür­kiye, halk kütüphanelerini bu amaçlar için kullanabilir, ay­rıca evinde yeterli fiziksel olanaklara sahip olmayan gençlere ve yetişkinlere çalışma salonları sağlanırken, bir yandan da çeşitli etkinliklerde bulunulmalıdır. (tartışmalar, film gösteri­leri, okuma günleri gibi) Hem gençlere hem de yetişkinlere bu tür hizmetlerin sağlanmasının ardındaki asıl amaç, başka türlü kullanma olanağı bulamayacakları malzemelerin onlara sağlanmasıdır.

Kütüphanelerimiz konusunda 1951 yılında Türkiye’ye da­vet edilen ABD Kentucky Üniversitesi kütüphane müdürü Dr. Lawrence S. Thomson, Maarif Vekaleti’ne verdiği ra­porda; Okul kütüphaneleri ve çocuk kütüphaneleri bahsinde “Devlet bütçesinden elde edeceğiniz her kuruşun önemini belirtmek isterim, zira demokrasi zaferi burada kazanılacak­tır. Şayet yeni nesli okuyucu bir nesil olarak yetiştiremeyecek olursanız demokrasiyi koruyamazsınız.” diyordu. Yaptığı tav­siye­lerden birinde ise, “Genel çocuk ve okul kütüphanele­rine sarf olunan paranın, milli birliği savunacak ordulara har­canan para kadar tesirli olduğu düşünülerek, bu kurumları geliştirmek için her türlü çabanın sarf edilmesi gerekir.” de­mektedir. Böylece bir ülkenin kalkınmasında, kendi içiyle barışık olmasında, kütüphanelere ne kadar büyük görevler düştüğü apaçık görülmektedir.

 

