Dr. Sigrid Hunke
İkinci Cihan Harbi'nden sonraki neslin, otomobil, buzdolabı ve televizyona karşı gösterdikleri iptilaya benzeyen bir kitap iptilası, İslam dünyasının her tarafına, bir salgın hastalık gibi süratle yayılır. Bu, önüne geçilemeyecek şekilde herkesi sarar. Tarihte ilk defa ancak Yeni Çağ'da kendisine üstün gelebilen bir şiddet ve genişlikte, Arap memleketleri halkına nüfuz eder.
Bugünkü insanın iktisadi, sosyal ve fikri seviyesi nasıl, emvali, otomobilin büyüklüğü ve televizyonu ile ölçüyorsa, bir Arap'ın da bu yönlerden seviyesi, 9. asırla 13. asırlar arasında, sahip bulunduğu kitaplarla ölçülüyordu. Halife Harun-ür-Reşid, "Asya'nın Eski Dalay Lama'sı" Bermekiler gelen vezirinin teşvikiyle, Bağdat'ta 'Hikmet Evi' (Beytü'l- Hikme) isimli bir kütüphane kurunca duyulmakta olan mühim bir ihtiyacı karşılar.
Bunu takiben kütüphaneler, topraktan fışkıran mantarlar gibi birdenbire gelişir ve çoğalırlar. Bir seyyah, 891 yılında Dicle kenarındaki başşehirde yüzden fazla umumi kütüphane sayar. Artık her şehir, her Ali ve Veli'nin, ariyet kitaplar alabilip okuma salonlarında bilgisini derinleştirebildiği, içinde mütercim ve musanniflerin çalışmalarıyla müzakere ve sohbetler için salonları bulunan bugünkü 'İngiliz Kulüpleri'ne benzer, kendi kütüphanesini inşaya başlar.
10. asırda Batı manastırları, nadiren sahip bulundukları birer düzine kitabı, zincirlerle tespit ve muhafazaya çalışırlarken Irak'ın Necef gibi küçücük bir kasabası 40.000 ciltlik bir kütüphaneye sahip bulunmakla iftihar eder. Rey şehir kütüphanesinin mevcudunu tespit için on büyük kataloga ihtiyaç duyulur. Her caminin bir kütüphanesi vardır. Her hastane ziyaretçiyi, geniş kitap dolapları bulunan büyük salonunda kabul eder ve talebelerin ders malzemesi, hastane doktorlarının da müracaat kitabı olarak faydalanmaları için bütün tıbbi yeni neşriyatı satın alır. Meraga'daki rasathanesi için Nasirüddin-et Tûsî, 400 bin ciltlik bir koleksiyon vücuda getirir. Bağdat'ta halifelerin yaptıklarını, devletin en uzak köşelerindeki küçük prensler de taklide çalışırlar. Cenubi Arabistan'da yüksek kültürlü bir emir, 100.000 ciltlik bir kütüphane kurar.
İbni Sina, daha on sekiz yaşını doldurmamışken, hasta olan Buhara Sultanı Muhammed El -Mansur'u -onun özel hekimin isteği üzerine- muayene ve tedaviye gittiği zaman, bu hizmetine karşılık emirin sarayının kütüphanesinden, kendi çalışmalarına yarayacak kitapları seçip almasına izin verilmişti. Bu kütüphanedeki kitapların durumunu İbni Sina şöyle belirtir: 'Orada ne daha evvel ne de daha sonra, asla benzerlerini görmediğim ve ekserisinin müelliflerini tanımadığım kitaplar gördüm.'
İbni Sina'nın 'Sultan sarayını' terk etmesinden kısa bir zaman sonra değerli koleksiyon alevlere kurban gider. Bunu fırsat bilen düşmanları 'Orada mevcut bilginin yalnız kendi tasarrufunda bulunmasını istediğinden daha sonra şahsi malı olarak yayınlayabilmek için İbni Sina kütüphaneyi yaktı.' şeklinde bir şayia çıkanlar.
Kitaplara karşı iptila bakımından hiç kimse, hatta kütüphanesini tamamlayabilmek için bütün Şark'da ajanları bulunan Kurtuba Halifesi bile, Kahire'de Halife El-Aziz ile mukayese edilemez. 6.500'ü matematik, 18.000'i felsefi mevzulara taalluk eden eserlerle birlikte 1.600.000 ciltlik Fatimi Kütüphanesi bütün kütüphanelerin en güzeli ve en mükemmelidir. İktidara gelince oğlu tarafından bu kütüphanenin yanında inşa ettirilen on sekiz salonlu ikinci muazzam kütüphanenin kitapları buna dahil değildir.
Vezirlerle saray memurları, bu mevzuda yüce hükümdarlarının seviyesine yükselmek isterken acaba ikballerinden endişe etmiyorlar mıydı? İslam dünyasında böyle bir şey varit değildi. 963 yılında ölürken geride 117.000 ciltlik bir koleksiyon bırakan Vezir El- Muhallebi, bir istisna teşkil etmiyordu. Genç meslektaşı İbni Abbâd, 206.000 ciltlik kitaba sahip olmakla şöhret yapmıştı. Bir hâkimin 1.050.000 ciltlik bir koleksiyonu vardı. Bu nevi yekûnlara fazlasıyla varılıp da kitaplar tasnif ve 'İslami sanat üslubunda' ciltlenince artık en sevindirici bir mesele olarak iftiharla yalnız bundan bahsedilirdi. Onlar, kendilerini bu sevince o derece şiddetle kaptırmışlardı ki bir vezir, beraberinde otuz deve yükü kitap olmadan asla seyehate çıkmamasıyla ünlüydü. Birçok bakımdan bir Arap öğrencisi sayılan İmparator II. Fredrik'e bütün seferlerinde refakat eden deve sırtlarındaki kütüphanelerin asıl örnek ve menşelerini nerelerde aramak lazım geldiği artık bir soru mevzuu olmamalıdır.
Sultan Selahaddin'in özel doktoru İbnü'l- Mutran, meşhur Farmalaog İbnü't -Talmis veya tarihçi El-Kıf'tî'nin bir araya getirdikleri şekilde 20 ila 30 bin ciltlik kütüphaneler bugün kimde vardır? Bugünkü gibi rotatiflerle basılmayan kitapların, el ile yazılması aylarca veya yıllarca sürüyordu. Şimdiki gibi ucuz da değildiler. Optiğin kurucusu İbn-i Heysem, Öklid'in bir cildini 75 dirheme satın alır. Bu para ile o, altı ay yaşayabilirdi. Seyahate meraklı Kayruan'lı İbnü'l Cessar, bizzat yazdığı, 12.000 kilo ağırlığında ceylan derileri bırakır. On ton ağırlığındaki kütüphanesiyle diğer eşyalarını, yeni ikâmetgâhına nakledebilmek için 400 deveye ihtiyacı bulunduğundan Buhara sultanının sarayına gitme davetini, bir doktorun red mecburiyetinde kaldığı şayi olunca, diğer doktorlar buna şaşırmışlardı. Ölen bir âlimin evinden bütün ilim dallarına ait çeşitli kitaplarla dolu her biri birkaç insan tarafından güçlükle taşınabilen 600 sandık dışarı çıkarıldığını duyunca bunu kimse yadırgamaz.
Mesleki literatüre, şüphesiz halkın ancak bir kısmının ihtiyacı vardı. Bu bütün devirlerde de böyledir. Fakat Arap, her sınıf halkın arasında kitap sevenler mevcuttu.
Onlarda kitap sevgisi âlimlere münhasır değildi. Büyük devlet adamından kömürcüye, şehrin kadısından müezzinine varıncaya kadar, tahsil gören her şahıs, kitapçının devamlı müşterisiydi. 10. yüzyılda, özel bir kişinin kitaplığında ortalama bulunan kitap sayısı, o zamanki Batı'nın bütün kütüphanelerinde bulunanların yekûnundan fazlaydı. Nadir ve değerli kitaplardan müteşekkil bir koleksiyona sahip bulunmayan bir kimseyi zengin saymak yakışık almamaktaydı. Bir İslam tarihçisi bu mevzuda başından geçen komik bir vakayı şöyle anlatır:
"Kurtuba'da bulunduğum sırada, ihtiyacım bulunan bir kitabı araştırmak için sık sık kitapçılar çarşısına gidiyordum. Nihayet bir gün kitabı buldum. Pey sürmeye başladım. Fakat her defasında bir şahıs beni geçti. Ona dedim ki: Allah, öğrenci efendinin ömrünü uzun etsin. Eğer bu kitap kendileri için herhangi bir bakımdan çok lüzumluysa ben vazgeçerim; çünkü fiyat çok fazla yükseldi.' Rakibim: 'Ben öğrenci değilim; kitabın muhtevasını da bilmiyorum; halk arasında biraz itibarımı artırmak için bir kütüphane tesis ettim. Kütüphanemde bu kitabın tam dolduracağı boş yer var; ayrıca yazısı ve cildi de çok güzel olduğundan kitap hoşuma gitti. Bu sebeple ödeyeceğim paranın miktarına önem vermiyorum. Çok şükür kudretim müsaittir.' şeklinde cevap verdi. Ben de ona: 'Bu kitabı almak için, senin gibi bir insanın gerekli paraya sahip bulunması, cevizi olup da yiyebilmek için dişleri bulunmayan bir kimseye benzer.' dedim."
Ama, Araplar arasında 'dişi olanlar' ordular kadardı. Arap dünyası, entelektüellerinin fazlalığı yanında yüksek iktisadi konjoktürünü de sadece birkaç sene boyunca değil, asırlarca muhafaza eder. Kitaplara karşı gösterilen büyük ölçüdeki düşkünlükte Arap iktisadi hayatı mühim bir rol oynar. Her sene kitaplara, milyarlar yatırılır. Yalnız Bağdat'taki meşhur Nizamiye Medresesi Kütüphanesi'nin yıllık bütçesine, yeni kitap ve yazmalar temini için ilave olarak bir buçuk milyon altın frank tutarında bir tahsisat var.
Kitaplara karşı Arapların gösterdikleri bu büyük ilgi sayesinde, yüz binlerce insan iş ve ekmek temin eder. Müstensihler ve hattatlar, meslekte hakiki sanatkârlardı. Her kütüphane ve kitapçı, kendilerini bu sahada yetiştirmek isteyen kimselerden müteşekkil bir kadro çalıştırır. Aynı şekilde Semerkand, Bağdad, Şam, Suriye, Trablus, Filistin, Tiberya ve Endülüs'te Valansiya civarındaki Fativa'da bulunan kâğıt fabrikalarında mütehassıs kâğıt imalatçıları vardı.
Yine aynı sebeple kitapları, bugün bizim yaptığımız gibi 'Çin tarzında' iki, dört, on altı misli; mansûrî yani (foliya) suls yani (oktav) boyutlarında kıvırıp ciltleyen mücellitler, sanatkârane şekilde süslemiş kitap kapakları hazırlayan deri işçileri vardı.
Her sene muazzam miktarda kâğıt, mürekkep, Arap zamkı imal edilip harcanmakta, genç ceylan ve keçi derileri, ipekli yumuşak parşömenlere ve nefis maroken ciltlere harcanmaktaydılar. Onun için, eczacı gibi, kitapçı da Arap icadıdır. Tarihte kültür aracısı olarak kitapçı, kültür merkezi olarak da kitabevi, ilk defa ve uzun zaman yalnız Arap dünyasında mevcuttu. "Kitapçılar" tabiri Bağdat'ın Basra kapısında, içinde yüzden fazla kitapçı dükkânı bulunan çarşısının dörtte birini ifade ederdi. Orası, Bağdat'ın bilginler dünyası, her taraftan devamlı şekilde gelen âlimlerin buluştukları devletin kalp ve dimağıydı. Burada filozof, şair ve astronomun yanında yeni neşriyatı baştan aşağı gözden geçirir; doktor, tarihçi ve koleksiyoncu, eski eserleri ele geçirmeye çalışır. Münakaşalar yapılır, yüksek sesle kitap okunurdu. Burası bilginin mübadele merkezidir. 100'üncü yılda yayınlanan 'Fikir Mübadelesi' (Muhadarât) isimli bir eser, kısmen bir filozofun evinde kısmen de kitapçılar çarşısında geçen konuşmaları gayet güzel bir şekilde açıklamaktadır.
Bilginler isim ve sırasında bizzat yer alan Bağdat kitapçılarından İbnü'n-Nedîm, o tarihe kadar Arapça yayınlanan bütün tercüme ve orijinal eserlerin müelliflerine ait biyografileri belirten 'İlimlerin Katalogu' (El- Fihrist) adlı eserini aynı yıl bilgin müşterilerine sunar. Alim kitapçı eserine, her kitabın yazarına ait biyografik notlardan başka kısmen şahsi bilgisini de ekler. İbnü'n-Nedîm'in bu şahesere koyduğu aşağıdaki ön söz, onun kısa ve nükteli konuşan bir şahıs olduğunu açıkladığı kadar, bütün devirlere ait kitapçılarla editörlerin de fikirlerini belirtir:
"Mütefekkirler, ön sözlere değil neticelere iştiyak duyarlar. Dört gözle bekledikleri bu hedefe uzun sürmeyen mukaddemelerle varmak isterler. Bu sebeple, sadece bu kitabı yazma hususundaki kararımı bildirmek için şu birkaç kelimeyle yetiniyorum."
İbnü'n-Nedim, birçok meslektaşları gibi esaslı bir ilmî eğitim görmüştü. Devrindeki en mühim filozofların derslerine devam ederek evlerinde bulunmuş, 10. asırda, her tarafta açılan ilmi kongrelere katılmıştı. Orta Çağ'ın 'En büyük göz doktoru' Ali İbn-i İsa'nın ve sabahlara kadar kendileriyle ilmi münakaşalar yaptığı diğer âlimlerin yakın dostuydu. Kendini insanların istifadesine sunan bu geniş bilgili ve fevkalade okumuş 'kitapçı' meslektaşları arasında bir istisna teşkil etmiyordu.
Bunların arasında, kitap meraklıları için değerli ve nadir kitapların alım satımında, onlara izahat verip yardımda bulunan antik kitap mütehassısları naşirin mümessiline başvurmaksızın doğrudan doğruya şehirleri gezerek yeni neşriyatı araştırıp bunları depolarına dolduranlar da vardı.
Bu neviden gezgin Iraklı bir kitapçı, tabib İbnü'r-Rıdvan'ın en iyi talebelerini, zengin tabib Efrayim bin Es-Safi'nin devamlı şekilde müstensihler çalıştırdığını, çalışma yeri için tıp ve diğer mevzulara ait eserlerden müteşekkil kıymetli bir hazine vücuda getirdiğini duymuş ve bir gün kalkıp Mısır'a gelmişti. Dostların tavsiyeleri ile meydana gelen tanışma, bunu takip eden sabırlı ve gecelerce süren konuşmaların doğurduğu ahbaplık, artık mevzua girme imkânı hazırlamıştı. Kitapçı, doktora mukni bir teklif yaptı. Tabip Efrayim de kütüphanesinden on bin cilt kitabı, ona satmaya karar verdi. Bu olay, Mısır'ın idaresine hakim devlet adamlarından biri olan Vezir El-Afdal'ın kulağına gitti. Platonik bir şekilde ilme âşık bulunan bu kudretli adam vatanperverane bir hoşnutsuzluk gösterdi. Mısır'da vücuda getirilen, Mısır'da kalmalıydı. Böyle bir şeref Irak'a devrolunamazdı. Efrayim bin Es- Sufi'yi yanına çağırtan Vezir El-Afdal, bir devlet adamına yakışan vazife ciddiyetiyle bu nevi hazinelerin memleketinde kalması lüzumuna onu inandırır. Iraklı ile anlaştığı meblağı, ona cebinden verir.
Aynı gün halk, birçok kitap sandığının vatanperver vezirin evine taşınmakta olduğunu görür. Iraklının sabır, güzel söz ve daha iyi drahmiye dayanan teklifleri boşa gitmiştir.
Yüz sene sonra 'Efrayim'in isminden başka ayrıca El-Afdal'ın da aile adını taşıyan tıbba ve diğer mevzulara ait sayısız kitaplarla karşılaştım.' diyen Usaybi'a bu olaya işaret eder.
Kendini tamamen ilim ve sanata veren, hararetli şekilde astronomi ile meşgul olan, kardeşi ile bir kavgayı şiir şeklinde belirten, El- Afdal seviyesinde üstün bir devlet adamı Arap dünyasında asla istisna değildir. O asırların Arap'ı, hâli-hazır insanının futbol merakına benzer şekilde zihnî alâka ve meraklara sahipti. Zihnî alâkalara sahip olmayan kimse ise kâmil bir insan sayılmazdı.
İşte Frenklerin tababetinden tüyler ürpertici örnekler veren Emir Usame İbn-i Münkiz! Haçlıların gemi batırma, yağmalamalarıyla bir gün o bütün emvalini kaybetmişti. Bu A-rap, tevekkülü ile kaderin bu darbesine tahammül gösterdi. Hayatının hatıraları arasında şunları da belirtti:
"Çocuklarımın, dostlarımın çocuklarıyla kadınlarımızın sıhhatli bulunmaları, servetimin tamamen kaybını bana unutturdu. Beni, yalnız kitaplarımın kaybı üzüyordu. Onların kaybı, bütün hayatım boyunca benim için bir ıstırap kaynağı oldu."
Bunlar, bir âlimin sözleri değildir. Bunları, daha çocukluk çağından itibaren büyük bir kısmı okuma yazma bilen bir milletin arasında sadece bir politikacı ve mücahit yazmaktadır.
Dursun Gürlek, Çınaraltı Sohbetleri, Timaş Yayınları, 2003