Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

iskender_palaİskender Pala'ya göre Çaldıran'da yaşananlar din problemi değildi, siyasi bir problemdi. Ama iki taraf da yüzyıllar içerisinde pek çok yanlış fikirle dolduruldu. Pala, "Bu dolduruluş bizi ayrıştırdı. Tarihteki çatışmaları baz alarak geleceğe yürüyemeyiz." diyor.

İskender Pala, Alevi-Sünni meselesini ele alan tarihî bir romanla karşımıza çıktı bu kez. Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim, romanın baş kahramanları. Kitapta, Türk'ün Türk'le, Müslüman'ın Müslüman'la sırf iktidar çatışması yüzünden karşı karşıya gelmesi konu ediliyor.

Mehmet Ali Erbil'in "mum söndü" gafının konuşulduğu şu günlerde roman Alevilik ve Sünnilik üzerine ezber bozuyor. Sünnilerdeki Kızılbaş algısı ve Alevilerdeki Sünni algısının temelindeki yanlışlara dikkat çekiyor.

Bir önceki kitabınız İki Darbe Arasında netameli bir konuya parmak basıyor, Türkiye'de asker-sivil ilişkisine, ordu bünyesinde yaşanan mağduriyetlere dikkat çekiyordu. Son romanınız Şah Sultan'da Alevi-Sünni meselesini ele alıyorsunuz. Adı Divan edebiyatıyla anılan bir yazar olarak niçin bu tehlikeli mevzulara eğilmek zorunda hissettiniz kendinizi?

İki Darbe Arasında, önceden yazılmış, bekletilmekte olan bir kitaptı. Oradaki, Türkiye'de belirli bir algılamayı düzeltecek bir samimiyet idi. O samimiyetin arkasında durdum ve çok da etkili oldu kitap, çok sattı. Benim kitaplarımın hepsinin korsanı vardır ama en çok korsan o kitapta ortaya çıktı. Samimi olduktan sonra Türkiye'de bazı meselelerin halledilebileceğine inanmış oldum o kitapla. Aynı samimiyetle acaba ben aydın sorumluluğu taşıyan bir insan olarak içinden geçmekte olduğumuz süreçte ne gibi bir çalışma yaparsam topluma daha fazla yararlı olur düşüncesini gündeme getirdim. Ve bu kitap ortaya çıktı.

Nasıl bir sürecin sonunda yazıldı bu roman?

Hiç şüphesiz Şah Sultan hemen altı ayda yazılmadı. Kaç zamandır zihnimde dolaşan, üzerinde çalıştığım, okuduğum, belge topladığım bir süreç idi. Kitabın sonunda kaynakça da verdim. Böyle bir romanı yazma fikri bana Kürt açılımı başladığı zaman ilham oldu. Kürt açılımında biz maalesef hazırlıksız yakalandık. Bu hazırlıksızlık, zemini o kadar çorak hale getirdi ki, adeta birbirimizle kavga ederek açılım yapmaya çalışıyoruz. Eğer önceden üç romancıya roman yazdırılsaydı Kürtlerin Türklerle ortak geçmişi hakkında iki tiyatro eseri, üç sergi açılsaydı; film yapılsaydı sonra Kürt açılımı denseydi insanların bunu etmeleri etmeleri daha kolay olurdu. Düşündüm ki Kürt meselesinden sonra önümüzde yakın vadede görünen bir açılım var: Alevi açılımı. Bunu bir problem olarak ortaya çıkarmaktansa ben bir kitap yazayım, bunun bir problem olmadan çözülebilecek bir barış alanı olduğunu anlatayım istedim. En azından aydın sorumluluğumu yerine getireyim. Sünnilerin gözünde Şah İsmail nasıl aşağı bir yerde görülüyor ise Alevilerin gözünde de Yavuz Sultan Selim kanlı, zalim kötü olarak görünüyor; peki kötü mü öteki de aşağı bir yerde mi, tarih böyle söylemiyor.

Bir Sünni olarak bu konuda yazmak zor olmadı mı?

Ben Yavuz'un torunu olarak romanı yazmaya başladım. Romanı beş kez yeniden okudum, Şah İsmail'in torunu olsaydım bu konuya nasıl algılardım diye. Çünkü yazdığım anekdottan, tarihten her öğrendiğim vesikadan, tarihin akışı içerisinde her gördüğüm hadiseden ve kişiden sonra durduğum yeri değiştirip bir de öbür taraftan bakmayı öğrendim. Beş kez romanı yeniden yazdım.

Yumuşattınız mı söyleyeceklerinizi...

Birincisinde, ikincisinde yumuşatmaya çalıştım.

Neden?

Ben bir barış romanı yazıyorum, içinden kavga üretilmiş olacak. Bu olmamalı. Ben barış için ortaya çıkıyorum, birisi buradan 'vay' diye başlayan cümleler kurmasın dedim. Biz Çaldıran'daki savaşı sadece Anadolu Aleviliği ile ilgili bir problem zannediyoruz. Ama mesele o kadar basit değil... Çaldıran, tarihin bir kırılma noktası. Dünya tarihinde ender rastlanan bir savaş. Sonuçları, yaptırımları, o gün yaşananlar itibarıyla. Çok farklı bir kategori. Sadece Türkiye'deki Alevilerle Sünnileri ilgilendirmiyor. İran'da, Azerbaycan'da Şah İsmail'le ve Alevilikle alakadar olan, Çaldıran'a bizim gibi düğümlenmiş insanlar, anlayışlar ve kültürler var. Ben bu romanı bir de Tebriz'den okumalıyım, Azerbaycan'dan okumalıyım, İran'dan okumalıyım dedim, o zaman hakiki Yavuz o zaman hakiki Şah İsmail karşıma çıktı.

Tebriz'e gittiniz mi? Çaldıran'a?

Ben aydın sorumluluğu taşıyan bir insanım. Beş kez kitabı okudum derken birilerinin gönlünü yapayım diye okumadım. Benim sorumluluğum tarihte olup bitenleri hakikatiyle göstermektir. Ben hakikatleri ortaya koyarım. Ben İran'daki Çaldıran sahrasında bir gece geceledim. Tebriz'e gittim. Oralardan yazdıklarıma yeniden baktım.

Çaldıran'da sabahlarken neler düşündünüz?

Yavuz Sultan Selim'in yeniçerileriyle Şah İsmail'in nökerleri aynı dilde türkü söylüyor. Aynı gözyaşını döküyor. O zaman beni bugün Türkiye'deki Alevi-Sünni çatışmasında duyarlı olduğumuz alanlara eğilmem gerektiğini düşündürttü.

Bu duyarlılığın temelinde ne var?

Bu duyarlılığı anlamak, anlatmak için en temele indim. En başlangıca... Şah'la Yavuz'a, yani Çaldıran'a. Oraya vardığımda duyarlılığın sebebinin siyasi olduğunu gördüm. Bugün siyasi duyarlılıklar yüzünden Alevilerle Sünniler çatışmalı mı? Hayır. Partilerimiz var, isteyen istediği partiyle demokratik ortamda görüşünü bildirsin, reyini versin, demokratik yollardan mücadele etsin. Ama bugünkü çatışma noktasının o günkü siyasi ortamdan çok farklılaştırılmış olarak içine inançların karıştırıldığını gördüm. Yani Çaldıran'da ne birisi diğerini Alevi Kızılbaş diye öldürdü ne de öbürü onu Sünni diye öldürdü.

Sebep neydi?

Biri kendi devletinin varlığını yükseltmek istiyordu. Şah İsmail, Anadolu'daki Kızılbaşları çağırıyordu. Osmanlı ise 'Ülkemin içini boşaltıyorlar, ben buna dur demeliyim.' diyordu. O günkü siyasi meseleler yüz yıl, yüz elli yıl sonra inanç meseleleri ile din bezirgânlığına dönüştü. Ve sen şöyle inanıyorsun, sen Allah'a şöyle ibadet ediyorsun, sen şu kadar ibadet etmiyorsun gibi çatışma alanları daha sonraki dönemlerin tarihe kattığı bir şey. Çaldıran'daki yaşananlar din problemi değildi; anlayış, kültür problemi değildi. Siyasi problemdi. Daha sonra ben Alevilik hakkında pek çok fikirle dolduruldum, Aleviler benim hakkımda pek çok yanlış fikirle dolduruldular. Bu bizi ayrıştırdı, karşı karşıya getirdi değişik zamanlarda.

Bu roman kime ne söylüyor?

Bu romanı Aleviler hassaten okusun istiyorum. Ben bu romanı bir romanım olsun diye yazmadım. Eğer bir romanım daha olsun deseydim, böyle tehlikeli bir konuyu, böyle zor bir konuyu seçmezdim. Altmış tane de kitap okumama gerek kalmazdı. Ama benim bir sancım var. Bir meseleyi halletmek istiyorum. Ülkenin yakın geleceğinde problem olabilecek bir meseleye dikkatleri çekerek aydın olma vazifemi yerine getirmek istiyorum. Sırf bunun için bu romanı Alevilerin okumasını isterim. Çünkü romanda Şah İsmail yanlısı bir anlatım görmeyecekler, Yavuz Sultan yanlısı bir anlatım da görmeyecekler. Hakikatleri görecekler.

Niye Aleviler mutlaka okumalı?

Sünnilerin Alevilerle ilgili fazlaca kompleks ya da dertleri yoktur. Ama Aleviler azınlık olduğu için Sünnilerle alıp veremeyecekleri bir şey vardır. Dolayısıyla çatışmada bir merkez aranacaksa Alevi bir kimlikten sıçrama yaparak alevlenecek. Bu Alevi yurttaşlarımıza Sünnilerle iyi geçinmenin tarihsel bir sürece sadakat olduğunu fark etmelerini söylüyorum. Alevilerin romanı daha çok okumasını istememin sebebi Alevilerin fikirlerindeki değişiklikleri Sünnilerin fikirlerindeki değişikliklerden daha fazla önemsediğim içindir.

Kitapta Alevilerle ilgili yanlış kanaatlere de dikkat çekiyorsunuz. Mesela Kızılbaş kelimesine...

Bugün Kızılbaş kelimesi olumsuz bir anlam ifade eder. Halbuki Yavuz Sultan Selim'in karşısına geçip Çaldıran sahrasında kılıç sallayan Şah İsmail askerlerinin hepsi 'ben Kızılbaş'ım' diye övünerek kılıç sallamıştır. Övünülecek bir şey yüz yıllar içerisinde nasıl utanılacak bir şey haline geldi. Şeyh Cüneyt, Şeyh Haydar kızıl başlık takardı, Erdebil tekkesinin alâmet-i farikasıydı. Müritler kızıl başlık taktıkları için Kızılbaş denilmiş. Özbekler yeşil başlık takıyorlardı. Onlara da Yeşilbaş denildi. Osmanlılar beyaz başlık takıyorlardı, onlara da Akbaş denildi. Yani tarihteki bu isimler insanı ne kötü hissettirir ne de iyi hissettirir. İyi tarafı varsa almaya, kötü tarafı varsa unutmaya hazırım ama iyi taraflarını tarihteki iyi tarafların bize bugün rehberlik yapacağını iddia edenlerdenim. Benim anlatımımla Kızılbaş bir hakaret kelimesi değildir. Kızılbaş kelimesinin içini dolduran bir kısım muğlak ayıplar söz konusu. Bu ayıplar Sünni algılamadan kaynaklanan bir şey ve doğru değil.

Alevi ve Kızılbaş farklı mıdır?

Hiçbir ayrım yoktur. Bu, bizim zihinlerimizdeki ayrımdır. Bu mesele ne zaman halledilmiş olur biliyor musun? Bir Alevi 'Ben bir Kızılbaşım.' diye göğsünü gere gere söyleyebilecek bir konuma geldiğinde... Peki Kızılbaş kelimesini kötü gösteren hadiseler olmamış mıdır? Olmuştur. Bugünkü Alevilik çok katmanlı bir kültür yapısı. Şamanizmi önemseyip 'Ali'ye gerek yoktur' diyen bir Alevilik de var. Namaz kılıp oruç tutan bir Alevi de var.

Çaldıran, kardeş çatışması...

"Çaldıran, aynı kişinin kendisiyle mücadelesidir. Habil ile Kabil, Adem'in çocukları olarak nasıl birbirine çattı ise, Yıldırım ile Timur nasıl iki kardeş olarak birbirine çattı ise, 12 Eylül'de aynı evden iki kardeş birisi diğeri komünist diye nasıl birbirimize kurşun sıktıysak Çaldıran'da yaşanan da odur. Şah İsmail de Yavuz da birbirine kükremiş bir aslan. İkisi de dolu testi, biri kırılacaktı. Çaldıran'da birbirine çarpan iki testiden kırılan İsmail olmasaydı muhtemelen bugünkü Türk devleti Alevi kimlikli bir devlet olurdu. Sünniler de azınlık olurlardı. O gün tarih yeni bir sayfaya kalem oynatırken o gün güneş yeni bir dünyanın üzerine doğarken yaşanmış olan bu siyasi çatışmanın bugün devam ettirilmesine gerek var mı?

Murat TOKAY 9.10.2010 ZAMAN

SON EKLENENLER

Üye Girişi