KÜTÜPHANELER NEDEN LÂZIM?[1]
İnci Enginün
Konuşmama bir soru ile başlıyorum: Kütüphaneler neden lâzım? Soruyu alabileceğim cevapların ürpertisiyle biraz değiştirelim: Kütüphaneler kime lâzım? Bu sorunun da cevabından ürküyorum ve yine değiştiriyorum: Kütüphaneler lâzım mı? Dikkat ederseniz, cevapları ağzıma bile almadan, değiştirdiğim soru şekilleriyle toplumumuzda bugün kütüphanelere hiç mi hiç ihtiyaç olmadığını belirtmiş oluyorum. Adına bir hafta ayrıldığına göre, bugünü kutlamak için benim de konuşmam istendiğine göre, üstelik benim bir kitap ve kütüphane dostu olduğum bilindiğine göre, sanırım bu girişi yadırgamışsınızdır. Ama haksız bulduğunuzu hiç sanmıyorum. Ağustos ayında yaşanan deprem İstanbul'da iki büyük kütüphaneyi kullanılamaz hâle getirdi. Daha önce başka türlü bürokratik bir depremin Hakkı Tarık Us kitaplığını kullanılamaz hâle getirdiğini biliyoruz. Ama ben bu konuda basında bir iki haberin dışında hiçbir şey okumadım. Bu durum ne bir şarkıcının elbisesi, ne de eş değiştirmesi kadar ilgi çekti. Bu tavır elbette yeni bir tavır değil. Yıllardır kütüphane haftalarını kutluyoruz. Bunların sonunda kütüphanelerimizin, kütüphanecilerimizin durumlarının değişmesinde hangi olumlu gelişmeler oldu? Bence bütün yıl süren faaliyetlerin bir dökümü yapılmalıdır bu gibi özel günlerde. Gelecek yıllık plânları açıklanmalı, hedefleri belirtilmelidir. Bir konu bir gün veya haftaya adını verince hemen hemen bir korkuya kapıldığını söylemeliyim. Bugün anın sonra unutun der gibi geliyor bana. Onun için de mademki benden bu hafta dolayısıyla konuşmam istendi, biraz dertlerimi dile getirerek dertleşelim.
Ben 1959 sonbaharından beri İstanbul'daki bütün kütüphanelerin sürekli okuyucusu ve ziyaretçilerinden biriyim. Dünyanın neresinde olursam olayım, kendimi en rahat, güvende ve mutlu hissettiğim yer de kütüphaneler olmuştur. Buna yukarıdaki sözlerime rağmen Türkiye'dekiler de dâhil. Kütüphanede çalışanlar daima benim dost çevremi teşkil ettiler. Bazılarının adını bile bilmiyordum, ama hizmetleri dolayısıyla onları kendime yakın buluyordum. Birbirimize gülümsüyor, hâl hatır soruyorduk. Şimdi yavaş yavaş kütüphanelerde tanıdık çehreler azalsa da ortak mekânın rahatlığı var. Merhum Hocamız Ali Nihad Tarlan ile Süleymaniye Kütüphanesi'nin gül bahçesine bakan bir odasında seminer çalışmaları yapardık. O tenkitli basımını hazırladığı Ahmed Paşa Divanı'nın çeşitli nüshalarını önümüze koyar ve mısraları teker teker okur, okutur ve açıklardı. O çalışmalarda neler neler kazandık. Kış günlerinde, soğuğa meydan okuyan parlak renkli bir gülün -nedense kış günlerinde açanlar ya kırmızı veya pembe renkli olurdu- neden kahraman sayılmadığını merak ettiğim de olurdu. Baharda ise coşan tabiat, hepsi birden açmış güller bize bülbül seslerini arattırırdı. Divan edebiyatının mazmun sisteminin bu kapalı bahçelere hapsedilen zengin tabiatla ilişkisini de hissederdik bu anlarda. Minyatürlü nüshalarda modern resmin esaslarının nasıl vaktiyle atalarımız tarafından sezilmiş olduğunu da yine bu saatlerde fark ettiğimi söylemeliyim. Kıpkırmızı ve yemyeşil bir at gördüğümde Chagall'ın atını hatırlamıştım. O zamandan beri de içimde hep, bir türlü gerçekleştiremediğim bir özlem besledim: Modern batı resmindeki tabloların mukabili olan beyitleri seçmek ve bunları bir arada okuyucuya sunmak İnsan zihninin, hayal gücünün birbirinden farklı ortamlarda nasıl yeşerdiğini göstermek için.
