Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

EBUBEKİR HAZIM TEPEYRAN 

1864 yılında Niğde’de doğdu. Özel öğrenimle güçlü bir kültür ve bilgi sahibi oldu. Arapça, Farsça ve Fransızcayı öğrendi. Niğde'de ve İstanbul’da memurluk yaptı. İmparatorluğun son yıllarında birçok önemli illerde valiliklerde bulundu. Meşrutiyetten sonra Dâhiliye Nazın oldu. İstiklal Savaşı yıllarında Anadolu'yu desteklediği için, İstanbul Hükümeti tarafından hapse atıldı. Cumhuriyetten sonra Sivas ve Trabzon valiliklerine atandı. 2., 6., 7., dönemlerde Niğde milletvekili olarak çalıştı. 1947 yılında İstanbul'da öldü.

Ebubekir Hazım sorumlu, ağır devlet hizmetleri arasında edebiyatla ilgilenmeye de fırsat bulmuş, değerli eserler vermiş bir Türk aydınıdır. Çeşitli gazete ve dergilerdeki çeşitli ve değerli makaleleri dışında, Eski Şeyler adlı bir hikâye kitabı ile siyasi anılarını içinde bulunduran Zalimane Bir İdam Hükmü ve Canlı Tarihler adlı kitaplan yayınlanmıştır. Bu son iki kitabı, Osmanlı İmparatorluğunun son yılları hakkında değerli bilgiler taşımaktadır.

(Yazarın kitaba alman Küçük Paşa adlı eseri. Türk romanında Anadolu'yu, Anadolu gerçeklerini ve insanlarını ciddi, yetkili ve başarılı olarak inceleyen ilk örnektir.)

 

KÜÇÜK PAŞA

- Romanın Özeti -

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında bir gün Orta Anadolu köylerinden birine bir zaptiye çavuşu gelir. Muhtarla konuşurlarken, yanlarından basma donlu general ceketli, kavruk biri geçer. Zaptiye muhtara sorar:

-    Bu iki yıl önce İstanbul'dan gelen çocuk değil mi?

-    Belli o, şu Keleşlerin Ali'nin oğlu.

-    İstanbul'dan geldiği zaman gördümdü; bizim Mutasarrıf Paşadan daha kurumlu idi. Şimdi ne olmuş? Tüyü tozağı dökülmüş baykuş yavrusuna dönmüş. Hey gidi dünya hey!...

-    Belli öyle oldu; Allalem biraz ahlını da bozdu. Oynamaz, gülmez, yalnız başına gezer. Kendi kendine söylenir yahut üzerinde çıngıllı (çaylak) dolaşan tavuk cülü (piliç) gibi bir köşede durur, büzülür. Yediğini içtiğini gören yok. Yiyecek de yok ya... Güne küsen (kahkaha) çiçeğine döndü sanki. Her solukta biraz daha sararıp soluyor, buruşuyor. İnce hastalığa yakalanmış olmalı. Yüzüne bak hele, kırağı vurmuş pancar yaprağına dönmüş; her çeşitli boya var. Bu, bazı geceler köy sokaklarında dolaşır, karanlıkta insanın yanından hayalet gibi geçer, kötü kötü öksürür.

Küçük Paşa'yı okuyucularına önce böyle tanıtan romanın yazarı, sonra onun hikâyesine geçer:

Keleşoğlu Ali, askerlik çağı gelince, kurayı İstanbul'a çeker. Temiz, saf, katıksız bir orta Anadolu çocuğudur. Bir gün İstanbul'da bir hemşerisine rastlar. Kamil adındaki bu hemşeri, işini yoluna yordamına koymuş, zamanın sadrazamına kapılanmıştır. Keleşoğlu Ali ile ilgilenir. Sıladan sepetten konuşup dertleşirlerken Kamil, Ali'nin köyde bıraktığı karısının doğurmak üzere olduğunu öğrenince ona güzel bir teklifte bulunur. Sadrazamın karısı da yakında doğuracaktır; doğacak çocuk için sağlığı, gücü kuvveti yerinde bir sütanne aramaktadırlar. Bu sütannelik için karısını İstanbul'a getirmesini söyler. Böylece kendisi de eşinden uzak kalmayacak, ayrıca konağa yerleşmesinin daha birçok avantajları olacaktır.

Keleşoğlu Ali ile eşi Selime köye döndüklerinden kısa bir zaman sonradır. Karısı Selime İstanbul'a getirilir. Genç köylü kadını ve oğlu Salih, konak halkı tarafından çok sevilirler. Hele Salih'i sadrazam paşa çok sevmekte, adeta manevi evlat gibi tutulmaktadır.

Böylece aradan yedi yıl geçer. Askerliğini tamamlayan Keleşoğlu Ali'nin köye dönme vakti gelmiştir. Kan koca, dönerken oğulları Salih'i de götürmeyi düşürlerse de, Paşa çocuğu bırakmaz; konakta alıkor. Zaten Salih konağın demirbaşlarından biri olmuştur. Kendine paşa elbiseleri giydirilmekte, Salih'ten çok da "Küçük Paşa" diye çağırtmaktadır.

Keleşoğlu Ali ve Selime, köye döndüklerinden kısa bir zaman sonra anlaşmazlığa düşerler, ayrılırlar. Ali başkasını alır, Selime de başka bir kocaya varır.

Öte yandan, İstanbul'da, Sadrazam Paşa ölünce karısı, tez elden çocuğu köyüne iade eder. Kendisi çocuk doğurmadığı için, ölen kocasının bu çocuğa olan sevgisinden zaten tedirgindir.

Paşa konaklarında naz, nimet içinde büyüyen Salih, köyde büyük bir boşluğun içine düşer. Önceki ve şimdiki yaşayışı arasında dağlar kadar farklar bulunmaktadır. Bu yetmiyormuş gibi babası Keleşoğlu Ali yeniden askere alınmış, Yemen’e yollanmıştır. Üvey annesi Hatice kendisine akla gelmedik zulüm, işkence yapmakta, kaldıramayacağı çok ağır işlerin altında ezmekte, hatta küçük çocuğunun kirli bezlerini bile yıkatmaktadır.

Küçük Paşa çektiği bu manevi eziyet ve sıkıntıların etkisi ile kendisini yiyip bitirmeye, eriyip çökmeye başlar. Sağlık durumu temelinden sarsılır.

Bir gece ardı arkası gelmeyen öksürüklere tutulunca üvey anası onu kolundan tutup kapının dışına fırlatır; içeriye ancak öksürüğü kesildikten sonra gelmesini söyler. Ortalık kış kıyamettir; bıçak gibi bir ayaz yanı yöreyi kavurmaktadır.

Küçük Paşa, bir gün, köy çocuklarının zulmünden kurtulmak isteyen bir kertenkelenin kendisini suya atışını hatırlayarak, o da kendini göle atmaya karar verir. Ne var ki göl duvar gibi sıvama buz tutmuştur. Yüz geri döner, ısınmak için imamın evine yönelir.

Öte yandan, İstanbul’da kocasının ölümünden sonra başka biri ile evlenmiş bulunan ve ondan gebe kalan sadrazamın karısı, bir gece rüyasında ölen eşini görür. Sadrazam paşa, karısına, Salih'e yaptığından dolayı acı acı sitem etmektedir. Büyük bir vicdan acısı ile yatağından fırlayan kadın hemen ertesi günü Küçük Paşa’nın bağlı olduğu ilçe kaymakamına telgraf çektirir; Salih'i bulup göndermelerini ister. Ama gelen cevap kadını perişan eder. Cevap şudur;

"Adı edilen çocuk, üç gün evvel geceleyin, köy içinde kurtlar tarafından parçalanıp yenmiştir, arz olunur."

 

 

KÜÇÜK PAŞA

- Romandan Bir Parça -

(Salih Sadrazam Paşanın karısı tarafından köyüne gönderilmiş, köyde babası ile buluşmuştur.)

"Ali’nin evi namazgâha ancak yüz elli adımlık kadar bir mesafedeydi. Yolda Ali, oğlu ile konuşmaya başladı;

-    Nasıl oldu da seni buraya yolladılar?

-    Paşa baba öldü de...

Ne.. Paşa öldü mü?

-    öldü.

-    O aslan gibi paşa öldü öyle mi?

-    Öldü.

-    Paşa ölünce sana yol göründü demek?

Salih, birçok aziz ve kaybolmuş emellerinin beşiği olduğu halde yanmış olan biricik evinin yıkık duvarlarını meyus meyus gözden geçiren bahtsız bir fakirin hazin tavrı ile babasının son sualini işitmemiş veya anlamamış olduğundan cevap vermedi.

Ali:

-    Köyü beğendin mi? diye sordu.

Salih:

-    Daha bir şey görmedim ki, diye mırıldandı.

Ali, Salih'in görmediği bir gülümseme ile:

-    Belli bir şey görmedin, daha neler göreceksin dedi.

Bir iki adım attıktan sonra:

-    İşte evimiz.

Diyerek, sanki Salih'in kötü şeyler arayan gözlerine karşı, gediklerini, yıkıklarını büyük yapraklan ile^ örtmeye memur edilmiş gibi üzerine bir asma kabağının kolayca çıkıp uzandığı alçak ve harap duvara dayanmış olan bir kapıyı gösterdi. Evvelce birçok başka vazifeler ifa ettikleri, herbirinin üzerindeki çivi deliklerinden, kırlıp yatmış paslı çivilerden anlaşılan tahta parçalarının mümkün olduğu derecede uygun şekillerine göre yan yana getirilmelerinden vücuda gelen bu kapı Salih'i pek üzdü. Salih'le, yüklü beygirden kaçan birçok tavuklar bu kapının altından girmeye çalışırken, içerden ayak seslerini işiten ve kapı altından sürünerek dışarıya çıkmaya çalışan kulakları kesik san bir köpek, tavukları ürküttüğü gibi, Salih'i de hayli korkuttu. Salih'e göre Adi mutlaka şaka ediyordu. Nişantaşı konağında büyüyen Küçük Paşa’nın, bundan sonra "evimiz” diyeceği bir binanın böyle yıkık duvarlı, böyle tahta kırıklarından yapılmış kapısı olur mu? Salih, kendini inandırmak için:

-    Sütnine burada mı?... diye sordu.

-    Hayır, oğlum burada değil; o bizi bıraktı gitti. Başka kocaya vardı, başka çocuklar doğurdu. Şimdi onların anasıdır. Zaten o seni sevmiyordu; burada analığın var, bu daha çok sever seni. Sen de seveceksin değil mi? dedi.

Koyu mor fesli san yazma yemenili, mavi bezden poturlu bir köylünün mütemadiyen "oğlum, oğlum..." deyip durması Salih'in hiç hoşuna gitmedi. Sütnineyi, anası olduğu için değil, adını çok işittiği bir kadını burada bulamadığı için cam sıkıldı. Salih, anasını hiç hatırlamadığı, duyduğu şeylerden de hatırında hiç bir şekil çizilemediği için, üvey anası sütninesi diye tanıtılsa idi kabulde tereddüt etmezdi. Ali, sağ omuzu ile kapıyı itti. Gıcırdatarak açtı:

-    Hatça, Hatça, diye bağırdı.

Kucağında meme emen bir çocuk ile Hatça göründü. Ancak üç yaşında görünen çıplak ayaklı bir oğlan da arkasından geliyordu. Ali, Salih'e, kendisini karşılayanları tanıttı:

-    Hatça analığın; kucağındaki Güssün bacın; arkadan gelen Mevlut de biladerin.

Evlerine konuk gelmesi adet olmadığı için Hatça, kocasının gözlerine, bir şeyler sorar gibi baktı.

Ali:

-    Bu geçici bir konuk değil, Küçük Paşa diye izah etti. Küçük Paşa’nın kim olduğu Hatçaya meçhul değildi. Bu çocuk ara sıra onun kalbini kurcalamış, onu rahatsız etmişti. Fakat bir gün gelip de Mevlut'le Güssünü himaye eder ümidiyle Salih’in, bu koca dünyanın bir köşesinde Küçük Paşa olarak yaşamasına gönlü razı oluyordu. Salih'in sandığı sepeti, yatak takımı hayvandan indirildi. İçeriye taşındı. Bu sırada Küçük Paşa, hayalen, Nişantaşı konağına dönerek, şimdiye kadar yaşadığı o konak ile bundan böyle yaşayacağı bu sefil evciği karşılaştırıyordu.

Hatça, kömür gibi siyah gözleri, kısa ve ince kaşları, kanatlan ziyadece kabarık ucu az basık burnu, ince ve uçlan aşağıya kıvrık dudakları, küçük ağzı, yumru çenesi, seyrek ve biraz iri dişleri, esmer benzi, düzgün boyu ile çirkin denecek dereceden hayli yüksekti. Yüzünün gösterdiğine göre ancak yirmi üç yirmi dört yaşlarında görünüyordu. Bu kadın, Salih'e ilk bakışta kötü görünmedi. Fakat Mevlut, büyük başı, kirli yapağı kadar karışık saçlan, kara üzüm gibi küçük gözleri, pis, yırtık esvabı ve bilhassa küçük delikli burnundan akan yeşil sümüğü ile nefret ve iğrenme telkin ediyordu.

Salih’in en çok dikkatini çeken Hatçe’nin kıyafeti idi. Başına örttüğü kenarı ve ortası çiçekli yazma yemeni, kenarı kesilip küçültülmüş fesin tepesini kaplayan gümüş diye alınmış olan kalay bakır karışımı tepeliğin yemeni yırtıkları arasında görünüşü ve alnına dizilen bir sıra altın taklitlerinin konyak şişeleri üzerine madalya resimleri gibi birbiri üzerine binerek az çok parlayışı pek tuhaftı. Hele uçlarına keçi kılından bükülmüş kara ipler eklenerek kalçaya kadar indirilmiş on on beş saç örgülerini bel üzerinde birbirine bağlayan zincirdeki onluk, yirmilik ve kırk paralıklarla, biraz daha beyaz görünen eski su tasları gibi çukur yüz paralıkların, Hatçe kımıldadıkça çıngır çıngır her biri ses çıkarması daha garipti...

... Bir duvarı dağın uçurumu altına tesadüf eden ev, üç gözden ibaretti. Birbirine bitişik olan bu üç parçanın nihayetinde hem kendilerine hem hayvanlarına yiyecek sakladıkları ambar vardı. Kendi oturdukları ve yattıkları uzun odadan ahıra ve ahırdan ambara kapı açılmıştı. Yattıkları yerde bir ocakla bir pencere ve ahırda yalnız birer küçük pencere vardı. Bu ev, köyün en kullanışlı evlerinden sayılırdı. Bu karanlık ahırda senenin altı yedi ayını geçirmeye mahkûm olan iki öküz bir inekle, altın gibi san renkli, siyah burunlu, pek masumca bakan güzel yavrusuna acımamak mümkün değildi. Bu öküzler, Anadolu'nun cinsi bozulmuş, vücutları küçülmüş sığır hayvanlarından bir nümune idi. Bunları biraz uzaktan görenler koyun, keçi deseler büyük, öküz deseler küçük göründükleri için, ne diyeceklerini bilemezlerdi. Zamanın hoş sözlü adamlarından biri:

"Bunlar insanlarınkinden evvel Anadolu’da zuhur eden karasığır (ye'cüc me'cücleridir) diye alay etmişti."

Bu köyde de, pek çok Anadolu köylerinde olduğu gibi, sıhhate uygun bir apteshane yoktu. Yan yana konulmuş iki taş bu ihtiyaç için kâfi geliyordu. Suat Paşa konağının hamamı içindeki beyaz mermerli, geniş apteshanelerine hayran olan Selime, İstanbul'dan döndükten sonra, aynısını köyünde de istedi ve onun ısrarı üzerine kocası Ali, avlunun köşesine iki üç sıra dizmek zorunda kaldı.

Fakat hazır ellerinde para varken bu damların üstüne bir de oda yapılması için Selime'nin hatırlatmasını Ali dinlememişti. Elindeki paranın bir miktarını Selime ile evlenmelerinde, Anadolu'nun zenginlerini fakirlerini pek ziyade zarara sokan düğün adetlerini yerine getirmek için aldığı yüzde yirmi faizli borca yatırmış, bir kısmı ile de vaktiyle babasının sattığı tarlayı, sattığından bir kat fazlasıyla, geri almıştı.

Salih'in, bir haftadır tatlı bir rüya gibi devam eden köy hayalleri, bir içki sarhoşluğu gibi, bir anda kaybolmuştu..."

Türk Romanları, Ş., Kutlu

SON EKLENENLER

Üye Girişi