Yazarın Sorumluluğu
Yazar, topluluklara fikir üreten, ürettiği fikirlerle toplumsal hafızaya etki eden kişidir. Bu bakımdan yazar ilk önce içinden çıktığı topluma karşı sorumludur. Sorumlu olmak, omuzla­rında ağır bir yükü hissetmek demektir. Sorumlu olmak hata payını en aza indirmek için gayret sarf etmektir. Çile çekme­nin yazar vicdanında oluşturduğu rikkatleşmenin bir başka adıdır sorumluluk. Düşüncelerin yeniden gözden geçirilmesi, en iyiye doğru adım atmanın ilk basamağıdır. Yazar, olgunla­şıp fikir menbaı olacağı ana kadar kendi fildişi kulesinde bek­leyecektir. Sabrın memelerinden sükunet emip büyüyecek, gelişecek ve meydan yerine tam teçhizatlı bir kalemşör olarak çıkacaktır. Yazar için olgunlaşmak birinci şarttır. Ve bu şart yazarın ontolojik olarak kendi varlığına karşı birinci dereceden “Sorumluluk” bölgesidir. Sürekli okumak, ara vermeden okumak, okudukça düşünmek, düşündükçe ilhama varmak yazar için kaçınılmaz bir realitedir. Okunan her bilgi hafızaya kaydedilirken, notlar alıp işlemek, yazıya geçirmek, arşivler oluşturmak gerekir. Bilgiyi hammadde telakkisiyle ele alıp işlemedikten sonra, bir şeye yaramayacağını iyi bilmelidir ya­zar. Bilgiler direk şuurun verileri değildir. Sürekli gayret, yap­tığı işi sevmek belleği harekete geçirir. Merhum Cemil Meriç saatlerini kitap okumakla geçirirdi. Yaptığı işin ciddiyetine vakıftı. Babil kulesinden uçacağı ana kadar durma nedir bil­meden okudu, okudu ve yazdı. Das Kapital’i orijinalinden okuyup iki defter dolusu özet çıkartan bu insan, geceleri kitap saraylarını kiralıyordu. Ve nihayet toplum dinamiğine yön veren eserleri zuhur ediyor; Ümrandan Uygarlığa, Bu Ülke, Işık Doğudan Gelir, Sosyoloji Notları, Saint Simon, Kırkam­bar, Mağaradakiler... kalemine nispet edercesine şuurundan verilere dökülüyordu sorumluluk. Aynı yolda yürüyen yazar­larda durum hemen hemen benzerdir. “Mor Salkımlı Ev” adlı hatıratından öğrendiğimiz kadarıyla Halide Edip Adıvar oku­mak­tan gözleri hastalanmış, “Surmenaj” geçirmiş ama bu ka­hırlı yolda yürümekten asla vazgeçmemiştir. Okumadan yaz­mak bir Tanrı vergisi. Böyleleri biraz sezginin iç dürtüsüyle söze sahip olurlar. Necip Fazıl’ın yazmaktan okumaya pek fırsatı olmadığını yakın arkadaşları söyler. Ama her şeyden önce yazarın, eli kalem tutan, kelimata hayat veren yanıyla sorumluluğu ön planda olacaktır. Yazarın kamusal bir ödevi de sürekli üretken olmaktır. Yazar kimliğinin entelektüel biri­kimle desteklenmesi sorumlu olduğu toplum açısından önem­lidir. Yalnız toplumu yanlış yönlere gönderme, yazarın affe­dilmeyecek kusurudur. Çok okumaktan ziyade az ve etkin okumak, bilinçli bir grupla etkileşim içinde olmak en güzelidir. “Yazar” sadece belirli çerçeveyi çizmek için konulmuş genelin terim adıdır. Bununla birlikte günümüzde bilim dallarının çeşitliliği nispetinde yazar çokluğundan söz edilebilir. Ama bizce bilimsel-toplumsal hangi kimliği taşırsa taşısın fikri teka­mülü tamamlayıp belirli bir zümreyi aksiyona geçirebiliyorsa o yazardır. Yazar evrensel değerlere inanan insandır. Pespaye değildir. Yazar genel ahlâk kuralları içinde üretkendir. Yazar güven verir. Güvendirir. Yazar yanıltmaz, ve reelle iç içedir. Peki bu kadar kriter, gerçekten yazar kadromuz tarafından benimsenmiş midir? Şüpheci olmak okuyucu için en doğrusu. Şimdi en çok okunan yazarlara (!) -çok satanlara- bakın. Me­sela son zamanlarda “cinsel objeleri” işleyip aile (eşinin) dra­mından yola çıkan A. Karcılılar’ın “Gülden Kale Düştü” adlı romanı şövenizm, sadizm ve egoizmanın bir yazardaki gö­rüntüsüdür. Erotizmi bilinçaltı obsesyonu olarak ön plana çıkartma ve biraz da medyanın reklamı... İşte ne âlâ yazar! Ve işte yazar sorumsuzluğu... Kalemi her eline alan yazıyor. Şa­tafatlı bir nişane, ben yazarım. “Yazar sorumluluğu” son za­manlarda medyanın “etik” ve “evrensel nitelik” bakımından sorgulan­masını da gerekli kılmıştır. Kitle iletişimin gazete ve televizyon gibi iki önemli aracı, bilgiyi, haberi daha popülerize etmiş­tir. Medyada tartışma programı yapan yorumcu-yazarlar ger­çekten “sorumluluk” bilincinin farkındalar mı? Gerçekle bağ­daşmayan haberleri yazan, yorumları bağlı bulunduğu ideolojinin fikrine göre renklendiren yazardan hangi “yazar sorumluluğunu” bekleyebiliriz? Burada Jean Paul Sartre’in l kasım 1946’da Sorbonne’da vermiş olduğu konferanstaki şu bilgiler “yazar sorumluluğu” açısından çok önemlidir: “Yazar işlevi gereği özgürlüğü talep ettiği ve özgürlüğe zorladığı öl­çüde, yönetici sınıfa ya da herhangi bir sınıfa ideoloji sağ­layamaz… Demek oluyor ki, yazarın yalnızca burjuvaziye konuşmayı kabul etmesi mümkün değildir. Başkalarından da söz etmesi, onlar için konuşması ve onlara hitap etmesi ge­rekmektedir. Ama yazar bunu yapmamaktadır. Yazar olarak sorumludur, çünkü onların özgürleşmesini talep etmek zorun­dadır, baskıcı sınıflardan ya da onlara bağlı bir üye olarak kendini suçlu hissetmektedir (hissetmelidir) ve bununla bera­ber giderek kaybolmakta olan hâlâ, yönetici olan ve baskıcı sı­nıf olmanın bilincini taşıyan iyi niyetlilerinden, başkaca dinle­yeni yoktur. Öncelikle seslenmek istedikleri onu dinleme­mektedir. ”

Sonuç itibariyle “yazar sorumluluğu”, ahlâkî bir doktrin içinde ele alınmalıdır. Yazar, tüm sorumluluklarının, tarih biliminin geriye doğru bir postulatı değil ileriye doğru bir projeksiyonu olduğunu unutmamalıdır. “Yazar sorumlu­luğu”nun sonuç çıkarımlarını şöyle sıralayabiliriz:

a) Yaşadığı topluma “varlık” çerçevesinde sorumludur.

b) Bilgiyi işleyen tekelci olmaktan korkan, pragmatik yanı önde olandır.

c) “Evrensel etik” bilinciyle toplum şuurunu besleyendir.

d) Otokontrol ve otokritik yapan “Makyavelist” metottan uzak “realist” olandır.

e) Değerleri, “kültürel yelpaze” telakkisiyle zenginlik ola­rak kabul edip işleyendir.

f) Düşünceye saygıyı “toplumsal barışın” teminatı olarak görendir.

 

“Mor Mürekkep”le Yazı Yazmak

Güzel yazılar vardır; sahibine gıpta ettirecek cilalanmış yazılar. Bu yazılar, mürekkebini binlerce yıllık mumların heyulâlı gölgelerinden sabırla toplamışlardır. Işığın pervane­leşip kubbeleri öptüğü, ruhların katmerleşip hattatın -belki hattat Osman’ın, hattat Hüsrev’in- kolundan altın sarısı va­râklara “Ya Bismillah” lafzı celili meşk edilir. Muhsinzâde Ab­dullah Bey’in sûlûsunu seyrederiz asırlar ötesine giderek. Mor mürekkep “celî ta’lîk, celi dîvanî, kufi” ile mührünü vu­rur gelecek zamanlara.

Harflerin sihirli dünyasıyla meşk eylemektir yazmak. Ka­lemin mürekkebini kurutmamaktır. Mor mürekkebe gözbe­beklerinden hayat üflemenin, yazıyı “hayat” kılmanın; cüm­lelere “Allah’ın emriyle ol” ifadesinin “kıyam” bulmasıdır. Mürekkep yazının şekillenmesine vesiledir. Kalem mürekkep sevdalısıdır. Bütün bir vuslat “yazıda” olur. “Kalemle yaz­mayı öğretendir.” (Alak-4) ayetine secde eder bütün yazılmış olanlar. “Yazmak bir hayat tarzıdır; her yazar kendini yaza­rak gerçek­leştirir. Yazar, yaza yaza yaşayan adamdır; haya­tına yazarak anlam kazandırır.” (Yaza Yaza Yaşamak, Beşir Ayvazoğlu)

Yazıyı ölümsüz kılmak için yaratılmıştır mürekkep. Yaz­manın tadına varanlar bu emaneti en güzel şekilde nak­şe­derler kâğıtlara. Kitabî olanla başlar satırlara. Yani sağdan nak­şeder. Mor mürekkebe batırır “kamıştan kalemini” eskiye öz­lem­le. Ya da “Sheafer” marka ince uçlu kalemine emdirir mor mü­rekkebi, tıpkı annesinin ak sütü gibi. Buz üstünde rak­sın nasıl olduğunu biliriz. Dolmakalemin ya da kamıştan kalemin beyaz kağıt üstündeki süzülüşüdür mor mürekkep. Kağıtla visalin cümleler, mısralar, fikirler halinde kutsanma­sını sağlar mürekkep. “Ya mor mürekkep biterse! Mürekkep tarihe karışıyor. Kağıda düştükten biraz sonra rengini mora teslim eden sabit kalemler de öyle. Aramaya kalkışsanız kır­tasiyeci yüzünüze bir garip bakacak.” (Mor Mürekkep, Na­zan Bekiroğlu)

“Mor Mürekkep”, hayata sağdan bakmanın, olayları bir de öte­sinden yorumlamanın adı. Renk kimyasının insan dimağın­da­ki tazyikine bir cevaptır “Mor Mürekkep.” “Modern psi­ko­loji moru dinin simgesi olarak yorumluyor, cenneti temsil ediyor mor rüya dilinde, içsel bir yolculuk gizemleri aralayan, bir ken­dini tanıma. Bütünle irtibatlanma.

“Mistisizmin morla bağlantısı tesadüf değil. Metafizik. Ür­perti. Freud’un hocasının hocası A. F. Mesmer’in, gizemli bir atmosfer yaratarak leylâk rengi giysiler içinde hastalarına şifa dağıtmaya kalkışması bu bilincin ifadesi değil mi” (Mor Mü­rekkep, Nazan Bekiroğlu)

Geleneğin şark dünyasındaki modern açılımını görürüz Mor Mürekkep’te. “Yaşayanla yaşanmış olanı, gerçekle rü­yayı; tezle antitezi bir potada sindiririz. Sürekli, daim kılarız onları. Haya­tımızın küçük kesitleriyle olgunlaşırız bazen. Bü­yük şeyler mo­no­tonluk verir, usanırız. Anlamlandırmak için yaşamı renklerin diliyle konuşuruz. “Renk iletişimin önemli bir aracıdır. Mesaj taşır, anlaşılması benimsenmesi kolay bir şifredir. Dil engelini aşan bir iletişim ve anlaşım dolayısıyla da ikna silahıdır.” (Eğitim-Bilim, Nisan 2000, Ord. Prof. Dr. Oğuz Türkkan)

“Mor Mürekkep” yazının estetik formuna Türkçe’nin keskin kıvraklığını işlemenin bir başka adıdır. Kısa cümlelerden, derin mâna gergefine uzanan bir tarz. Edebiyat profesörü Nazan Bekiroğlu’nun “Mor Mürekkep” isimli kitabı, mürekkebi kuru­mamış yazılar içermektedir. “Yusuf köle pazarında mezada çıkarıldığında, alıcılar arasında sıraya giren bir acuzeye sordu­lar:

-Ey acuze, sepetinde birkaç tutam paçavradan başka bir şey yok iken hangi cüretle Yûsuf gibi bir güzele müşteri olabiliyor­sun?

O da dedi ki:

-Biliyorum ama bilinsin ki, ben de Yûsuf güzelliğini fark etmiş olanlardan biriyim!” (A.Turhan Alkan’ın Yol Türkü­leri’nden.) Mor Mürekkep, mürekkep esrarını fark etmiş bü­tün kalemşörlere kitabî bir heyecan tattırır. “Nün. Kalem ve ehl-i kalemin satırlara dizdikleri ve dizecekleri şeyler hakkı için.” (Kalem-1) “Oku Rabbin sonsuz kerem sahibidir. İn­sana bilme­dik­­lerini öğretendir.” (Alak, 3-5)

 

"Mavi Lale"de Yitik Sevda

Kitapların sayfalarını açmadan önce, onların ciltlerine ka­pak dizaynlarına bakarım. Her kitabın konusu o kitabın cilt kapağına işlenmiştir sanki. Okuyucu ne ile karşılaşacağını, hangi yolun başında olduğunu kitabın kapağından anlar. Bana göre okuyucuya samimî bir davetiyedir kapak. Sakın yanılmayın; bu söylediklerim iyi tasarlanmış, içerik ile biçim arasında göze hakim bir estetik kazandıran kitaplar içindir. Yoksa çok mükemmel nice eserler; cilt, tasarım ve dizaynda bir bütünlük olmadığı için istenilen ilgiyi görememişlerdir. Meseleyi bu kadar derin ele almayı düşünmüyorum. "Mavi Lale" isimli eser cilt tasarımı ve içerik açısından göze "al beni oku" davetini gönderir. Bir çini ya da bilmem hangi Kütahya porseleninin üzerine işlenmiş nakış, bizleri hayal dünyasının hangi renk koreografisine götürür meçhul. Hayal dünyası zengin, tarih şuuru yerinde olan insanlar, bu manzarayı, gökteki bir yıldızın gece karanlığında yanıp söndüğü gibi, hafızalarında ani bir parlamayla müşahede edeceklerdir.

Kitap, elimizde tutuşturulmuş bir çerağ gibidir. Sizleri bil­mem ama benim elime hangi kitap geçmişse onun sıcaklı­ğıyla kendimden geçmiş, aydınlatıcı tayflarıyla önümü daha iyi görür olmuşumdur. İnsanların bıkmadan okudukları ki­tapları bilir misiniz? Hani dönüp dönüp okudukları, okuyup okuyup da her seferinde ayrı bir lezzet alınan kitaplar. Kimisi Tolstoy’a bayılırken, kimisi de Raskolnikof u Tolstoy'da arar. Bazısı der ki "Vadideki Zambak" unutamadığım kitap; tam on kez okudum. Ama hepsi de klâsik değil mi? Klâsik eser odur ki her okunduğunda ayrı bir tat versin, ebedî olsun. İşte klasiği "klâsik" yapan da bu değil midir zaten? Bazen de bazı kitapları okumak için beklemek, o kıvama erişmek gerekir. Yeri gelmişken bu mevzu ile ilgili olarak Enis Batur'un bir hatırasını aktarayım sizlere. "1972 yılını kimi ana romanları okumaya ayırdım: Şato, Gecenin Sonuna Yolculuk, Ses ve Öfke; Proust, Joyce, Yourcenar-her okuma tamamlandı­ğında, Bilge Karasu'yla saatler boyu oturur konuşurduk, hep söylemişimdir: Ben ondan yalnızca 'yazma sanatı' ile ilgili pek çok şey öğrenmedim 'okuma sanatı' konusunda da kıla­vuzum olmuş olmasını büyük talihim sayarım. Onca anıdan biri, yeterince ipucu verecektir. 72 güzünde, kendi kendime, Musil’in Niteliksiz Adam'ını okumaya karar verdiğimde, Bilge, zarif bir biçimde bunun erken olduğunu imâ etti; an­ladım ve tepki verdim: Ne yani dedim. Benim, Musil'i anla­mayacak bir durumda mı olduğumu düşünüyorsun? Sabırlı üslubuyla, hayır dedi, öyle düşünmüyorum, demek istediğim şu: Bazı kitapların okunması için bazı yaşları beklemek bana şimdi daha doğru geliyor-sonra ekledi: ‘Zamanında ben de zamansız işler yapmışımdır, hiç değilse sen yapma diye uya­rıyorum.’ Onu dinlemektense kafamın dikine gitmeyi yeğle­dim, Niteliksiz Adamın ikinci cildinin ıkına sıkına 180. sayfa­sına gelebildim sonuçta. Bilge'ye gittim, ona "Haklıymışsın" diyeceğime, Niteliksiz Adam'ın şişirilmiş, son derece durgun, cüssesini hakketmeyen bir yapıt olduğunu anlatmaya kalkış­tım. ‘Dilerim’ demişti, hiç unutmuyorum: ‘İleride bu konuya dön­me olanağımız olur.’ Oldu. Tamı tamına on yıl sonra, l982'­de L'Arc dergisinin Musil özel sayısında bir incelemeyi oku­mam gerekti; "hünsalık" konusuna eğilen bu çözümle­mede romandan kimi parçalar alıntı olarak kullanılmıştı; gözlerime inanamadım: Dudak uçuklatıcı bir yaklaşım, sıkı bir anlatım, kor parçası kelimeler beni yeniden Niteliksiz Adam’a götürdü. Romanı olağanüstü haz alarak okurken Bilge'yi aramadan edemedim: O zaman ne dediğini anlaya­cak hizada değilmişim, şimdi şunu görüyorum: 20 yaşım­dayken kapısını aralayamadığım romanı 30 yaşımda keyifle okuyorum, ama onu adamakıllı anlayabilmem için sanırım bir de 50 yaşımda okumam gerekecek. Gözlüğün altındaki ışık büyüdüydü." Bu hatıranın arkasından, bize hemen şu yanılgı gelmesin; efendim, bu kitabı okumak için biraz daha beklemem gerekir, ha o kitap mı? Onu şu yaşımda okuyaca­ğım; yok yok onun için daha erkenim. Bu söylemler dikkat edin kitap vesveseleridir. Sakın bu hatıranın etkisiyle okuma işine ara vermeyesiniz. Bilakis hemen kitaba sarılın, hele bazı kitapları hıfzetmede hiç gecikmeyin. Hele bu kitap bir de "Mavi Lale" olunca, usanmadan okuyacaksınız Eminim.

"Mavi Lale", Nazan Bekiroğlu’nun ruh ikliminde dolaşan sevda bulutlarının bizde yeşerttiği bir bahçedir. Bu bahçe her türlü çiçek tarhıyla bezenmiş, bin bir türlü renk çeşnisinin kay­naşmasından oluşmuştur. Gül bahçesinin hemen yanında lalezârların neşvü nema bulması, çemenzârların yanında şeb­boyların boy atması "göz"e âdeta bir şehrayin yaşatır. Mavi Lale, "Mor Mürekkep"le yazılmış, kısa, öz anlatımla; kaybolmuş nice güzel değerler adına da yitik bir sevda masalıdır. Geçmişin bütün zaman kırıntıları, değişik mekânlarda farklı motiflerle algılanarak esatiri bir atmosfer oluşturulmuştur. Nazan Hanım "Mor Mürek­kep" te gösterdiği şiirsel anlatımı "Mavi Lale"de de yakalamıştır. Kısa, ama bir o kadar da derin. Manayı okuyucunun hafızasında âdeta bir "dikkat" şuuruyla işleyen yazar, bende hangi "vav üstad"ının kamış kaleminden gelen derin bir cızırtıyı hissettirdi bilemezsiniz. Zaten yazar, hayatı daha doğrusu geçmişi "masa­lımsı" bir atmosferde vererek, realitenin acıtıcı keyfiyetini "rüya" plastiğine işlemiştir. Mavi Lale, yiten nice sevdalarımıza yazılmış bir mersiyedir. Bakın bu mersiyede "Mavi Lale" nasıl bir renk kuşağına bürünüyor. "Yaprak üzerindeki şebnem damlasına isa­bet eden yıldırımın armağanı. Efsane. Lale. Azımsanır gibi değil: Gülün alımlı rakibi. Ama iki lâle var. Başlangıçta lâle Türk. 'Yaz evvelinde Gence düzünde' açması bu yüzden. Baş­langıçta kır çiçeği. Kendine mahsus tatlı bir fıtriliğin içinde taşralı. Geç İslâmî metinlerindeki Öztürkçe bir kelime ka­dar da sevimli ve yalnız. Öyle olmasaydı Divan şiirinin he­nüz başlangıcında Necati Bey, taşralılığını, edep erkân bil­mez­liğini imâ ederek, lâlenin gülün nezih meclisine alınma­dığını söyler miydi?

 

Taşradan geldi çemen sahnına bîçâre durur

Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler.

 

Böyle der miydi? Ünlü Avusturya elçisi Busbescg'in Türk Mektupları'nda, şehir dışında ve yol kenarlarında gördü­ğünden hayranlıkla bahsettiği lâle bu olmalı. Eski metin­lerde adı Lâle-i Numanî tamlamasının ağır başlılığında dursa da o bildiğimiz yabani çiçek: Gelincik. Fakat ikinci bir lâle daha var. Kırların, kendi üzerine kapalı mahcup gelinciğinden, bir uygarlığı ele geçirmiş ihtişamlı ve mülteci bir kimliğe uzanan bir serüven çünkü lâle. Başlangıçta taş­ralı sonra aristokrat, başlangıçta sade sonra muhteşem. Saf, sonra girift. Öyle, sonra böyle. Üstelik Lâle-i Numani'yi, her türlü çeşit isimlerle anılan ve bedeli ağır cazibedeki lâleler­den herhangi birine dönüştüren yol, bir Türkmen aşiretin­den bir "imparatorluk" çıkaran seyirden çok da farklı de­ğildi. O seyrin alfabesinde lâlenin, Allah lafz-ı celilinin ya­zıldığı harflerle yazılıyor olması itibarını artırdı. Hilâl de öyle. Ve üçünün de ebced karşılığı altmış altı, Elhamdülil­lah! Lâlenin gördüğü itibarda bu tevafukun payı büyük oldu. Öyle ki Allah sözcüğünü oluşturan ce­­vahir harflerinin noktasız oluşuna mebni lâleler pek de ma­k­bul sayılmadı. Noktalı ya da noktasız, lâle, iki kimliği ara­sında Türk ve Osmanlıydı. Ama seven ve sevilen hakikatin­de daima vedûd. Bu yüzden başlangıçta biriken esma-ı hüsna muka­bilince çoğaltıldı. İki binden fazla çeşidinin zuhuru bu yüz­den. Tanpınar, lâlenin stilizasyona son derece müsa­it oldu­ğuna dikkat çeker. Tecrit esasına dayalı Müslüman-Os­manlı sanatında, gülün hayattaki tartışmasız üstünlüğüne rağmen, lâlenin bu kadar yer bulmasının nedeni, bu çiçe­ğin bi­raz da "serapa üslûp" olmasındandır. Mimesis esasına göre görmeye alışmış Hollandalı ressamlardan birinin tuva­lindeki gerçeğine çok benzeyen sarı bir lâle ile bir Osmanlı çinisindeki gerçeğine çok da benzemeyen mavi bir Osmanlı Lâlesi arasındaki fark, iki dünya arasındaki fark kadar bü­yüktür. Gerçek hayatta mavi bir lâle yoktur. Doğru, ama, gerçek ile irtibatı ortak bir çizgiden ibaret kalmış bir tecrid muhayyilesinde de mavi bir lâlenin, sarı bir lâleden farkı yoktur. Ve yakalanması bir uygarlığın özümsenmesi anla­mına gelen o ortak çizgi, çini üzerindeki bir lâlenin lâle olabilmesi için hem yeterli ve hem de gerekli şarttır. Bu yüzden lâle, bir gül medeniyeti içinde yaşamasına rağmen Osmanlı’nın remzi. Hilâl ve Allah açılımlarındaki lâlenin çizgisinde Osmanlı’nın hüsn-i me­deniyeti inkişaf etti. Lâle Osmanlının ihyasıydı. Özden uzaklaştıkça ifnası oldu. Ve Lâle "boyunduruğa" dönüştü.

Ben şimdilerde on altıncı asırlardan kalma çini bir pen­cere alınlığında, tam sağ alt köşeye düşürülmüş mavi bir Osmanlı lâlesi neler düşünür, onu merak etmedeyim. Lâle mühürlü, ken­di tarihçesinin farkında mı her zaman merak edilebilir bir kâğıdın sat­hında. Ben. Yani modern zamanların mavi laleleri kavra­makta zorlanan bilinci örselenmiş, ben demekten hoşlanan çocuğu."

Mavi Lâle böylece tarih soluklayan bir rüya atmosferin­den modern zamanlara taşınırken asaletinden bir şey kay­betmiyor; aksine efsunlu yapısıyla bir sevda masalı olarak, tarihteki yerini alıyordu.

 

“Muteber Bir Nesne Yok Devlet Gibi” Üzerine
Yazı okuyucu ile iletişim kurmanın ya da duygularımızın okuyucuda bırakacağı etkinin ince bir sezdirilişi değil midir? Fikrimizin değer bulması bir bakıma onun antiteziyle müm­kün olur. Okuyucuda belirli bir etki yapan bütün büyük fi­kirler birazcık da "zıtlıkların" olmasıyla anlam kazanır. Tek­düze, mo­noton görüşler insana bakış açısı sağlamaktan uzak, hantal­laştırıcı, durağanlaştırıcı yapısıyla da keyfîyetsiz­dir. Toplum dinamiğine "katalizör" vazifesi yapan orijinal fikirler ufuk açı­cı olduğu kadar, çağdaştırlar, moderndirler. Anadolu Ereni büyük şair Yunus Emre'nin ilim hakkındaki şu mısraları, hem orijinalliği hem de çağdaşlığı bakımından beyan ettiğimiz fikirlere ne güzel örnektir.

 

"İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendin bilmezsen

Bu nice okumaktır."

Kitabın adı, “Muteber bir nesne yok devlet gibi..." Müellifi Prof. Dr. Hasan Yazıcı. Milliyet yayınları arasında birinci baskısı Nisan 1998'de yapılmış bir kitap. Sayın Yazıcı bir tıp profesörü, eserine verdiği ad Kânûnî'nin şu beytinden alınmıştır.

"Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya cihanda bir nefes sıhhat gibi"

Tıp mütehassısı olan Yazıcı'nın toplumun gidişatı üzerine kaleme aldığı yazılarını bir bakıma “toplum reçetesi" şeklinde değerlendirmek mümkündür. Yaşadığı toplumun sıkıntıla­rına bir akademisyen olarak katkısı elbette şükranla yâd edilmelidir. Sayın Yazıcı’nın bu kitaptaki yazıları daha önce "Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gibi gazetelerde yayım­lanmıştır. Bir derleme olan bu kitabın bana göre güncelliğini yitirmeyecek olması özellikle "eğitim-öğretim, adalet ve üni­versite" gibi hayati unsurlar için dile getirdikleridir.

21. Yüzyılda Türkiye'nin görüntüsünün nasıl olduğunu anlamak isteyenlerin özellikle de "bilimsel bilginin" yuvası olan üniversitelere bakması yeterli olacaktır. Üniversitelerin; bilginin projelere dökülen, toplumsal refahı arttırıcı, insanları kaliteye yöneltici misyonları olduğu inkâr edilemez. Yazıcı eserinde bu mevzuyu işlerken üniversitelerimizdeki çarpık anlayışları bir bir ortaya koyar: “Ülke genelindeki antide­mokratik ortamdan yararlanan kişisel çıkar takipçileri, zaten çok yönüyle aksatmakta olan Türk Üniversitesinin bilimsel yapısını daha da bozmuş, kimi kez korkaklığımız, bazen efendiliğimiz, çoğu kez de güncel işlerimizi izleme zorunlulu­ğunun getirdiği koşullardan olabildiğince yararlanmışlardır. Dürüstçe kabullenmemiz gerekir ki bu dönemde hemen hepimiz gereğince bilmediğimiz konuları öğrencilerimize ders diye anlattık, birçoğumuz başkalarının bilimsel yapıtlarını kendisinin gibi gösterdi; hiçbirimiz fütursuzca dağıtılan onur­sal ve bilimsel unvanlara gerekli tepkiyi göstermedi." (a.g.e. Üniversitelerimiz)

Bilimselliğin, bilimsel bilginin yuvası olması gerekirken, günlük siyasî çekişmelerin meydan yeri olmuş olan üniver­sitelerimiz mecrasından çıkmıştı. Bu yüzden bu topluma, "aydın" yetiştirecek projeler sunması zaten düşünülemezdi Üniversitede hoca "eğitmen disiplinini" kaybedebiliyor, öğ­renci öğrenmekten ziyade "yaşantısını zevk odaklı", gününü gün etme peşindeyken... kaliteli eğitim-öğretim, bilimsellik sadece lafta kalıyordu. Şunu da belirtmekte fayda var; politik kaygılarla açılan kimi üniversiteler sadece lise bilgilerini pe­kiştirmek -tabi ki liselerde iyi bir eğitim, öğretim var ise- ve öğrencilere diploma dağıtmaktan başka bir şey yapmamıştır. Toplumsal hedeflerinde "Kaliteli insan" yetiştirme gibi bir ideali olmayan sistemlerden kalkıp da bunları beklemek abes olsa gerek. Şerif Mardin bir yazısında "devletin liselerde ka­liteli bir eğitim yapılmamasını genel bir ideoloji olarak kabul ettiğini" yazar. Amerika Sanat ve Bilim Akademisi Üyesi Oktay Sinanoğlu da "Yetişmiş bir zümre, düşünen bir kitle oluşturmak istenmemiştir." beyanıyla aynı gerçeği dile getir­miş ve şöyle devam etmiştir. “Diplomalar veriliyor, profesör olunuyor, ortada bir şey yok! Öğrencilerin hepsi kantinde, kantin tıklım tıklım! Ben de bazen gidiyorum, öğrencilerle sohbet ediyorum. Ders konusunda bilimsel tartışma ya da ciddi hiçbir şeyin konuşulduğunu duymadım. Okumuşları böyleyse diğerleri nasıl olur? Sahiden okuyan, düşünen insanlar çoğaldığında Türkiye uyanır diye korkuyorlar. Zaten 1960-70’lerde eğitimin içini boşaltarak bunun önlemini al­dılar.” (Eğitim- Bilim, Mayıs 2000 Sayı: 20 s. 95)

Yazıcı bütün bu olumsuzluklara rağmen herkesi fert ba­zında şuurlandırmaya çağırır. “… büyük bir sabırla bu top­luma gerçek üniversitenin ne olduğunu anlatmaya çalışalım. Toplumu küçük görmek yanılgısına düşmeden, o korkulan ve kıskanılan teknolojiyi yakalamakta bilim ve onun ürünü özgün düşüncenin ne denli temel olduğuna örnekleriyle açıklayalım. Başta hukuk olmak üzere tüm sosyal bilimler, felsefenin uygarlığı yakalamakta teknolojinin de ötesinde önemli olduğunu bıkmadan, usanmadan söyleyelim.

Ülkeden umudu kesmek olmaz. Çağrımıza kulak verip bu toplumu eğitmekte ve yüceltmekte bize destek; onurlu ve vatansever yurttaşlarımız her kesimden, öğretmenden iş adamına, hakimden politikacısına mühendisinden işçisine kadar var. Onları bize emanet etmiş olanlar var, babalar var. Yeter ki tarihsel görevimiz olan bilim ve üniversiteyi savun­mayı biz benimseyelim.” (a.g.e. Üniversitelerimiz)

Hak bildiği doğruları hiçbir kaygıya meydan vermeden söylemiş olması sayın Yazıcı’nın “aydın” kimliğinin bir gös­tergesidir.

Kitapta ele alınan konular arasında ilgimi çeken ya da bana ilginç gelen “ahlâksızlardan ahlâksızı seçmek” isimli yazının içeriğindeki bilgi yanlışlarıydı. Sayın Yazıcı’nın tıp otoritesi olduğu ve bu beyandaki görüşleri muhakkak ki ilmî platformlarda hüsnü kabul görüyordur. Ancak tarihi bilgiler hiçbir zaman “hissiliği” kabul etmez. Tarih, sebep-sonuç iliş­kileri bakımından “sosyal determinizm” kurallarına göre değer­lendirilmiş olursa yanlış hükümler çıkar. “Osmanlı fe­tihlerinin bilançosu hep olumsuz. Girdiği her yeri, çıktığında daha kötü bırakmış. Anımsayalım, kadı, yani yargıç davaya göre ücret alırmış. Değil kadılıklar, kazaskerlikler dahi satışa çıkarmış…” (a.g.e. s.91-92)

Fetih bütün lügatlerde “bir beldeyi yaşanabilir hale ge­tirme, açma, ferahlatma” anlamında kullanılır. Osmanlı fe­tihleri, tarihi bilgi ve kaynakların ortaya koyduğu envanter­lere göre hiçbir zaman “Zorbalıkla, kan-terörle” olmamıştır. Bu mevzuda daha geniş bilgi için Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün “Bilin­meyen Osmanlı” eserine bakılabilir. Sa­yın yazıcı 20 Ekim 1994’te yazdığı bu yazısında kanımca o günün sosyal-siyasî ya da kültürel çıkmazlarına hissi bir yaklaşım sergilemiştir. Adalet ve ahlâk hususlarındaki gö­rüşleriyle hemfikir olduğum Yazıcı’nın evrensel ahlâk-etik kurallarının toplumun her kesiminde yaygınlaştırılması ge­rektiği hususundaki tesbitleri oldukça isabetlidir.

Bu eser, ele aldığı konular bakımından güncelliğini yitir­me­yen, bu memleketin geleceği hakkında projeler üretecek bütün insanlara fayda verecek, ufuk açıcı bir kitap­tır. Keşke herkes kendi “babil kulesinden” çıkıp da toplumun dertlerine tiryak olma gayretinde olsa… Fikrin ızdırabıyla kavru­lanlara Anadolu toprağından “yağmur” dolu bulutların geldiğini görüyorum.

SON EKLENENLER

Üye Girişi