Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Kitabın medeniyet tarihindeki uzun bir macerası dışında bir de şahsî tarihimizdeki macerası var. Kitap seven her insanın çocukluk yaşlarında karşılaştığı, hafızasında yer etmiş olan ilk kitaptan, bir süre sonra gününü olduğu kadar hayatının da büyük bir kısmını işgal eden raflar dolusu kitaplara doğru bir macera. Benim kitap sevdam, kitap hastalığı denilen bir seviyeyi bulmamıştır. Önceleri, severek ve merakla okuduğum, sonra ileride okuyacağım, mesle­ğimde faydalanacağım, daha sonra ilgi alanımda ve ilgi alanıma yakın alanlarda (bu alanlar bazen dışa doğru daireler hâlinde ala­bildiğine genişliyordu) kullanabileceğim, derken sadece zevk için sayfalarını çevireceğim kitapları ala ala geldiğim şu yaşımda artık pek çoğunu hiçbir zaman okuyamayacağıma emin olduğum on beş bin kitaplık bir kütüphane ile ne bibliyoman, ne de bibliyofil olama­dığımı biliyorum. Buna olsa olsa kitap sevdalısı denebilir.

Bir memur ailesi içinde 1930’lu, 40’lı yıllarda çocukluğunu İstanbul’da geçiren herkesin bana benzer veya yakın bir kitap serü­veni yaşamış olduğunu tahmin ederim. Annemin ve babamın rüştiye tahsiline, üniversiteye kadar gidecek olan ablamın da o yıllarda ortaokul yahut lisede olmasına rağmen evimizde kütüphane yoktu. Babamın kendi okuduğu eski harfli ders kitaplarından ve birtakım meslekî kitaplarından meydana gelen kitap dolabının ise epey sonra farkına varacaktım. Evde, o yıllarda çıkmakta olan Son Posta gazetesi okunuyordu. Yalnız ben ilkokula başlamadan en az bir yıl evvel okumayı öğrenmiştim, Son Postanın bazı yazılarını anlamadığım halde; ama ablamın renkli resimli kıraat kitaplarını severek okuyor, onlardaki şiirleri ezberliyordum. Ablam, Çocuk Duygusu adlı büyük boyda bir dergiyi de takip ediyor, bazen de Çocuk Sesi ve Afacan adlı dergileri alıyordu. Onların da bazı hikâyelerini, resimli roman­larını okumakla beraber yaşıma biraz daha yakın bir dergi aramış olmalıyım. Evimize yakın Balat çarşısında, dört yol ağzında Acem dediğimiz (İstanbulluların o zamanlar Acem dedikleri bu insanların İran Türkleri olduklarını epey sonra öğrenecektim) Tahsin Bey’in, gazete ve dergi de bulundurduğu bir büfesi vardı. Orada görüp aldı­ğım Yavrutürk, benim kendi isteğim, kendi paramla(!) alıp tâ ilko­kul sonlarına kadar takip ettiğim ilk dergi oldu. Tahsin Demiray’ın çıkardığı, Rakım ve Nimet Çalapala’ların yazdığı Yavrutürk, döne­minin en uzun ömürlü ve kaliteli çocuk dergisiydi. Cumartesi günle­ri çıkan dergiyi, çok erken saatlerde Tahsin Bey’in dükkânına gider, parmaklarımın uçlarına basarak tezgâha uzattığım üç kuruşa alıp heyecanla eve dönerdim. Her yazıyı acaba kaç defa okumuşumdur? Okula başlayıp yazı yazmayı biraz ilerletince de dört defter yapra­ğını katlayıp ortasından topluiğneyle raptederek Yavrutürk’ü taklitle bir “Küçük Dergi” çıkardığımı (belki birçok evde çocukların bu gibi hevesleri olduğunu düşünerek) söylememe gerek var mı?

Yavrutürk, dergide fotoğrafı çıkan okuyucularına kitap hediye ettiğini ilân edince benim de bir resmim gönderildi; onlarca oku­yucu fotoğrafı arasında kendimi bulmam, acaba ilk defa bir yayın organında görünmüş olmam gururunu mu vermişti? Sonra annemle beraber, Cağaloğlu’nda, Vilayet binasının hemen alt tarafında bulu­nan Türkiye Yayınevi’ne giderek promosyonumuzu aldık. Tahsin Demiray epey heyecanlı bir Türkçüydü, aldığımız kitap da yine kendi yayını olan ve çocuklar için resimlendirilmiş bir-iki formalık bir Tepegöz hikâyesiydi. Bu da kütüphanemin ilk kitabı oldu.

Bu sıralarda henüz kitapçı tanımıyordum. Yalnız her ayın ilk günlerinde annem ve ablamla beraber yaptığımız, özellikle bir erkek çocuk için o çok sıkıcı olan Kapalı Çarşı alışverişlerinde benim bu refakatimin bedeli, çarşının kapısında, tablalar içinde altmış paraya (bir buçuk kuruş) satılan bir simitle, daha da özel günlerde çarşı içindeki Çukur Muhallebicide yenilen döner kebap olurdu. Ama bu çarşı günlerinde asıl kazancım, hafızama ve şuuraltıma iyice yer etmiş olduğunu çok sonraları anladığım Sahhaflar Sokağı’nı tanımam olmuştur. Kapalı Çarşı’ya girip çıkarken şimdi olduğu gibi o zaman da çok defa Sahhaflar’ın içinden geçilirdi. 1950 veya biraz daha önce geçirdiği büyük yangın felâketinden sonra bugünkü halini alan Sahhaflar, o zaman üç-dört metre genişliğinde bir sokaktan ibaretti. Her biri en fazla iki metre eninde, derinliği de o kadar olan belki otuz- kırk kadar dükkân bu sokağın iki tarafında sıralanırdı. Kalın kütüğün­den epey yaşlı olduğu belli bir asma, yazın sıcak günlerinde taze yap­raklarıyla sokağın üzerini örter ve sokağa tatlı bir loşluk verirken iki yandaki sahhaf dükkânlarım da aralarında rekabeti olmayan, çok defa babadan oğula devredilen dostluk bağlarıyla birbirine kenetliyordu.

Bu sokaktan, bütün ilkokul yıllarım boyunca, bu çarşı alış­verişleri dolayısıyla kim bilir kaç defa geçtim. Bu dükkânların ne olduğunun ne zaman farkına vardım, ne zaman yakınlarıma sordum, hatırlamıyorum. Fakat bir süre sonra nadiren genç, çoğu orta yaşın üzerinde birtakım insanların bunların önlerindeki peykelere serpil­miş kitapları karıştırdıklarının, bazen çömelerek yerden aldıkları bir kitabın sayfalarını ağır ağır çevirdiklerinin, bazen de dükkânın kapısında sahhafla uzun süreceği anlaşılan bir sohbete daldıklarının dikkatimi çektiğini biliyorum. Bununla beraber Sahhaflar Çarşısı benim için daha uzun yıllar kitap alışverişi yapamayacağım, sadece teşhir ettikleri şeylerin değerli olduklarını sezdiğim; fakat henüz anlamadığım seyirlik bir müze olarak kaldı.

Asıl kitap sevdam ise ilkokulun son sınıfında, ilk defa evden epey uzak bir mesafeye, Babıali’ye kendi kendime gittiğim zaman başladı

(Zaman, 4 Mart 2002, Pazar, s. 17)

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi