Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

BIRAKIN OYNASIN ÇOCUKLAR

Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güleryüzlü birisi geldi;

“Hocam elinizi öpmek istiyorum.” dedi.

Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, “yanaktan öpüşelim.” dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:

- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?

- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. O seminerden sonra hayatım değişti. Artık daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.

- Ne oldu, nasıl oldu?

- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, ‘Bir insanın ana vatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.’

Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:

- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki;

‘Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.’

Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsat yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim.

Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.

Benim yaptığım, sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, hocam?

- Hayır, neden?

- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. ‘Oğlum bugün ödevini yaptın mı?’ Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, cık’ sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, ‘Niye yapmıyorsun ödevini!’ diyordum.

Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.

Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:

- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. ‘Ben ne biçim babayım’ diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.

- Radikal bir karar!

- Evet, uçta bir karar, ama bu karar bana çok iyi geldi, hocam.

Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel oturup konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki;

‘Benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya, bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.’

- Eşiniz ne dedi?

- Hocam biliyor musun ne oldu?

- Ne oldu?

- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki;

‘Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk, çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.’

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!

- Fakat hocam, ben pes etmedim, mücadeleye devam ettim.

Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör’ dedi.

- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?

- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bırakıp işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı?’

Bana hayretle baktı ve ‘Hayır!’ anlamına gelen cıkk’ dedi.

‘O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız’ dedim.

Eşofmanımı, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım.

Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki;

‘Baba ya, ben seni çok seviyorum!’

Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. O an farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Belki ömür boyu söylemeyecekti.

‘Ne büyük tehlike!’ diye düşündüm.

- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!

- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra veli toplantısı için okula davet edildim. Daha önceki veli toplantılarında öğretmen,

‘Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itip kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın’ demişti.

O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim!

‘Yok!’ dedi. ‘Sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.’

- Eşiniz gelmek istemedi!

- Hayır istemedi. Ne kadar ısrar ettiysem de gelmedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki sırada başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.

Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötü

ye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.

Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum.

Gülümsedi, “hayır, kötü değil” dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?

- Hocam biliyor musunuz, öğretmenin karşısında ağlamaya başladım.

İnanamıyordum kulaklarıma! İçimden, vay evladım, biz sana ne yaptık bu zamana kadar, diyordum. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. O an, ağlamaktan cevap veremedim.

Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.

“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.

Çocuklar gülsün diye yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.

Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler.

Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.

Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

Doğan CÜCELOĞLU