Tez çalışmalarımı yapmam gereken Nuruosmaniye Kütüphanesi'ni çok karanlık bulmuştum bu aydınlık çalışma ortamının yanında. Henüz kitapların aydınlığı, içinde bulunduğum mekânın karanlığını bütün bütün aydınlatmıyordu. Yalnız hâlâ kütüphanelerde gün ışığının sızdığı ve biraz yeşilliğin göründüğü ortamları tercih ettiğimi belirtmeliyim.
Beyazıt Meydanı bir kütüphane cennetiydi. Belediye Kütüphanesi'nin kocaman sobasıyla bir türlü ısıtamadığı dar salonunda, yaşlı beyler baktığımız eski harfli gazeteleri gerçekten okuyup okuyamadığımızı kontrol için bizi imtihan ederlerdi. Neler neler sormadılar. Bu kütüphanenin küçük şadırvanı etrafındaki kanepeler, bize muhtaç olduğumuz birkaç dakikalık dinlenmeyi de sağlardı. O yıllarda, şadırvanda yıkanan güvercinlerin neredeyse hepsini tanır hâle gelmiştik. Dışarda bol miktarda serpilen yemlerden bıkmış olan güvercinlerdi bunlar. Güller, güvercin ve serçelerden ibaret; kuşlar, kelebekler, şadırvandan ibaret, insanda mahremiyet duygusu uyandıran nefis bir yerdi. Bahar gelince, kışın bütün sıkıntılarını unutuverirdik. Merhum müdürü Orhan Durusoy'dan başlayarak nice müdürler gelip geçti. Antoloji çalışmaları için bize ayırdıkları odaları yıllar boyu daktilo sesiyle doldurduk. Orhan Durusoy'un ölümünden sonra gelip geçen müdürlerden daha iyi tanıyorduk kütüphaneyi. Bu kütüphane şimdi Taksim'de. Şu anda tam anlamıyla hizmet veren de Atatürk Kitaplığı. Bütün eski kitap ve süreli yayımlar tamir edilmekte. Bilgisayar ses çıkarmadığı için özel izinlere de lüzum kalmadı. Uygun bir yer bulunursa, Boğaz'ı seyrederek çalışmanın zevki sonsuz. Onların verilerini internete yükleme çabasında olduklarını biliyorum. Dilerim yakında gerçekleşir. Bu kütüphanenin tek kusuru mekânın darlığı, artan okuyucuya cevap veremiyor.
İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi ve üniversiteye bağlı çeşitli kütüphaneler -seminer kütüphaneleri dâhil- ne yazık ki çok az hizmet verebiliyor. Son depremden sonra da eski harfli pek çok eserin bulunduğu İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi kapandı. Bu kütüphanenin sağlam olmadığına dair bizim öğrenciliğimizden beri bir rivayet vardı. Demek doğruymuş. Ama kırk yıla yakın bir süre, sorumluların bu konuda bir şey yapmamaları neye bağlıdır bilmiyorum. Eğer tehlikeye dikkat çeken raporlar işleme konmuş, gerekli tedbirler alınmış olsaydı, bugün bu tarihî değeri büyük olan kütüphaneden mahrum kalır mıydık? Çok yakından bildiğim ve çok değerli eserlerin bulunduğu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nün kitaplığı da çok uzun zamandan beri elemansızlık yüzünden kapalı bulunmaktadır.
Hakkı Tarık Us Kütüphanesi'nde özellikle doçentlik çalışmalarım sırasında ve Ahmet Haşim'in metinlerini derlerken çok çalıştım. Bu kütüphanenin yeri plâkçıların arasındaydı. O gürültüyle mücadeleye çalışmamız, kütüphanedeki çalışma kadar uzun bir serüvendi. Bu kütüphaneyi kurmak için vakıf yapan, her şeyi teker teker sayıp döken Hakkı Tarık Us'un, kütüphanesini sürdürmek için aldığı tedbirler ne yazık ki sürekli olmadı. Anlaşılan Hakkı Tarık Us vakıf senedini hazırlarken en önemli faktörü, insan faktörünü unutmuş. Ailesinden kalanların ne kitapla ne de vasiyetle ilgili oldukları anlaşılıyor. Kütüphane bugün kapalı. Açılabildiği zaman acaba mevcut eserlerden ne kadarı kullanılabilir hâlde olacak? Bu kütüphane kitap vakfetmek isteyenler için ne kadar caydırıcı bir örnektir. Ben orada hademe olarak çalışan merhum Mehmet Beyin yardımlarını hep hatırlarım. Soğuğu iliklerimize kadar işleyen salonda kimlerle tanışmadık, ne çok kitap dostlukları kurmadık.
Bayezıt Devlet Kütüphanesinde de ben, çok çalıştım. Buranın da merhum Muzaffer Bey zamanından beri okuyucusuyum. Derleme kütüphanesi olmanın, resmî kütüphane olmanın sıkıntılarını hep çekti, çekmeye devam ediyor. Resmî kütüphanelerin okuyucusu olarak bana yansıyan en önemli rahatsızlığı istenilen kitapların çok uzun sürede çıkarılabilmesi. Onun için de mümkün olduğunca kitap istememeye çalışıyorum.
Günümüz sorumlu idarecilerinin çok tekrarladıkları bir ifade: Bilgi çağı. Ama bilginin temeli kitaplarla ilgilidir ve kütüphanelerimizden benim görebildiğim kadarıyla sadece Millî Kütüphane internette hizmet verebilmektedir. Üniversite kütüphanelerimizden ise bu hizmeti verebilen sadece Boğaziçi Üniversitesi. Fen alanındaki üniversiteleri aramadığım için bu hizmeti veren ama benim ulaşamadığım başka üniversite kütüphaneleri de olabilir.
Bunlardan kitapların künyesiyle ilgili bilgiler alınabiliyor. Eksikleri varsa da zamanla tamamlanacak. Elbette Türkiye'deki alt yapı eksiklikleri dolayısıyla verilere zaman zaman zor ulaşılıyor. Hâlbuki Amerika'nın Kongre Kütüphanesi'ne birkaç saniyede ulaşabiliyorsunuz. Çok zengin kütüphane. Bizimle ilgili, Türkçe kitaplar bakımından da hayli zengin. Ama her şeyi görmek için mutlaka kendi kaynaklarımıza ulaşmak gerekmekte. Keza Amerika'daki üniversite kütüphanelerinin hepsine de internetle ulaşmak mümkün. Bunlar bizde sözün bol olmasına karşılık, uygulamadaki noksanlıkların boyutlarını gösteriyor.
Bu saydıklarım uzmanlık kütüphaneleri. Bunlardan sadece Belediye Atatürk Kitaplığı öğrencilere de hizmet veriyor. Doğrusu, çocukların kütüphane havasını teneffüs etmeleri bakımından bu hizmetin verilmesinden yanayım. Çocukların gürültülerine, koşuşmalarına öfkelensem de belki ilerde kütüphane dostları ve okuyucu olurlar diye onlara tahammül edilmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak çocuklar genelde kitapla, araştırmayla ilgili değiller. Onlar kendilerine verilen ödevleri ansiklopedilerden fotokopi alarak yapmak niyetindeler. Bu yüzden ansiklopedilerden durmadan fotokopi çekiliyor. Bunun kütüphane hizmeti sayılması güçtür.
Çocuk kütüphanelerine, semt kütüphanelerine ihtiyaç büyük. Her semtte ufak da olsa bir kütüphane; evinde çalışma ortamı bulunmayan, ansiklopedileri olmayan çocuklara, evinin dışında bir yerlerde kendini meşgul etmek isteyen yaşlılara ne büyük bir sığınak olur. Bilmiyorum semt kitaplıkları diye bir proje var mı? Keşke olsa.
Bu tür kütüphanelerin ne kadar kurtarıcı olduğunu merhum Hocamız Mehmet Kaplan'ın tecrübelerine dayanarak belirtmek istiyorum.
Kaplan Bey geniş çevresine rağmen aslında kitaplardan oluşan bir âlemde yaşardı. Kitaplar onu hem hoşlanmadığı, sabit işlerden uzak tutar, hem de hayata ve günün gerçeklerine bağlardı. Burada tezatlı bir ifade kullanmış gibiyim. Ama onu tanıyanlar ve yazılarını, özellikle denemelerini okumuş olanlar bu bağlantıyı fark etmişlerdir. Edebiyatımızın İçinden adlı kitabının önsözünde "Yaşamayan için en derin mısralar bile boş kelimelerden ibarettir" demektedir. Gerçekten de kitap ile hayatın, kuram ile uygulamanın uyumu önemlidir.
"Konuşma da kültürü taşıyan bir nehirdir, ama pek çok şey döke saça gelir. Bugün geçmişten bize kalan, yaşanılan ve var olanın binde biri bile değildir. Okuryazar deyince kültürlü adam anlaşılır. Sözlü kültürü övdüm ama yazılı kültürü yeni kitabı övmek için uygun kelime bulamam. Binlerce yılın hayat tecrübesi, düşüncesi, hayali, felsefesi, yalanı ve gerçeği bugüne kitap denilen kâğıt ve basılı harflerden ibaret o masal gemisi ile gelir. Masal gemisi istersek bizi nerelere götürmez, kimlerle tanıştırmaz. Kitap bizi eski evliyalar gibi tayy-ı mekân ve tayy-ı zaman ettirir.
Pek çok şeyi kitaplardan öğrendim, dersem az şey söylemiş olurum. Bedbaht olduğum zamanlarda kitap beni mesut etti dersem, kitap okuyan herkesin bildiği bir hakikati tekrarlamış sayılırım ama bazı hakikatleri tekrarlamakta fayda vardır. Kitap denilen varlığın gerçekten büyülü bir saadet kutusu olduğuna herkesi inandırabilseydik, dünyanın yüzü ve insanların hayatı değişirdi."
Kitaplar vasıtasıyla dostluklar da kurduğunu belirten hocamız, "Ben okurken yaşadım, yani değiştim. Bu peşinen yanılmış olacağımı da kabul etmek demektir. Fakat ben yanılmak korkusuyla sevmek, okumak ve yazmaktan çekinmeyi hiçbir zaman doğru bulmadım" der.
Belki çoğumuzun ezberinde olan satırlardır bunlar. Her şahsın ve her milletin mutlaka okuması gereken bazı ortak eserlerin bulunduğuna inanan Mehmet Kaplan, ülkemizdeki fikir ve duygu karmaşasında bu gerçeğin yattığına inanırdı. Tek kitap okumak ve tek kitabın getirdiklerine, doğmalar olarak bağlı kalmak ne kadar hata ise, herkesin kendi fildişi kulesinde müstakil kitapları birbirinden habersiz okuması da aynı derecede dağıtıcı olmaktadır.
Edebiyatımızın İçinden adlı eserinde yer alan yazıların çok büyük bir kısmı bir kitaptan veya şiirden hareket edilerek yazılmış, kitap hakkındaki yazılardır.
Eline geçen her şeye bir göz atan merhum hocamız, okumaya hiç sansür getirmezdi. "Serbest düşünce, diktatörlerin en çok korktukları şeydir" der ve sık sık kitap ve kütüphanenin kendisi için nasıl kurtarıcı olduğunu anlatırdı.
Mehmet Kaplan fakir düşmüş bir ailenin çocuğu. Aile biraz daha rahat edebilmek için Sivrihisar'dan Eskişehir'e taşınmış. Mustarip küçük çocuk için bir masal sarayı vardır Eskişehir'de. Kendisinin bir yazısında "beyaz mabet" diye andığı bu mekân, bu masal sarayı Halk Evi Kütüphanesi'dir. Bu kütüphanede sayfalarını çevirdiği her kitap, onu mustarip hayatından, dışarının soğuğundan kurtarır. Hatta orada Goethe hakkında bir de konuşma yapar. Hayatımızda ilklerin önemini hiç unutmayız. Hocamız da sonra nice konuşmalar yaptı. Ama her hâlde onun için, bu ilk konuşma en önemlisiydi. Daha sonra bu kütüphanenin yıkılması onu çok üzmüştü. Bu üzüntüsünü de şöyle anlatır: "Hayalimde uzun yıllar bir beyaz düşünce mabedi gibi hatırası devam eden bu kütüphaneyi Eskişehir'e gidişimde ziyaret ederdim. Onu yıktıklarını duyunca, saadet ülkem tecavüze uğramış gibi üzüldüm. Ne olur kütüphaneleri de böyle mabetler gibi güzel inşa etseler ve onlara hiç dokunmasalar.
Benim gibi fakir, evlerinde kitap, masa, soba olmayan Anadolu çocukları için, kütüphane okul kadar, hatta okuldan da mühim bir saadet ülkesidir. Günlük hayatları dar olanlar, orada genişliği hissederler. Tarihe, dünyaya, kâinata, varlık ötesine açılırlar. Kütüphaneler, ruhların kendilerini en hür hissettikleri yerlerdir. Bundan dolayı onlara okullar ve mabetler kadar önem vermek lâzımdır" O.
Konuşmamın başında kütüphanelerimizin durumundan kendi izlenimlerimi naklederek söz etmiştim. Fakat sanıyorum, az veya çok hemen bütün kitapseverler bu izlenimleri paylaşırlar.
Öğrencilerimizi biz kitaba götüremiyoruz. Notlarla yetiniyorlar, onları kaynaklara ulaştıramıyoruz. Kütüphanelerimiz daha iyi şartlarda hizmet verebiliyor olsa, belki bir kısmı daha çok ilgilenir, demekten kendimi alamıyorum. Bugün ülkemizde üniversitelerin sayısı çok ama birçoğunun kütüphanesi yok. Hâlbuki günümüzün teknik imkânları bütün kütüphaneleri birbirlerine bağlayabilir.
Son olarak Millî Kütüphanemizden söz etmek istiyorum. Bu kütüphaneyi ilk gördüğümde şu izlenimi edinmiştim.
"Muazzam bir genişlik ve aydınlık, dolayısıyla daha ilk girişte insanın içine bir ferahlık veren nefis bir yapı. Bir tepenin üstünde değil, fakat kapladığı saha caddenin tam karşısına düşüyor. Böylece okuyucu içine gireceği binanın haşmetiyle karşılaşmış oluyor. Koyu renk ve camın hâkim olduğu yapının bir şahsiyeti var. İçersi, okumak isteyen veya daha doğru bir deyişle kültürle meşgul herkesi tatmin edecek şekilde düzenlenmiş. Henüz tefrişin devam ettiği binada genel okuma salonu, dergi ve gazete okuyacakların rahat ve huzur içinde çalışmalarını sağlayacak şekilde hazırlanmış salonları var. Ayrıca araştırıcıların tek başlarına çalışacakları küçük bölmeler, birkaç kişinin birlikte yürüttükleri araştırmalarını rahatça yapacakları yerler ayrılmış. Mikrofilm, harita okuma odaları, müracaat kitapları salonu vesaire.
Bunlar hep okuyucu ile ilgili. Bunların dışında konser salonu, galeri de bulunmakta. Atatürk kitaplığı, dokümantasyon merkezi, arşiv ve idarî bölümler. Kırk bin metre kare kadarlık muazzam bir mekân üzerinde kurulmuş olan Millî Kütüphane uzun yıllar kültürümüzün her sahadaki ihtiyacını karşılayacak şekilde hazırlanmış. Belli ki ömürlerini bir rüya için vermiş olanların gayretiyle vücuda getirilmiş.
Girişte insan pembemsi mermerlerle karşılaşıyor. Dıştaki koyu renk, Ankara'nın parlak ışıklı seması ile nasıl bir tezat yapıyorsa, binanın dış görünüşü ile iç arasında da kuvvetli bir renk tezadı var. Pembe hareli mermerler insanda beyaz mermerin ürpertici soğukluğunu uyandırmıyor. Okuma salonlarının civarında gözlerini salon dışında dinlendirmek isteyen okuyucular için istirahat yerleri ayrılmış. Daha henüz okuyucuya açılmamış, yerleşme hazırlıkları içinde olan bu güzel binada, bu renkli, rahat koltuklar birilerini bekliyor gibiydi."'21
Millî Kütüphane büyük bir hizmet vermeye çalışıyor. Ama ne yazık ki uzman kadroları gün geçtikçe azalıyor. Eleman sayısı bir türlü arttırılamıyor.
Bu büyük eseri kazandıranlar başta Millî Kütüphane'nin kurucusu Merhum Adnan Ötüken, Sayın Dr. Müjgân Cunbur ve diğer ilgililer. Onlar yapmaları gerekeni yaptılar, görevi başkalarına devrettiler. Ama hâlâ bir kütüphanenin, mekânıyla, eserleriyle birleştiren ve bu mesleği bir "hayat tarzı" hâline getiren geniş kadroları kurulamadı. Bunlar olmayınca da hizmetin aksaması kaçınılmaz oluyor
Doktora tezimi hazırlarken olduğu gibi doçentlik tezimi hazırlarken de uzun yıllarımı kütüphanelerde geçirdim. Halide Edib'in bibliyografyasını tespit için gazeteleri teker teker taradım, üç yıl kadar bunlarla uğraştım. Sonra İngiltere'ye gittim. Orada süreli yayınların çoğunun dizinlerini gördüm. Bunlardan yararlanarak Halide Edib'in yabancı yayınlardaki serüvenini bir yıl içinde tamamladım. Yurt dışındaki kütüphanelerde her çalışmamda dehşete düştüm. Heyecanlandım. Oralarda çalışırken de bazı çalışmalarımı vaktinde bitiremedim. Çünkü kitapları gördükçe yapmakta olduğum çalışmanın dışında bir şeyler de yapmak istedim. Üniversite kütüphanelerinin çoğunda bütün malzeme açık raflardadır. Bu kadar bol malzemenin araştırıcıları daha çok çalışmaya, daha çok şey görmeye kışkırttığını söylemek lâzım. Depolarda gizlenen eserler belki de bizdeki araştırıcıların merak ve ilgilerini kısıtlamada yararlı. Onları dağılmaktan alıkoyuyor.
Yabancı üniversitelerin kitaplıklarında süreli yayınların çok büyük bir kısmı artık mikrofilme alınmış. Bu yer bakımından büyük bir rahatlık sağlıyor kütüphanelere. Ayrıca eski gazete ve dergiler korunabiliyor. Mikrofilm makinelerine bağlı fotokopi makineleri ise parasını attığınız anda çalışıyor ve istediğiniz yazının fotokopisini size sunuyor. Puntoları çok küçük. Gözünüze güvenemiyorsanız.
büyülterek yeni fotokopi çektirmelisiniz. Ama malzeme hemen elinizin altına geliyor. Bizim gazete ve dergilerimizin büyük bir kısmı neredeyse tek nüsha kaldı. Onlar da erimekte. Elimizden gittiği zaman kim kimi, nasıl suçlayacak? Bunların kurtarılması şart. Bu konuda TBMM Kütüphanesinin mikrofilme aldığı ve satışa sunduğu koleksiyonlar olduğunu biliyorum. Elbette kütüphanelerimiz bunları alabilecek durumda değiller. Sadece o eserlerin kurtulmuş olduğunu bilmek de bir rahatlık veriyor.
Dert çok hem-dert yok düşmen kavî tâli zebûn
derken Fuzulî eminim kütüphaneleri ve kütüphanecileri ve okuyucularını düşünmemişti. Ama bu mısra, içinde bulunduğumuz durumu çok iyi anlatmıyor mu? Derdimiz çok, hem-dertlenmiz de çok, hiç değilse dertleşiyoruz. Kütüphanelerin içinde bulunduğu şartlar çok ağır. Onlara karşı çarelerimiz zayıf. Bütün bunlara rağmen, yıllarca çalışmalarımızı sessiz sedasız destekleyen, dost kütüphanecilere ben şahsen sonsuz bir minnet duyuyorum. Sizlerin huzurunda hepsine teşekkürlerimi sunuyor, şartların yakın bir tarihte düzelmesini, daha rahat ortamlarda çalışma imkânlarına kavuşulmasını diliyorum. Dilerim gelecek yıl bu günlerde, kütüphanelerimizde çalışmayı mutluluk hâline dönüşmüş görürüz.
[Sayı 127, Eylül 2000]
[1] Bayazıt Devlet Kütüphanesi'nde 28 Mart 2000 tarihinde yapılan konuşma. (Türk Dili dergisinin Haziran 2000 sayısında yayımlandı).