Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

YABAN ÖZETİ - YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

KİTABIN ADI: YABAN 

KİTABIN YAZARI: YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

YAYIN EVİ VE ADRESİ: İLETİŞİM YAYINEVİ, KLODFORER CAD.İLETİŞİM HAN NO:7 CAĞALOĞLU 34400 İSTANBUL

BASIM YILI: 2000

 

1. KİTABIN KONUSU:

Kitap kurtuluş savaşı sırasında cephede kolunu kaybetmiş bir subayla, askerliği yeni bitmiş bir askerin köyünde geçen olaylar anlatılmaktadır.

 

2. KİTABIN ÖZETİ:

Sessiz ve sakin bir yerde hayatını sürdürmek isteyen Ahmet Celal, gittiği yerde, yabancı olduğundan, yaban olarak tanımlanmaktadır. Köydekilerle hiçbir bağlantısı olmamasına ve subay olmasına rağm en ona düşman gözüyle bakılmaktadır. Ülkenin tamamı işgal altında olmasına rağmen köylülerin bunu umursamaması, sonuçta; evlerinin kundaklanması, yiyeceklerinin yağmalanması, kadın ve kızlarına tacizde bulunulması onların akıllarını başlarına getirir. Bu durumu gören Ahmet Celal sevgilisini yanına alıp kaçmaya çalışır.

 

 3. KİTABIN ANA FİKRİ:

 Vatanın elden gitmesine rağmen duyarsızlığını sürdürmesinin, cahilliğin bir sonucu olduğunu göstermesidir.

 

4. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:

AHMET CELAL: içi vatan aşkıyla dolu, köylülerin cahilliğini gidermek için didinen, köy yaşamına alışık olmayan birisidir.

SALİH AĞA: Sinsi bir kişiliğe sahiptir. Kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden bir kişiliğe sahip.

MEHMET ALİ’NİN ANNESİ: Kendisini toprağa adamış, cahil, hiçbir şeyden habersiz ve başkalarının sözünü dinlemektedir.

BEKİR ÇAVUŞ: Askerlik yaptığından dolayı olayların kısmen farkındadır. Bulunduğu ortam itibariyle bildiklerini aktarmaktan çekinmektedir.

 

5. KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:

Bana göre Yaban; aydınla köylünün anlaşmazlığını ve cahilciğini gözler önüne seren değerli bir eserdir.

 

6. KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ:

 

1889 yılında Kahire'de doğdu. Öğreniminin bir kısmını yurtta yaptıktan sonra kalanını, Mısır'a dönüp İskenderiye'de tamamladı. İkinci Meşrutiyetten sonra yeniden yurda geldi. Fecriati edebiyatı topluluğu içinde ilk edebi denemelerini yaptı. Bir süre öğretmenlikte bulundu; gazetelerde çalıştı. İstiklal Savaşı yıllarında Anadolu'yu en çok destekleyen gazetecilerden biri oldu. 1924 yılından 1934 yılma kadar milletvekilliği; 1934'ten 1954'e kadar da, çeşitli ülkelerde, elçilik yaptı. 1964'te emekliye ayrıldı. Kurucu Mecliste üyelik, 1961 ile 1965 yıllan arasında yeniden milletvekilliğinde bulunduktan sonra siyasi hayattan çekildi. Son görevi, kurucularından bulunduğu Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığı olan Yakup Kadri, 1974'te Ankara'da öldü.

Edebiyata mensur şiir yazmakla başlayan Yakup Kadri; edebi - siyasi pek çok makaleler, anılar, gezi notları ve daha başka örnekler vermiş olmakla birlikte, özellikle roman alanında büyük ve haklı bir üne ulaşmış yazarlarımızdandır. Onun romanları - bütün olarak - Tanzimat yıllarından günümüze kadar gelen Türk toplumunun türlü yönlerdeki oluşmasını, evrimleşmesini etüd etmektedir. Bu etüdde toplumumuzun siyasi sosyal ve geleneksel gerçekleri birinci planda yer alır. Gerçekçilik anlayışı içinde duygulu bir dille meydana getirilmiş romanları, roman tekniği ve anlatım bakımlarından da kusursuz örneklerdir.    

Kitabın sonunda verilen romanları dışında, Yakup Kadrinin mensur şiir, gezi notları, anılar, derlenmiş makaleler olarak başlıca kitapları şunlardır: Erenlerin Bağından, Okun Ucundan, Milli Savaş Hikâyeleri, Ergenekon, Atatürk, Ahmet Haşim, Zoraki Diplomat, Vatan Yolunda, Anamın Kitabı.

7.ROMANDAN BİR PARÇA

(Köyü işgal etmiş Yunan askerleri ortalığı kana ve ateşe bulamaktadırlar.)

"... Sabah oldu. Ama ne sabah! Çığlıklar içinde bir sabah. Kadınlar ağlaşıyor, erkekler bağırıyor ve çocuk hıçkırıkları köpek ulumalarına karışıyor. Sanki bir gemi batmak üzere. Sanki çılgın bir bestekâr, iptidai bir orkestrada "Dünyanın Sonu"nu çaldırıyor.

Ben ve Emeti kadın, bütün gece hiç gözlerimizi yummamışız. Ben susarak, o uluyarak Hasan’ın cenazesini beklemişiz.

Sabaha karşı kadında da uluyacak ses ve takat kalmadı. Bütün ağlamaları, boğazından yukarı çıkmayan derin bir hırıltı halini almıştı

-    Emeti kadın, artık sus. İşte sıra bize geliyor. Hepimiz Hasan'la beraber gideceğiz, dedim. Kadın, dizlerinin üstüne dayanan başını kaldırdı:

-    Ne dedün, ne dedün?

-    Dediğim şu: Bizi de öldürecekler. Sonra bütün bu köyü yakıp yıkacaklar. Ondan sonra bırakıp gidecekler.

-    Amanın, kaçalım bari bir yerlere kaçalım.

-    Kaçsan da kaç para eder? Sana, köyde taş taş üstünde bırakmayacaklar, diyorum bir yere kaçmış ol-sanda iki gün sonra açlığından ölürsün.

-    Vıy guzucuğum, vıy guzucuğum. Gördün mü bir yol başımıza gelenleri?

-    İşte bak, yangın kokulan gelmeye başladı.

Hey, sahi. Bir yanda, bir şey tütüyor.

Oturduğum yerden kalkıp Hasan’ın gözlerini kapadım. Hiç bu kadar canlı bakan ölü görmemiştim. Göz kapandıktan sonra bile kirpikler arasından acayip, endişe verici bir bakış sızıyor. Yüzünde hiç bir ıstırap izi yok. Sanki acı duymadan ölmüş gibi.

Lâkin yalnız bu çocukta değil, ben, harpte ölenlerin hemen hepsinin yüzünde bu sükûneti, bu tatlı sükûneti gördüm. Dudaklarında kasılıp büzülme yerine rahat bir gülümseme, bir güzel rüyaya dalmış adamın gülümsemesi...

Ölüm, belki cismani hazların en büyüğüdür. Belki; kim bilir? Bakalım şimdi göreceğiz.

Küçük Hasan’ın yüzünü bir gazete parçasıyla örtüyorum; çünkü odada bir keçe, kirli bir havlu bile bırakmadılar.

Dışarıda çığlıklar devam ediyor. Ara sıra tanıdığım insanların seslerini duyar gibi oluyorum. Kulak kabartıyorum. İşte bir adam avazı çıktığı kadar bağırıyor:

-    Ateş camiyi sarıyor, suyu buraya getirin; bu yana...

Bu, bizim imamın sesidir. Derken bir başkası:

-    Ülen samanlık tutuştu. Gidiverin, gidiverin...

Bu, Bekir Çavuşun sesidir.

Öbür taraftan muhtar:

-    Bizim hatun içerde kaldı yahu... Ne yapsak ki... diye bağırıyor.

İçimden "Muhtarın kötürüm karısı artık ölebilir." diyorum. Birden ve uzaktan uzağa Zeynep kadının sesini de duyar gibi oluyorum:

-    Donuzlar, donuzlar; aha şimdi de bizden yana geliyorlar.

Bir atlayışla soluğu kapının önünde aldım. Tam eşiği atlayıp geçeceğim anda, insana benzer acayip katı ve şekilsiz bir şeyle karşı karşıya geldim. Az kalsın çarpışacaktım, durdu:

-    Süleyman sen misin?

Bir sivrisinek vızıltısı bana cevap verdi:

-    Bizim odayı ateşlediler. İzin verirseniz aşevinde bir kenara yatıvereyim.

Süleyman bir pis yorgana sarılmış, incecik bacakları üstünde titriyordu.

-    Gir yat, gir yat. Ama burası daha salim değil ki; nerde ise buraya da gelirler, ateşe verirler.

Ve bunu söylerken aklıma defterim geldi.

Döndüm. Onu masamın üstünde, kitap, kâğıt ve gazete yığınları arasından bulup çıkardım. Bütün uzunluğunca, gömleğimin altında göğsümün üzerine yerleştirdim. Sonra durdum, düşündüm. Daha ne yapacaktım?

Ha; yanıma bir kalem alacaktım. Kim bilir, bir daha artık buraya dönemem. İşte yansına kadar yontulmuş bir kurşun kalemi duruyor. Onu alıp pantolonumun cebine soktum. Şimdi artık bir daha geri dönmemek üzere, gidebilirim.

Hayatımın son dakikasına kadar başımdan ne gelip geçecekse bu küçük kalemle, bu kapsız deftere yazacağım. Gece, karanlıkta, bu milli facianın bütün esrarını buraya tevdi edeceğim. Ne vakit ki, artık son demimin geldiğini hissedeceğim, onu bir taşın altına bırakacağım.

Çok geçmez, hayır, hayır, ya iki ya üç gün sonra buralarda tekrar Türk askerlerinin çarık sesleri duyulacaktır. Bunlardan bir kısmının yolu, mutlaka buraya uğrayacaktır ve bu zavallı viraneyi gezip görmeden geçip gitmeyecektir. İşte, tam bu gezintilerden birinde, tıpkı Mehmet Ali'ye benzeyen yağız bir nefer, bu defteri bularak subayına koşacaktır. Otuz iki dişini birden gösteren bir tebessümle sırıtarak:

-    Efendi, efendi; şuna bakıversene, acep nedir ki?... diyecektir.

Subay, bunu eline kayıtsız bir tavırla alacak, yavaş yavaş çevirmeğe başlayacaktır. Bu merak, defterin son yapraklarına doğru derin bir heyecan hâlini alacaktır.

Ondan ricam şudur ki, burada bana bir yabancı muamelesi, beni kendilerinden saymayıp daima manevî bir cezaya mahkûm kıldıkları için, köylülere bir kin ve gayız bağlamasın, onları ben, küçük sığırtmacın ölü başında, affettim. Ve bu umumî facia anında hepsine, hatta Salih Ağa'ya bile hakkımı helâl ediyorum. Bunların hiç biri "ne yaptığını bilmiyor."

Eğer bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş, şenindir.

Sen ve ben, onları yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, her şeyden ve herkesten uzak ve her türlü yaşamak şevkinden ve herkesten mahrum, bir avuç kazazade halinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve cehâlet denilen zifiri karanlık içinde ruhları, her yanından örtülü bir zindanda gibi, mahpus kalmıştır.

 

Bu zavallı mahlûklardan sevgi, şefkat ve insanlık namına, artık ne bekleyebiliriz? Bu iklimin çoraklığı ruhlarını kurutmuştur. Bu ıssızlık ve bu gurbet, onlara müthiş bir egoisme dersi vermiştir. Onun için her biri, kendi yuvasında bir kunduza dönmüştür..."

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi