Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

KÜTÜPHANELER NEDEN LÂZIM?[1]

 

İnci Enginün

 

 

Konuşmama bir soru ile başlıyorum: Kütüphaneler neden lâzım? Soruyu alabileceğim cevapların ürpertisiyle biraz değiştirelim: Kütüphaneler kime lâzım? Bu sorunun da cevabından ürküyorum ve yine değiştiriyorum: Kütüphaneler lâzım mı? Dikkat ederseniz, cevapları ağzıma bile almadan, değiştirdiğim soru şekilleriyle top­lumumuzda bugün kütüphanelere hiç mi hiç ihtiyaç olmadığını be­lirtmiş oluyorum. Adına bir hafta ayrıldığına göre, bugünü kutla­mak için benim de konuşmam istendiğine göre, üstelik benim bir kitap ve kütüphane dostu olduğum bilindiğine göre, sanırım bu gi­rişi yadırgamışsınızdır. Ama haksız bulduğunuzu hiç sanmıyorum. Ağustos ayında yaşanan deprem İstanbul'da iki büyük kütüphane­yi kullanılamaz hâle getirdi. Daha önce başka türlü bürokratik bir depremin Hakkı Tarık Us kitaplığını kullanılamaz hâle getirdiğini biliyoruz. Ama ben bu konuda basında bir iki haberin dışında hiç­bir şey okumadım. Bu durum ne bir şarkıcının elbisesi, ne de eş değiştirmesi kadar ilgi çekti. Bu tavır elbette yeni bir tavır değil. Yıllardır kütüphane haftalarını kutluyoruz. Bunların sonunda kü­tüphanelerimizin, kütüphanecilerimizin durumlarının değişmesinde hangi olumlu gelişmeler oldu? Bence bütün yıl süren faaliyet­lerin bir dökümü yapılmalıdır bu gibi özel günlerde. Gelecek yıl­lık plânları açıklanmalı, hedefleri belirtilmelidir. Bir konu bir gün veya haftaya adını verince hemen hemen bir korkuya kapıldığını söylemeliyim. Bugün anın sonra unutun der gibi geliyor bana. Onun için de mademki benden bu hafta dolayısıyla konuşmam is­tendi, biraz dertlerimi dile getirerek dertleşelim.

Ben 1959 sonbaharından beri İstanbul'daki bütün kütüphanelerin sürekli okuyucusu ve ziyaretçilerinden biriyim. Dünyanın neresin­de olursam olayım, kendimi en rahat, güvende ve mutlu hissetti­ğim yer de kütüphaneler olmuştur. Buna yukarıdaki sözlerime rağ­men Türkiye'dekiler de dâhil. Kütüphanede çalışanlar daima be­nim dost çevremi teşkil ettiler. Bazılarının adını bile bilmiyordum, ama hizmetleri dolayısıyla onları kendime yakın buluyordum. Bir­birimize gülümsüyor, hâl hatır soruyorduk. Şimdi yavaş yavaş kü­tüphanelerde tanıdık çehreler azalsa da ortak mekânın rahatlığı var. Merhum Hocamız Ali Nihad Tarlan ile Süleymaniye Kütüphanesi'nin gül bahçesine bakan bir odasında seminer çalışmaları yapardık. O tenkitli basımını hazırladığı Ahmed Paşa Divanı'nın çeşitli nüshalarını önümüze koyar ve mısraları teker teker okur, okutur ve açıklardı. O çalışmalarda neler neler kazandık. Kış gün­lerinde, soğuğa meydan okuyan parlak renkli bir gülün -nedense kış günlerinde açanlar ya kırmızı veya pembe renkli olurdu- ne­den kahraman sayılmadığını merak ettiğim de olurdu. Baharda ise coşan tabiat, hepsi birden açmış güller bize bülbül seslerini arattırırdı. Divan edebiyatının mazmun sisteminin bu kapalı bahçelere hapsedilen zengin tabiatla ilişkisini de hissederdik bu anlarda. Minyatürlü nüshalarda modern resmin esaslarının nasıl vaktiyle atalarımız tarafından sezilmiş olduğunu da yine bu saatlerde fark ettiğimi söylemeliyim. Kıpkırmızı ve yemyeşil bir at gördüğümde Chagall'ın atını hatırlamıştım. O zamandan beri de içimde hep, bir türlü gerçekleştiremediğim bir özlem besledim: Modern batı resmindeki tabloların mukabili olan beyitleri seçmek ve bunları bir arada okuyucuya sunmak İnsan zihninin, hayal gücünün birbirin­den farklı ortamlarda nasıl yeşerdiğini göstermek için.

Tez çalışmalarımı yapmam gereken Nuruosmaniye Kütüphanesi'ni çok karanlık bulmuştum bu aydınlık çalışma ortamının yanında. Henüz kitapların aydınlığı, içinde bulunduğum mekânın karanlığı­nı bütün bütün aydınlatmıyordu. Yalnız hâlâ kütüphanelerde gün ışığının sızdığı ve biraz yeşilliğin göründüğü ortamları tercih ettiği­mi belirtmeliyim.

Beyazıt Meydanı bir kütüphane cennetiydi. Belediye Kütüphanesi'nin kocaman sobasıyla bir türlü ısıtamadığı dar salonunda, yaş­lı beyler baktığımız eski harfli gazeteleri gerçekten okuyup okuya­madığımızı kontrol için bizi imtihan ederlerdi. Neler neler sorma­dılar. Bu kütüphanenin küçük şadırvanı etrafındaki kanepeler, bize muhtaç olduğumuz birkaç dakikalık dinlenmeyi de sağlardı. O yıl­larda, şadırvanda yıkanan güvercinlerin neredeyse hepsini tanır hâle gelmiştik. Dışarda bol miktarda serpilen yemlerden bıkmış olan güvercinlerdi bunlar. Güller, güvercin ve serçelerden ibaret; kuşlar, kelebekler, şadırvandan ibaret, insanda mahremiyet duygu­su uyandıran nefis bir yerdi. Bahar gelince, kışın bütün sıkıntılarını unutuverirdik. Merhum müdürü Orhan Durusoy'dan başlayarak nice müdürler gelip geçti. Antoloji çalışmaları için bize ayırdıkla­rı odaları yıllar boyu daktilo sesiyle doldurduk. Orhan Durusoy'un ölümünden sonra gelip geçen müdürlerden daha iyi tanıyorduk kü­tüphaneyi. Bu kütüphane şimdi Taksim'de. Şu anda tam anlamıy­la hizmet veren de Atatürk Kitaplığı. Bütün eski kitap ve süreli ya­yımlar tamir edilmekte. Bilgisayar ses çıkarmadığı için özel izin­lere de lüzum kalmadı. Uygun bir yer bulunursa, Boğaz'ı seyrede­rek çalışmanın zevki sonsuz. Onların verilerini internete yükleme çabasında olduklarını biliyorum. Dilerim yakında gerçekleşir. Bu kütüphanenin tek kusuru mekânın darlığı, artan okuyucuya cevap veremiyor.

İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi ve üniversiteye bağlı çeşitli kü­tüphaneler -seminer kütüphaneleri dâhil- ne yazık ki çok az hizmet verebiliyor. Son depremden sonra da eski harfli pek çok eserin bu­lunduğu İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi kapandı. Bu kütüpha­nenin sağlam olmadığına dair bizim öğrenciliğimizden beri bir ri­vayet vardı. Demek doğruymuş. Ama kırk yıla yakın bir süre, so­rumluların bu konuda bir şey yapmamaları neye bağlıdır bilmiyo­rum. Eğer tehlikeye dikkat çeken raporlar işleme konmuş, gerekli tedbirler alınmış olsaydı, bugün bu tarihî değeri büyük olan kütüp­haneden mahrum kalır mıydık? Çok yakından bildiğim ve çok de­ğerli eserlerin bulunduğu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nün ki­taplığı da çok uzun zamandan beri elemansızlık yüzünden kapalı bulunmaktadır.

Hakkı Tarık Us Kütüphanesi'nde özellikle doçentlik çalışmalarım sırasında ve Ahmet Haşim'in metinlerini derlerken çok çalıştım. Bu kütüphanenin yeri plâkçıların arasındaydı. O gürültüyle müca­deleye çalışmamız, kütüphanedeki çalışma kadar uzun bir serü­vendi. Bu kütüphaneyi kurmak için vakıf yapan, her şeyi teker te­ker sayıp döken Hakkı Tarık Us'un, kütüphanesini sürdürmek için aldığı tedbirler ne yazık ki sürekli olmadı. Anlaşılan Hakkı Tarık Us vakıf senedini hazırlarken en önemli faktörü, insan faktörünü unutmuş. Ailesinden kalanların ne kitapla ne de vasiyetle ilgili ol­dukları anlaşılıyor. Kütüphane bugün kapalı. Açılabildiği zaman acaba mevcut eserlerden ne kadarı kullanılabilir hâlde olacak? Bu kütüphane kitap vakfetmek isteyenler için ne kadar caydırıcı bir örnektir. Ben orada hademe olarak çalışan merhum Mehmet Beyin yardımlarını hep hatırlarım. Soğuğu iliklerimize kadar işleyen sa­londa kimlerle tanışmadık, ne çok kitap dostlukları kurmadık.

Bayezıt Devlet Kütüphanesinde de ben, çok çalıştım. Buranın da merhum Muzaffer Bey zamanından beri okuyucusuyum. Derleme kütüphanesi olmanın, resmî kütüphane olmanın sıkıntılarını hep çekti, çekmeye devam ediyor. Resmî kütüphanelerin okuyucusu olarak bana yansıyan en önemli rahatsızlığı istenilen kitapların çok uzun sürede çıkarılabilmesi. Onun için de mümkün olduğunca ki­tap istememeye çalışıyorum.

Günümüz sorumlu idarecilerinin çok tekrarladıkları bir ifade: Bil­gi çağı. Ama bilginin temeli kitaplarla ilgilidir ve kütüphaneleri­mizden benim görebildiğim kadarıyla sadece Millî Kütüphane in­ternette hizmet verebilmektedir. Üniversite kütüphanelerimizden ise bu hizmeti verebilen sadece Boğaziçi Üniversitesi. Fen alanın­daki üniversiteleri aramadığım için bu hizmeti veren ama benim ulaşamadığım başka üniversite kütüphaneleri de olabilir.

Bunlardan kitapların künyesiyle ilgili bilgiler alınabiliyor. Eksik­leri varsa da zamanla tamamlanacak. Elbette Türkiye'deki alt ya­pı eksiklikleri dolayısıyla verilere zaman zaman zor ulaşılıyor. Hâlbuki Amerika'nın Kongre Kütüphanesi'ne birkaç saniyede ula­şabiliyorsunuz. Çok zengin kütüphane. Bizimle ilgili, Türkçe ki­taplar bakımından da hayli zengin. Ama her şeyi görmek için mut­laka kendi kaynaklarımıza ulaşmak gerekmekte. Keza Amerika'daki üniversite kütüphanelerinin hepsine de internetle ulaşmak mümkün. Bunlar bizde sözün bol olmasına karşılık, uygulamada­ki noksanlıkların boyutlarını gösteriyor.

Bu saydıklarım uzmanlık kütüphaneleri. Bunlardan sadece Beledi­ye Atatürk Kitaplığı öğrencilere de hizmet veriyor. Doğrusu, ço­cukların kütüphane havasını teneffüs etmeleri bakımından bu hiz­metin verilmesinden yanayım. Çocukların gürültülerine, koşuşma­larına öfkelensem de belki ilerde kütüphane dostları ve okuyucu olurlar diye onlara tahammül edilmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak çocuklar genelde kitapla, araştırmayla ilgili değiller. Onlar kendilerine verilen ödevleri ansiklopedilerden fotokopi alarak yapmak niyetindeler. Bu yüzden ansiklopedilerden durmadan fo­tokopi çekiliyor. Bunun kütüphane hizmeti sayılması güçtür.

Çocuk kütüphanelerine, semt kütüphanelerine ihtiyaç büyük. Her semtte ufak da olsa bir kütüphane; evinde çalışma ortamı bulunma­yan, ansiklopedileri olmayan çocuklara, evinin dışında bir yerlerde kendini meşgul etmek isteyen yaşlılara ne büyük bir sığınak olur. Bilmiyorum semt kitaplıkları diye bir proje var mı? Keşke olsa.

Bu tür kütüphanelerin ne kadar kurtarıcı olduğunu merhum Hoca­mız Mehmet Kaplan'ın tecrübelerine dayanarak belirtmek istiyo­rum.

Kaplan Bey geniş çevresine rağmen aslında kitaplardan oluşan bir âlemde yaşardı. Kitaplar onu hem hoşlanmadığı, sabit işlerden uzak tutar, hem de hayata ve günün gerçeklerine bağlardı. Burada tezatlı bir ifade kullanmış gibiyim. Ama onu tanıyanlar ve yazıla­rını, özellikle denemelerini okumuş olanlar bu bağlantıyı fark et­mişlerdir. Edebiyatımızın İçinden adlı kitabının önsözünde "Yaşa­mayan için en derin mısralar bile boş kelimelerden ibarettir" de­mektedir. Gerçekten de kitap ile hayatın, kuram ile uygulamanın uyumu önemlidir.

"Konuşma da kültürü taşıyan bir nehirdir, ama pek çok şey döke saça gelir. Bugün geçmişten bize kalan, yaşanılan ve var olanın binde biri bile değildir. Okuryazar deyince kültürlü adam anlaşı­lır. Sözlü kültürü övdüm ama yazılı kültürü yeni kitabı övmek için uygun kelime bulamam. Binlerce yılın hayat tecrübesi, düşüncesi, hayali, felsefesi, yalanı ve gerçeği bugüne kitap denilen kâğıt ve basılı harflerden ibaret o masal gemisi ile gelir. Masal gemisi ister­sek bizi nerelere götürmez, kimlerle tanıştırmaz. Kitap bizi eski evliyalar gibi tayy-ı mekân ve tayy-ı zaman ettirir.

Pek çok şeyi kitaplardan öğrendim, dersem az şey söylemiş olu­rum. Bedbaht olduğum zamanlarda kitap beni mesut etti dersem, kitap okuyan herkesin bildiği bir hakikati tekrarlamış sayılırım ama bazı hakikatleri tekrarlamakta fayda vardır. Kitap denilen varlığın gerçekten büyülü bir saadet kutusu olduğuna herkesi inandırabilseydik, dünyanın yüzü ve insanların hayatı değişirdi."

Kitaplar vasıtasıyla dostluklar da kurduğunu belirten hocamız, "Ben okurken yaşadım, yani değiştim. Bu peşinen yanılmış olaca­ğımı da kabul etmek demektir. Fakat ben yanılmak korkusuyla sevmek, okumak ve yazmaktan çekinmeyi hiçbir zaman doğru bulmadım" der.

Belki çoğumuzun ezberinde olan satırlardır bunlar. Her şahsın ve her milletin mutlaka okuması gereken bazı ortak eserlerin bulun­duğuna inanan Mehmet Kaplan, ülkemizdeki fikir ve duygu kar­maşasında bu gerçeğin yattığına inanırdı. Tek kitap okumak ve tek kitabın getirdiklerine, doğmalar olarak bağlı kalmak ne kadar hata ise, herkesin kendi fildişi kulesinde müstakil kitapları birbirinden habersiz okuması da aynı derecede dağıtıcı olmaktadır.

Edebiyatımızın İçinden adlı eserinde yer alan yazıların çok büyük bir kısmı bir kitaptan veya şiirden hareket edilerek yazılmış, kitap hakkındaki yazılardır.

Eline geçen her şeye bir göz atan merhum hocamız, okumaya hiç sansür getirmezdi. "Serbest düşünce, diktatörlerin en çok korktuk­ları şeydir" der ve sık sık kitap ve kütüphanenin kendisi için nasıl kurtarıcı olduğunu anlatırdı.

Mehmet Kaplan fakir düşmüş bir ailenin çocuğu. Aile biraz daha rahat edebilmek için Sivrihisar'dan Eskişehir'e taşınmış. Mustarip küçük çocuk için bir masal sarayı vardır Eskişehir'de. Kendisinin bir yazısında "beyaz mabet" diye andığı bu mekân, bu masal sarayı Halk Evi Kütüphanesi'dir. Bu kütüphanede sayfalarını çevirdiği her kitap, onu mustarip hayatından, dışarının soğuğundan kurtarır. Hatta orada Goethe hakkında bir de konuşma yapar. Hayatımızda ilklerin önemini hiç unutmayız. Hocamız da sonra nice konuşma­lar yaptı. Ama her hâlde onun için, bu ilk konuşma en önemlisiydi. Daha sonra bu kütüphanenin yıkılması onu çok üzmüştü. Bu üzün­tüsünü de şöyle anlatır: "Hayalimde uzun yıllar bir beyaz düşünce mabedi gibi hatırası devam eden bu kütüphaneyi Eskişehir'e gidi­şimde ziyaret ederdim. Onu yıktıklarını duyunca, saadet ülkem te­cavüze uğramış gibi üzüldüm. Ne olur kütüphaneleri de böyle ma­betler gibi güzel inşa etseler ve onlara hiç dokunmasalar.

Benim gibi fakir, evlerinde kitap, masa, soba olmayan Anadolu ço­cukları için, kütüphane okul kadar, hatta okuldan da mühim bir saa­det ülkesidir. Günlük hayatları dar olanlar, orada genişliği hisseder­ler. Tarihe, dünyaya, kâinata, varlık ötesine açılırlar. Kütüphaneler, ruhların kendilerini en hür hissettikleri yerlerdir. Bundan dolayı on­lara okullar ve mabetler kadar önem vermek lâzımdır" O.

Konuşmamın başında kütüphanelerimizin durumundan kendi izle­nimlerimi naklederek söz etmiştim. Fakat sanıyorum, az veya çok hemen bütün kitapseverler bu izlenimleri paylaşırlar.

Öğrencilerimizi biz kitaba götüremiyoruz. Notlarla yetiniyorlar, onları kaynaklara ulaştıramıyoruz. Kütüphanelerimiz daha iyi şart­larda hizmet verebiliyor olsa, belki bir kısmı daha çok ilgilenir, de­mekten kendimi alamıyorum. Bugün ülkemizde üniversitelerin sa­yısı çok ama birçoğunun kütüphanesi yok. Hâlbuki günümüzün teknik imkânları bütün kütüphaneleri birbirlerine bağlayabilir.

Son olarak Millî Kütüphanemizden söz etmek istiyorum. Bu kü­tüphaneyi ilk gördüğümde şu izlenimi edinmiştim.

"Muazzam bir genişlik ve aydınlık, dolayısıyla daha ilk girişte in­sanın içine bir ferahlık veren nefis bir yapı. Bir tepenin üstünde de­ğil, fakat kapladığı saha caddenin tam karşısına düşüyor. Böylece okuyucu içine gireceği binanın haşmetiyle karşılaşmış oluyor. Ko­yu renk ve camın hâkim olduğu yapının bir şahsiyeti var. İçersi, okumak isteyen veya daha doğru bir deyişle kültürle meşgul her­kesi tatmin edecek şekilde düzenlenmiş. Henüz tefrişin devam et­tiği binada genel okuma salonu, dergi ve gazete okuyacakların ra­hat ve huzur içinde çalışmalarını sağlayacak şekilde hazırlanmış salonları var. Ayrıca araştırıcıların tek başlarına çalışacakları kü­çük bölmeler, birkaç kişinin birlikte yürüttükleri araştırmalarını ra­hatça yapacakları yerler ayrılmış. Mikrofilm, harita okuma odala­rı, müracaat kitapları salonu vesaire.

Bunlar hep okuyucu ile ilgili. Bunların dışında konser salonu, ga­leri de bulunmakta. Atatürk kitaplığı, dokümantasyon merkezi, ar­şiv ve idarî bölümler. Kırk bin metre kare kadarlık muazzam bir mekân üzerinde kurulmuş olan Millî Kütüphane uzun yıllar kültü­rümüzün her sahadaki ihtiyacını karşılayacak şekilde hazırlanmış. Belli ki ömürlerini bir rüya için vermiş olanların gayretiyle vücu­da getirilmiş.

Girişte insan pembemsi mermerlerle karşılaşıyor. Dıştaki koyu renk, Ankara'nın parlak ışıklı seması ile nasıl bir tezat yapıyorsa, binanın dış görünüşü ile iç arasında da kuvvetli bir renk tezadı var. Pembe hareli mermerler insanda beyaz mermerin ürpertici soğuk­luğunu uyandırmıyor. Okuma salonlarının civarında gözlerini sa­lon dışında dinlendirmek isteyen okuyucular için istirahat yerleri ayrılmış. Daha henüz okuyucuya açılmamış, yerleşme hazırlıkları içinde olan bu güzel binada, bu renkli, rahat koltuklar birilerini bekliyor gibiydi."'21

Millî Kütüphane büyük bir hizmet vermeye çalışıyor. Ama ne ya­zık ki uzman kadroları gün geçtikçe azalıyor. Eleman sayısı bir türlü arttırılamıyor.

Bu büyük eseri kazandıranlar başta Millî Kütüphane'nin kurucusu Merhum Adnan Ötüken, Sayın Dr. Müjgân Cunbur ve diğer ilgili­ler. Onlar yapmaları gerekeni yaptılar, görevi başkalarına devretti­ler. Ama hâlâ bir kütüphanenin, mekânıyla, eserleriyle birleştiren ve bu mesleği bir "hayat tarzı" hâline getiren geniş kadroları kuru­lamadı. Bunlar olmayınca da hizmetin aksaması kaçınılmaz oluyor

Doktora tezimi hazırlarken olduğu gibi doçentlik tezimi hazırlar­ken de uzun yıllarımı kütüphanelerde geçirdim. Halide Edib'in bibliyografyasını tespit için gazeteleri teker teker taradım, üç yıl kadar bunlarla uğraştım. Sonra İngiltere'ye gittim. Orada süreli yayınların çoğunun dizinlerini gördüm. Bunlardan yararlanarak Halide Edib'in yabancı yayınlardaki serüvenini bir yıl içinde ta­mamladım. Yurt dışındaki kütüphanelerde her çalışmamda dehşe­te düştüm. Heyecanlandım. Oralarda çalışırken de bazı çalışmala­rımı vaktinde bitiremedim. Çünkü kitapları gördükçe yapmakta ol­duğum çalışmanın dışında bir şeyler de yapmak istedim. Üniversi­te kütüphanelerinin çoğunda bütün malzeme açık raflardadır. Bu kadar bol malzemenin araştırıcıları daha çok çalışmaya, daha çok şey görmeye kışkırttığını söylemek lâzım. Depolarda gizlenen eserler belki de bizdeki araştırıcıların merak ve ilgilerini kısıtlama­da yararlı. Onları dağılmaktan alıkoyuyor.

Yabancı üniversitelerin kitaplıklarında süreli yayınların çok büyük bir kısmı artık mikrofilme alınmış. Bu yer bakımından büyük bir rahatlık sağlıyor kütüphanelere. Ayrıca eski gazete ve dergiler korunabiliyor. Mikrofilm makinelerine bağlı fotokopi makineleri ise parasını attığınız anda çalışıyor ve istediğiniz yazının fotokopisini size sunuyor. Puntoları çok küçük. Gözünüze güvenemiyorsanız.

büyülterek yeni fotokopi çektirmelisiniz. Ama malzeme hemen elinizin altına geliyor. Bizim gazete ve dergilerimizin büyük bir kısmı neredeyse tek nüsha kaldı. Onlar da erimekte. Elimizden git­tiği zaman kim kimi, nasıl suçlayacak? Bunların kurtarılması şart. Bu konuda TBMM Kütüphanesinin mikrofilme aldığı ve satışa sunduğu koleksiyonlar olduğunu biliyorum. Elbette kütüphanele­rimiz bunları alabilecek durumda değiller. Sadece o eserlerin kur­tulmuş olduğunu bilmek de bir rahatlık veriyor.

Dert çok hem-dert yok düşmen kavî tâli zebûn

derken Fuzulî eminim kütüphaneleri ve kütüphanecileri ve okuyu­cularını düşünmemişti. Ama bu mısra, içinde bulunduğumuz duru­mu çok iyi anlatmıyor mu? Derdimiz çok, hem-dertlenmiz de çok, hiç değilse dertleşiyoruz. Kütüphanelerin içinde bulunduğu şartlar çok ağır. Onlara karşı çarelerimiz zayıf. Bütün bunlara rağmen, yıl­larca çalışmalarımızı sessiz sedasız destekleyen, dost kütüphaneci­lere ben şahsen sonsuz bir minnet duyuyorum. Sizlerin huzurunda hepsine teşekkürlerimi sunuyor, şartların yakın bir tarihte düzel­mesini, daha rahat ortamlarda çalışma imkânlarına kavuşulmasını diliyorum. Dilerim gelecek yıl bu günlerde, kütüphanelerimizde çalışmayı mutluluk hâline dönüşmüş görürüz.

[Sayı 127, Eylül 2000]

 

 

 

 



[1] Bayazıt Devlet Kütüphanesi'nde 28 Mart 2000 tarihinde yapılan konuşma. (Türk Di­li dergisinin Haziran 2000 sayısında yayımlandı).

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi