Kullanıcı Oyu: 1 / 5

Yıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

SOKAKLARINDAN GEMİLERİN GEÇTİĞİ KENT

Yaşını doğru dürüst bilmeyen, polise ilk kez yakalanan Bünyamin Doksan, araba sapağa girmeden önce ardına dönüp baktı. Her yanı allı pullu bayraklarla bezenmiş bir geminin sokağa yanaştığını gördü. "Ne İstanbul bura, hey anam!” dedi, gülümseyerek. "Sokağından gemiler geçer, balıkları toprağa oturmuş, uğultusu dinmez. Güzel ki, bir masal, masal...”

Bünyamin bunları düşünür düşünmez gözleri yandı.

Sirkeci'nin denizinden bir sokak olduğunu öğrenmek onu yeniden ağlatacaktı.

Yanında oturan, kafası sıfır numara tıraşlı, saçkıran yerleri ekilmemiş tarla boşlukları gibi duran Cansu'ya baktı.

Adını kimin akıl edip koyduğunu bile düşünmeyen Cansu, polislerce bir kış gecesi bulunmuştu. Fırınlardan herkesin sıcak ekmekleri bağırlarına basarak, 'Tanrı ne verdiyse,” deyip, evlerine sığındıkları, sonra da dededen oğula geçmiş eski bir kuşkuyu dile getirdikleri, "Bu kar on gün daha sürerse ne olur bilmem?” dedikleri.
Oysa karın en geç beş altı gün sonra eriyiverdiği İstanbul lodoslarını unutturan kışlardandı. Gün döner dönmez herkes sokaklardan çekildiği bir gece, karakolun kapısında paçavralardan bir yığına devriyeden dönen polislerden biri takılmıştı.

— Tanrı seni inandırsın komiserim, diyordu. Üstüne basacaktım az daha. Tövbe tövbe, çocukta ses soluk yok yahu! Ne çocuğu? İttireyim dedim, gülmeyin, ince bir ses duyar gibi olunca nasıl korktum. Sırtüstü düşecektim merdivenlerden.

Eğildim, ne göreyim? Karların savrulduğu pırtıların arasında bir buruncuk. Cansu'yu gitmemiş sübyancığın, dedim; belli ki dalışı göreceği var dünyamızda.

Böylece badanası boz karakolun masasının üstüne kondu kundak.

Eski koltuklara geçti görevli polisler, oturdular.

Bir zamanlar meşin kaplı bu koltuklar için, "Neredeyse İkinci Meşrutiyet'ten kalma," diyordu Başkomiserleri. Bilgili adandı açıkçası. İkinci Meşrutiyet ha!

Beş numara Şakir Zümre taşkömür sobasının sıcağına yaklaştırdılar bebeği. Paçavraları açtılar. Biri bağırdı,

"Oğlan bu! Vay anasını!"

"Oğlan sahi yahu!"

"Baksanıza arslan gibi."

"Garibim be! Garibim ulan! Anasına dinine...”

"Nasıl koyverirler buncağızları!"

"Deme deme! Kim bilir nedir başına gelen kadının."

Çocuğunu it enciği gibi kapıya bırakandan ana mı olur? Bırak be!"

Komiser konuşmalara ağır başlı tutumuyla hiç katılmamış, en uygun dönemde sözü almıştı.

"Adını buldun sen," demişti, Cansu'yu getiren polise.

"Cansu olsun. Şöyle iyi bir saralım. Bir şeyler bulun yahu! "Saat, Beş buçuk, Başkomiserim."

"Vay, kışın beş buçuğu zifiri karanlıktır. Hiçbir yer daha açılmaz. Açtır bu sübyancık. Sesi soluğu ondan duyulmuyor.”

Gece nöbetindekilerin üstlerine örtüp şöyle bir yana kıvrıldıkları kalın battaniyeyi Cansu'ya sardılar. Isındıkça çocuğun incecik sesi çözülüp duyulmaya başlamıştı. Ara bezini değiştirmeye kalkınca da, Başkomiserin odasına ait toz bezinden başkasını bulamadılar. Bunun için olumlu olumsuz uzun uzun tartıştılarsa da, yapacak başka şey de yoktu. Battaniye yığınının sesi duruldu, polislerse olayın kendilerine anımsattığı değişik şeylere dalıp gittiler. Çoğunluğu sevinçten uzak şeyler olmalıydı ki bir sessizlik aldı ortalığı.

Gün ağarırken, elleri ayakları buza kesmiş, çevrelerine anlamsız bir iyimserlikle bakınan iki hırsız getirdi bekçi.

Hırsızlar sık sık gözlerini kırparak arsız bir anlamla Komisere doğru eğiliyorlardı.

Komiser canı sıkkın,

"Oturun ulan!” dedi. "Kış bastı ha! İçeri girme zamanınız geldi belli. Emekli öğretmen Sadi Beyin evinde ne bulacaktınız.

Hırsızlardan daha uzun, daha sıska olanı,

“Abi valla bir şey çalmadık: Şu Şimendifer marka saatten başka."

Hırsız, gümüş bir kösteğin ucundaki yuvarlak, kalın saati çıkarıp sallamaya başlayınca Komiser yerinden fırlamıştı. Aynı anda iki hırsız ellerinin ayasıyla yüzlerini örtmüşlerdi.

“Sizin ar damarınız patlamış it oğlu itler! Ya çuvalda saatin kutusunu mu taşıyorsunuz?” diye bağırmıştı Komiser. "Bu kentin her yerini sizler doldurdunuz. Hepinize bir polis gerek!”

Hırsızlar, gözlerini yere indirip beklemeye girişirlerken, battaniyenin içinden güçlü bir haykırış duyulmuştu. Kısa boylu hırsız korkma rolünü unutarak yerinden sıçramıştı.

"Bu ses nereden geliyor? Artık İstanbul'daki kundaklık çocukları da mı tırnakçılıktan içeri tıkıyorsunuz? Dinime imanıma, yaşasın be!” diye bağırmıştı.

Hırsızlar, gerçek bir şaşkınlığın vurduğu yüzleriyle öylesine değişmişlerdi ki, bekçi onları bu hâlleriyle görse tanımaz, yanlarından geçer giderdi.

Komiser, hırsızlık malların doldurulduğu çuvala baktı.

"Yok,” dedi, "onu büyüdüğünde yakalayacağız. Garibin alnına böyle yazılı.”

Hırsızları yan odaya geçirdiklerinde, paçavra yığınının sesi giderek gürleşiyordu.

Cansu, ona sokulup duran Bünyamin'e baktı.

— Ne dedin oğlum köylü? Sokaktan gemi mi geçermiş?

— He abim, öyle. Bakaydın görürdün. Bizden yana saptı dalgalanarak; güzeldi ki, can alıcı.

— Oğlum, düdük, buranın her yanı deniz ve tepedir. Bunu böyle belle. Sokaklarından da gemi geçmez. Manyak bu kereviz be...

Bünyamin, sokaktan toplanırken Cansu'nun yanına düşmüş olduğundan beri onun korkusuz davranışlarından ötürü bulundukları yeri pek önemsemiyordu. "Kim olduklarını, yaşlarını” soracaklarmış. öyle diyordu aralarında çocuklar.

Tabiî ilk yakalananlar içindi bu sorgu.

Bünyamin nüfus kâğıdında on üç yaşında çıkıyordu. Daha küçükmüş dediklerine göre, sekiz yaşında kadarmış.

O sekiz yaşında olmanın neleri gerektirdiğini de bilmiyordu.

Çocuklar onca kısa ömürlerinde öğrendikleri Cansu'nun deyişiyle "her türlü manita ve gırgırı” ağızlarına geldiği gibi sıralıyorlardı.

Biliyorlardı, bazı sözler yanındakiyle güçlü bir anlam kazanırdı: "Deli manyak," "puştun karanfillisi", "herifi kafaladık ki mayıştı", "suyu dibine akmış Çanakkale testisi" gibi sözcüklerin tadını çıkararak, bağrışarak Bünyamin'den yana döndüler.

Bünyamin kulaklarını sarsan gürültüden korktu.

Öylesine korktu ki, hemşerilerinin onu köyünden çıkarıp da, kimi kimsesi kalmadığından - öyle demişlerdi - Büyük Antalya Ambarı'nın gece bekçisine teslim ettiklerinden beri öyle korkmamıştı.

Gece bekçisi ona şöyle uzaktan bakıp,

"Gözünü yiyeyim; bu oğlan hiç mi ekmek yutmamış? Yok kardaş, yok! İstanbul denen yerde buna iş, aş bulmak olmaz.

Bünyamin'in getiricileri,

“Ne edek?” demişlerdi. "İyiden tek kaldı. Köy göçtü. İnsanlar Almanya'ya, İzmir'e, Adana'ya, İstanbul'a bölündüler. Dört yüz hanenin ocağı söndü. Yirmi hanede anca aş pişiyor. Onların da hepsi mezara dönük yaştadır. Otobüsçü paraya saymadı bunu. Aldık da getirek. Sen bunun babasının askerlik arkadaşı olursun, he mi?"

"He,” demişti, o kaşları gözlerini örten.

Bünyamin onunla kalmıştı.

Güneş sarısı iri taneli tespihini bir aptes alırken bırakan, ambarı dolduran yüklere, balyalara, tahtadan çakma sandıklara doğru okuyup ara sıra, "Eşhedüenle lailahe illallah ve eşhedü...” diyerek üfleyen, sonra da tespihini usta bir alışkanlıkla bileğine akıtıp yüzünü sıvazlayan bu adamla uzun süre orada kalmıştı.

 

Bünyamin, ambarın içinde korkuyordu.

Küçüktü.

Oranın kurşun rengi, rutubetli boşluğunda kimi kez gövdesinin yitip gittiğini sanarak ellerine bakardı. Babasının askerlik arkadaşı olan hemşehrisi, gece bekçisini, ona sezdirmeden gözden geçiyor, adamın kıpırtısızlığının şaşılası değişmezliğinden bunu algılamadığını ayrımsıyordu.

Kentin gürültüsünün kapıyla duvar arasında yıllarca oluşmuş oygulanmalardan sızışı bile ikisine ulaşamıyordu o saatlerde.

Bünyamin düşünemez oluyor, çuvallara sarılı yüklerden birine sığınıp uykuyla sanrı arası koyu bir dalgınlığa düşüveriyordu. Çuvallardan ekşimiş, belki ilk süt emdiği zamanlardan kalma, toz ve kıtık kokusunu anıştıran havayı soluyup yatışıyor, korkuyordu siliniyordu.

Kendisini okşayan, saçlarındaki her beliğin ucunda çıngıltılı boncuklar, gümüşçükler salınan bir kadın yüzü görüyordu. Bu yüz ambar bekçisinin tespih tanelerinin sürüp giden ölçülü, tok vuruşlarına denk bir sallantı içindeydi. Bu uyum, belikler, gümüş çakıntıları, pestil kokusunda ezilen sidik kokusu, ardından soluk soluğa yaklaşan bir köpeğin koca boz başı, kadının köpeği Bünyamin'in anlayamadığı bir dille özendirici karşılayışı, tespih sarısı gözleriyle köpeğin Bünyamin'e bakışı ve onun küçük gövdesinin gömüldüğü çuvalların itici yumrularından, gecenin sabaha dönen ayazından çekerek ılıklıkla saran bağır... Bünyamin, onu kavrayan kollarda sütlü gergin bir göğsün bastırışıyla titreyerek uyuyor, kızıl saçlarının eşi kızıl kirpiklerinde kalakalan bir damla gözyaşıyla sabahı ediyordu. O damlacık, Bünyamin'in ağlaması değil gülmesiydi. Neredeyse Bünyamin kadar olan o boz köpeğin çakıldaklı kuyruğunun çuvalların dokusundan ayıramadığı sertliği, sayrılığa benzer bir yarı uykululuğun diline getirdiği pas, yüreğinin ışımasının acıya dönüştü.

Sabah, ambarın açılan kapısından içeri bastıran kentin gürültüsü.

Bünyamin'in ilk gördüğü, ambara doğru peş peşe yaklaşan gemilerdi hep. Sanki kamyonlar değil gemiler gelip alıyordu yükleri.

İş bitiminde birlikte ayrılıyorlardı.

Tahtakale'nin oralarda, güneşin hiçbir saatte dik düşmediği sokaklardan geçerek, altında bir aşevi bulunan, etli lahana dolmasının salt pirinçle yapıldığı, bir bütün ekmekle tek tabak yemek yiyen insanların dolduğu yerin kapısına bitişik, yanlamasına bir merdivenden alçak tavanlı bir kata çıkarlardı.

Yüzlerce yıl önceden kalmış, yağlı karaya kesmiş bir niştin içine sarı küçük çıkınını bırakırdı gece bekçisi. Elinde tespihi, pek rastlaşmadıkları birilerinin onlardan önce yattığı yataklardan birine çöker ve o an dönüp Bünyamin'e bakardı.

“E, sen ne edeceksin de bakayım? Hep uyudun ya gece."

Bünyamin uyuduğunu başıyla onaylar, beklerdi.

Bekçi lâstiklerini çıkarır, kalın yün çoraplarını sıyırırdı. Odayı keskin bir ayak kokusu kaplardı. Bünyamin bu kokunun ambarın öz sıcak kokusu olduğunu düşünüp iğrenmezdi. Yine gece olsa, gidip çuvallardan birine sığınsa, boz koca kafalı köpekle, saçları belikli ak göğüslü süt kokan kadını bulsa diye özlemle içinden geçirirdi.

Adam çoraplardan kurtulunca dal dal yayılan ayak parmaklarını, kemik çıkıntılarıyla dışa taşan topuklarını, iri ayaklarını gözden geçirir, sonra kime söylediği belirsiz,
"Sabah namazını kıldım, iyi iyi...” diyerek birden yatardı yatağa.

Hemen horlamaya başlardı.

Giyimliydi, yalnız ayakları çıplaktı. Baş ucunda, tabanları kararmış yün çorapları, dökme lâstikten yapılma ayakkabıları dururdu. Bileğine takılı safran sarısı tespihi, gür, koyu görünen bıyıklarıyla sırtüstü yattığından daha gencelmiş olurdu yüzü, buna karşın gözkapakları derinleşir, içine çökerdi sanki.


Odaya aydınlığın tek düşme yeri olan dar bir mazgaldan oluşan deliğe yaklaşır dururdu Bünyamin. 

İstanbul'a benzersiz bir ışıkla seller gibi yayılan güneşe bakardı.

Gemileri görürdü.

Trenden ilk indiğinde yadırgayıp binmek istemediği gemileri.

Ağlamaya kalkınca, kendi gibi kızıl saçlı, çok uzun boylu, çok ince; sık sık öksürdüğünden trenin tahta sıralarına çarpan kafası, dinmez öksürüğüyle geceler boyu süren yolculuğunu bir bungunluk olarak anımsayacağı o boz günlerin kişisi, o hiç uyumayan köylüsü, hani, "Şoför paraya saymadı bunu," diyen adam, Bünyamin'in sırtını kaktırıp susturmuştu.

“Ağlama, bak hele yavrum şu minare kesimi yere. Yürü de yürü. Çaresiz binecez?” Kuleye bakardı.

Baktıkça bir gün üstüne çıkıp da öteleri, herkesin göç ettiğini söyledikleri yeri, boz köpekle kadının orada durdukları yeri görebileceği umudu içinde boy veriyor, büyüyor büyüyor, isteklenmesi dayanıksız, kıkırdaksı göğüs kemiklerine dayanıyordu. Bir arı havanın çevrelediği, mavilikte titreşen o yere, kadının boynunu okşadığı çoban köpeğinin bozluğuna bakmak, ulaşmak, değmek istiyordu.

Mazgal deliğinin önünde, ne kadar saat geçtiğini bilmeden dikilip kalıyordu. Ortasından köprü geçen denizin gemilerine, vapurlarına, çatanalarına, mavnalarına, motorlarına, kayıklarına, römorkörlerine giderek sevinçle bakıyordu. Kıpırtısız koyulup duran dubalara gözü ilişince, onları gece bekçisi yaşlı adama benzetiyordu.
Odaya bir girene dek öyleceydi.

Giren de çocuğu görmemiş gibi davranıyor, nereden edindiği belirsiz derin karanlık bir yorgunluğun yer ettiği yüzündeki aldırmazlıkla,

“Ne o, bizim Hasso türküsünü iyi söylüyor bugün,' deyip, uyuyan gece bekçisine gülüyordu.

Oysa yaşlı adamın adı Hasso değil, Kirman'dı.

Bunu kesinlikle biliyordu Bünyamin.

İşsiz oldukları söylenen bu adamlara karşı çıkmıyor, dediklerine yanıt vermiyor, doğrudan hiç bakmıyordu onlara.

Sonra adam dar merdivenin bitiminde, odaya girmeden önce aralıktaki musluk ve helânın olduğu yere yürüyor, kayboluyordu. Burnunu, boğazını temizleme sesleri, sümkürmeler, gırtlağını sökerce zorlanıp balgam çıkarmalarla orada bir süre kalıyordu.

Yeniden korkuyordu Bünyamin. Kuleye çıkıp görmeyi istediği o yerleri içi yarılarak özlüyordu.

İnsanlar orada hayvan toynaklarının ezdiği çayır çimenin nemiyle bezeli, diri soğuğu soluklarıyla buğuluyorlardı. Kara çadırların içinde, güzel gümüş alınlıkları kaşlarına inen ince belli kadınlarla, seslere olağanüstü duyarlı, uzun boylu, çevik adımlı erkekler ak dişleriyle ışıldayarak dağlara bakıyorlardı. Kuzulayan bir koyunun sonunu sevecenlikle toprağa gömüyorlardı. Sürüsünü, "De ha, ha...” diye ünleyen on beşlerinde bir delikanlının bağırışı koyaklardan pınarlara iniyordu. Göçüşün seslerine çan, bağlı yüklerin ırgalanırken çıkardığı gıcırtılar, bir de türkü katılıyordu. Masallardan artma bir ıssızlıktan yürüyüp çevrelerindeki mavilikle gerilen arı havayı da sürüyerek gidiyorlardı. Süt damarları gergin, belikli genç kadın, ikide bir dönüp ardına bakıyordu. Kış pırnallarının koyulttuğu tepelere sürüler durma tırmanıyordu, üstlerindeki buğulu, ılık aylanın saydamlığını çoğaltarak. Çocuk çoban, "de ha, ha... diye ara ara bağırıyordu dağları yankılandırarak.
Sonra Kuleyi ona yaklaştıran güneşin ışıklarıyla gelen oyununa, Bünyamin başını sallayarak,

“Bu sokaklarından gemiler geçen ulu yeri bırakıp gitsem, ey büyük Allah’ım!" diyordu.

"Ey büyük Allah’ım!” derken, babasının askerlik arkadaşı olduğu söylenen gece bekçisi gibi oluyordu eksiksiz.

Boğazını, burnunu temizlemiş adam gelince, uyuyan yaşlı adamın ayaklarına daha çok bakıyordu.

Bünyamin sıkılıyordu bunu ayrımsadığında.

Adam çocuğun tedirginliğini sezmiş gibi, odadaki kıyıda köşede bırakılmış teneke tütün kaplarını, arkası ezilmiş kunduraları, ipliklenmiş kordondan sarkan çıplak ampulü, içinde neyin sarılı olduğu belirsiz gazete paketini ayrı ayrı gözlüyor, sonunda yeniden mazgal deliği önünde duran çocuğa çeviriyordu yüzünü. Bünyamin'in sırtı terliyordu.

Adamın artık yatacağını anladığında başını kaldırıyordu.

Adam boş yataklardan birine giriyordu. Pamukları deşilmiş, ilk rengini ele veren hiçbir parçası tam kalmamış yorgana sarılıp sessiz, kıpırtısız bir uykuya dalıyordu.
O adam, uyumadan önce yanına, cebinden çıkardığı yasemin bir ağızlık, plâstik bir para cüzdanı bırakırdı. Bu cüzdanın üstüne boncuklarla yarı balık, yarı kadın bir motif işlenmişti. Altında da tarih ve yazı, Sultanahmet 19... Ah minel... Gerisi dökülmüştü boncukların.

Gün Kulenin oradan çekilip karşı yöne düştüğünde, martı sürülerinin kulakları sağır eden çığlıklarıyla kafası boşalmış duran Bünyamin'e bekçi uyanıp,

"Ezan okundu mu?” derdi. "Duydun mu? Allah’ım sen büyüksün."

Bünyamin utançla önüne bakardı.

"Türkçe bilmezsin sen ha? Ezan, dedim. Bilirsin, bilmelisin,”

Gece bekçisi kalkar, ara muslukta aptes alır, uzun uzun dualar ederek yıkanır, dönerdi. Yan yatakta, sanki örtündükten sonra yok olup gitmiş adamı bilmezce davranır, sonra da,

"İstanbullu kaçta gelmiş?” derdi. "Bu esrar içermiş. Allah taksiratını affetsin. Dönüş yok bize. Allah güzel huylarımızı bozmasın."

Bünyamin yanıtlardı:

"Köprünün kapalı deniz yanından on vapur geldi geçti, İstanbullu geldi.”

Gece bekçisi başını sallardı,

"Olmaz, ey koca Allah’ım olmaz!”

Durur, odayı çepeçevre süzer, her gün yeniden bulmuş gibi köşeye çakılı çivilere asılı çıkınların içinden kendininkini alır, bir örtüyü çıkarıp, odanın duvarlarından birine karşı, yanlamasına sürer, sonra Bünyamin'e,

"Dolaşmayasın," derdi.

Bünyamin o uzun namaz sürecinde günah olur korkusuyla küçük görüş açıklığına bakmaz, sırtını dönerdi.

Namaz bitimi duaları yükselir, odayı sarar ve o sıra Kulenin camlarından güneşin balkımaları yansıyarak odanın içine fiske fiske düşerdi. Bünyamin yüreğinin büyüdüğünü, sıska omuzlarına dek vardığını, ambara gideceklerini, orada çuvallardan birine yaslanıp özlediklerine uyurken kavuşacağını bilir, sevinçle başı dönerdi.

Namaz biter, gece bekçisiyle aşağı aşevine inerlerdi.

Yemeklerin sunulduğu cam vitrinin ardında salçalı kızıl sularında yüzen yiyeceklere bakarlar, yağın doygunluk sunan pırıltısını süzerlerdi. Bu görüntünün ardındaki aşevi sahibi iki çocuk garsona seslenirdi:

"Beylere masa göster, fırla!”

Gece bekçisi, Bünyamin daha önce oturmuş yemek yemeyi sürdüren iki adamın yanına ilişirlerdi. Önlerine sadeyağlı kuru fasulyelerini sürerdi çocuk garsonlar, bir bütün ekmekle.

Bünyamin kendi tabağını bitiremezdi. Sıcak ekmekler güzeldi. Oraların aşevlerinin en büyük sunusu buydu. Ekmekler sıcacıktı ve asla bayat olmazdı. Çünkü az öğünlü yemeklerin müşterileriydi oradakiler. Adam başına bir ekmek yiyip geride artık bırakmazlardı.

Gece bekçisi fasulyesini yerken Bünyamin'e,

"Haydin!” derdi. "Hava kararmakta. Ye ye, doyur kendini.”

Bünyamin, ekmeğini salçalı, yağlı suya banıp yerken, duvardaki sağlam taşlara kakılmış, ne işe yaradığı anlaşılmaz iki demir halkaya bakar, ardından Kâbe resmine, sonra koca dalgalarda yol alan bir savaş gemisinin ucundaki bayrağa dalardı. Bu resim denizin, esintisini yüzünde duyana dek.

Radyodan haberler okunmaya başladığında Kulenin üstündeki aydınlık tümüyle yiter, koyu kadife mavisine dönerdi.

Çıkarlardı aşevinden.

Çevrelerini alan tezgâhlara, ıslak kaldırma, çamurlara belenerek yatmış dilenciye, pazarcı artıklarının doldurulduğu bidonları karıştırıp bir yandan da artlarını gözleyen insanlara, elindeki filesini ikide bir yere bırakıp göğsünü tutan ihtiyar adama, kokuşmuş artıkların içinde çamurdan yuvarlaklar yapmaya çalışan yalınayak çocuklara, kadınların çevreye görünmek istemezmiş sandıran hızlı hızlı yürüyüşlerine bakarak ambara doğru giderlerdi.

O saatte limana kesinlikle büyük bir gemi girerdi, onun sesini duyardı Bünyamin. Hemen Kuleyi arardı gözleriyle, göremeyince de, "Kulenin camlarından artmış kızıllıklar, gelen geminin bayrağı olmuştur," diye düşünürdü.

Gece bekçisi salt bir kez, babasından söz etmişti ona.

Minarelerin ışıklarla süslendiği, gece bekçisinin daha sık namaz kıldığı bir zamandı.

Babasının anasını kaçırdığını, ardından askere gittiğini, askerde öldüğünü söylemişti.

"Öldü garip."

Öylesine söylemişti ki bunu, Bünyamin babasının ölmesinin bir kaçınılmazlık olduğunu anlamıştı.

Susup bakmıştı yaşlı adam. Bekçi, birlikte yaşadıklarından beri ilk kez en uzun konuşmasını yaptı o gün.

"Bir sabah kalktık ki baban ölmüştü. Gençti. Çok yiğitti. Anan ona isteyip de kaçmıştı, sevdaları şanlansın diye. Askerin yüzbaşısı doktor geldi. Ciğer kalmamış bunda ne deyim, dedi."

Ciğeri bitmişti demek ki babasının. Ciğeri bitmiş, tükenmişti demek. Bunun nasıl bir şey olduğunu ancak büyüdüğünde öğrenirdi Bünyamin, daha fazla sormadı.

Unutmamalıydı, askerde ölmüş bir babası vardı. Anasıyla sevdalarını şanlandırıp dağlara doğru yürümüşlerdi. Nefti çamların altına ak keçeler serip el ele tutuşup birlikte yüz yüze verip uzanmışlardı.

Sonra kış bastırdı.

Artık geceler uzundu, soğuktu.

Karanlığın onmazlığını kışla tanımıştı Bünyamin.

Gece bekçisi nereden bulduğu belirsiz bir eski asker kaputunu, bir kat daha yün çorabı, tiftikten bir başlığı, aynısından tek parmaklı eldivenleri giymişti. Bünyamin’e çok büyük gelen bir ceketle, paçalarını birkaç kez kısalttığı çuha bir pantolon giydirdi. Bünyamin, bunlarla hemen hemen ancak yürümeyi başarabiliyor, başkaca hiçbir devinim yapamıyordu. Üstündekilerin ağırlığıyla daha da sessizleşmiş gibiydi. Bu kumaş yığınından ona ait göze çarpan tek şey kızıl saçlarıydı.

O yıl kış uzun sürdü İstanbul'da.

"Bir zamanlar Boğazdan buzlar inmişti,” diye konuşabilen gerçek İstanbullulara göre uzun sayılmazdı ya... Bünyamin'le yaşlı adama uzun gelmişti.

Onlar için ısınmış tek yer aşeviydi. Çocuğun orda gevşediğini, daha çok kalmak için ağır ağır yemek yediğini ayrımsayan bekçi:

"Böğrünü, yanını kolaya neye alıştırma çocuk," dedi. "Sayrı düşersin. Soğuk iyidir, bize soğuk iyidir. Allahım sen büyüksün çok şükür...”

Camilerle göğün rengi birbirine karışıyordu.

Güneş hiçbir yerde görünmüyordu.

Bu çamurlar kentinde, kurşun rengi onmaz kışın gecelerinden birinde Bünyamin'in içindeki bir yer kar tuttu sanki.

O zaman üstündeki ağır koca giyimleriyle kalktı.

Bünyamin, ilk kez gece bekçisi hemşerisine yaklaştı. Konuşmaya girişebilmek için ceketinin boş kollarını salladı havada.

"Dede,” dedi.

Adam, benle kimdir bu konuşan dercesine döndü.

"Kimdir bana dede diyen bu karanlık yerde?" diye düşündü.

Soluklarını duyumsuyorlardı karanlığın içinde, ılıklıkları yaklaşıyordu birbirine.

Lâğım farelerinin, karınlarını yağlı yağlı sürüyen kırkayakların, çağlık geçeneklerinde kör kara yılanların yuvalandığı, cenk kanlarının kahverengiye kesip gittiği bu yerde, toprağın güngörmezliğinin yapışkan sızıltılı kuytuluğunda yaşlı adamla çocuk karşılıklı durdular. Bekçi, el lâmbasını yaktı. Çocuğa iyice yakından eğildi, kaşları açıldı. Gözlerinin yeşil olduğunu gördü kocamış adamın. Bünyamin, soluğunu tuttu bir an. O iri başlı boz köpeğin bayırlardan sürerek taşıdığı o yabanıl yeşildendi bu.

"Nedir? Söyle,” dedi, yaşlı adam.

'Babam sen gibi dede miydi?”

"Yok, yok... Baban civandı. Öyle de öldü. Ben bilmem o hâlimi... Ziyade kara gözlüydü.”

"Dede, ben derim ki, gemilerle yük taşısalar ambarlara. Denizler buza kesmez. Kış tez gider.”

"Öyle iş mi olur?" dedi gece bekçisi. “O masal... Senin dediğin bre yavrum bir masal...”

Günler bahara dönerken her günkü gibi çıktılar ambardan, yürüdüler.

Cami avlularında yağmur birikintilerine ilkyaz güneşi uzak uzak yansıyordu. Güvercinlere yem satan kadın görünürlerde yoktu. iki er konuşmadan duvara dayanmış uzaklara bakıyorlardı. Serindi her yan. Durup bir salep içtiler.

İlk kezdi salep içmeleri.

Dede sık öksürmekteydi. Her öksürüşünde tespihini hızlandırıyor:

"Ey büyük Allah'ım!" diyordu. "Nedir bu böğrümü dalayan.'

Salep içtikleri gün, salepçi, Bünyamin'in başını okşamışti, sonra:

"Geç kalmışsın yahu babacağım çocuk yapmaya,” demişti.

Bünyamin, bekçinin elini aradı, buldu, tuttu. Nesi andırıyor acaba yaşlı adamı diye hiç düşünmedi.

Çünkü bekçinin gözlerinin rengini tanıdığı geceden sonra, kendisininkinin de aynı renk olduğunu ileride ancak, bir karakolun helâsında görecekti.

Şu kafası tıraşlı Cansu'yu ve öteki çocukları onunla birlikte toparladıkları gün. Helânın çillenmiş aynasında ona kendinden öte biri bakıyor sanarak öylesine uzun kalacaktı ki, gözlerini tanımaya durdukça ürkmesi taşkınlaşacaktı.

"Haydi bakalım delikanlı!” demişti genç polis. "Yoksa sende mi artist olacaksın?”

Çocukların yanına geldiğinde içini saran yabancılamayı anlayamıyordu. Oradakiler,

“Ulan Zafer, Cansu'yu kızdırma ha!” diye konuşuyorlardı.

Oturuşundaki ağırlıkla kendisine ikide bir laf atılamayan "Karakol Cansu”nun yanına, sessizlik en çok orada diye süzülüp ilişmişti.

Zafer'in uzanarak Bünyamin'in kafasına bir tokat atmasıyla Cansu'nun onun elini yakalayıp bükmesi aynı hızda oldu.

Zafer sertleşen yüzüyle baktı Cansu'ya. Cansu, büktüğü eli bırakmadan arabanın camından dışarıyı çok ilginç şeyler oluyormuş gibi gözlemeyi sürdürdü.

Zafer elini acımıyormuşça çekmeye çabaladı ya, kurtaramadı. Ardından işi şakaya dökmeyi uygun gördü, yüzünde yırtılırca gerilen gülüşüyle,

— Ne o Karakol Cansu, yoksa senin meydancın mı 'bu düdük, bu akılsız cüce?

Cansu döndü, yanında oturan, neredeyse yok olmak çabasıyla uçup havaya karışacakmış gibi duran Bünyamin'e baktı.

Bünyamin bu bakıştan etkilenmiş, ellerini dizlerinde kavuşturdu. Atalarının, o hiç görmediği atalarının, bir dinginliğin anlatımı olan duruşunu eksiksiz edinivermişti. Yüzü küçük yaşına karşın derin bir hüzne büründü. Çevresindeki seslerde arındı.

—Ey büyük Allah'ım ey! dedi.

Zafer,

— Gırgıra bakın ulan! diye bağırdı. Ulan, haşlağa bakını...

Çocuklar birden gülmeye başladılar. Demin kendisiyle yüz göz olmaya kalkan Zafer'e dersini veren, alabildiğine çatık bir yüzle durmasını sürdüren Cansu da, kendini tutamadı güldüp Zafer'in elini saldı,

— Ne matrak adamsın sen de, be Bünyamin! dedi Cansu. Gemiydi, Kuleydi, Allah’tı... Allah polise düşeni unutur, bir kere bunu böyle bil oğlum kereviz. Büyük Allah’ın öyle çok işi var ki, onunla sohbet yapacak bir sen mi kaldın, garibin zurna bölümü piyadesi. Hayda!..

Zafer, bu boş vermişlik anından yararlanıp,

— Değil mi ya? Kerize bak! dedi.

Cansu yeniden öfkelenerek,

— Sus ulan kör Zafer! dedi. Seni de biliriz biz. Söyletme adamı. Bunun kaydı kuydu yok. Yaşını bile bilmiyor. Paşalanıp durma, bırak Allah'ın garibini. Yoksa başlarım kitabından, hıyarağa...

Arkadan Bünyamin'i ilk ele veren çocuk,

— Cansu, ayıp ettin, ama dedi. Hangimiz garip değiliz yavrum şu İstanbul'da? Akşam olduğunda, şu evlerden birinde bizi bir bekleyen mi var?

— Evet, dedi Cansu. / Olgunlukla başını salladı. / Üstelik, amma da çok bina vardır ha!... Bizimki başka. Biz buranın ıcığını cıcığını, iliğini kemiğini biliriz. Sinema koltuklarında çektiğimizi kim çekmiş. Köprü altında az mı dalga saydık, az mı polis yorduk? Hem evcilik, adam olan adamı sıkar yavrum. Bünyamin daha yeni. Herifin geçmişi bile yoksa da, dua etmesine diyecek yok.

Zafer, Cansu'yla bozuşmanın götürülüp tıkılacakları yerde hiç de iyi olmayacağını bildiğinden,

— Doğru konuştu Cansu, dedi. Hepimiz garibiz ya, şu kentin her çeşit çift dikiş düzülmüşlüğünü biliriz. Bu da işi kolaylaştırır. Kardeşim Bünyamin, söyle bakalım sen nerede oturuyordun? Hangi indeydin?.

Bünyamin Cansu'ya baktı. Cansu ağzının yanındaki derin yara izini yumuşatan gülüşüyle,

— Söyle söyle, dedi. Bu aval Zafer kuru sıkı atar, ama korkağın kerevizin tekidir. Takdir ettiğim yanı, yanar döner anasına kafa tutup hayatını kazanmaya çıkmasıdır. Siktir etmiş karıyı, bu kıyak işte...

Bünyamin gülmeye çalıştı. Gerçekten de yüzünde ince bir yumuşama belirdi.

— Hani Kurtuluş'tan aşağıya inen hem dik yokuş var ya, orada çalışıyorum bir aydır. Çingenelerle atışılıyor, dövüşülüyor ya, iyi idi. Kastamonulular, Sivaslılar kalabalığız. Malbora satıyorduk. Çok para var işte. Biriktirip biriktirip Kuleye çıkacaktım.

Zafer arsız arsız baktı,

— Bak sen hele! Bir Kule meraklısı eksikti aramızda. Senin kaç tahtan noksan yavu? Bizim kafalar çatlak ya, bunun ki yağmur oluğu...

Cansu, Zafer’e döndü, çatılmıştı yüzü.

— Haklı değil miyim be Cansu! dedi Zafer. Karığın biri de bu...

— Ulan Kule dese n’olacak, cami dese n’olacak? Bu Zafer de senin işten tutar Bünyamin. Nişantaşı’nın köşesinde durur, şu Ankara Pazarının orada. Şık bayanlara yapışıverir, pat satar sigaraları - Cansu burada yüzüne komik bir anlam verip sesini incelterek - Dayanamaz kadınlar buna, bahşiş de verirler. Herifin gözü çok işine yarıyor. Bu manyağın körlüğü şansı vallahi.

Çocuklar aynı anda konuşmaya giriştiler.

— Hemen sabıkaya yazılma.

— Sıyırırsın.

— Malbora satmak da iş mi?

— Zafer tırnakçıdır üstelik.

— Bizim kaydımız dosyalardan taşıyor.

— Susmalısın.

— Bilmiyorum abi kimdiler, de.

— Ağla, ağlamanın faydası var.

— Hadi ulan, kim aldırıyor bizim ağlamamıza?

— Öyle bir konuştururlar ki, bülbül gibi.

— Kimlerden aldığını söylemeyeceksin, o kadar...

Cansu, çevresini aşağılayan bir bakışla süzdü.

— Susacak Bünyamin, dedi. Yoksa bir daha tek kuruş kazanamazsın. Onun adı Zâfer değil ki dırdırlansın...

— Susacaksın unutma...

— Bilmiyorum abem, dedi Bünyamin. Susacak olan ben miyim?

— Yaşasın be, dedi Zafer. işte sonunda bir akraba çıktı sana Cansu Bey.

— Sus ulan! Gelirim yanına, Çağanoz Zafer!

— Senin kaydında yazılı olan, nedir acaba? demek cesaretini gösterdi önde oturan, üstüne Süpermen yazılı tişört giymiş esmer çocuk.

Cansu onu aşağılayarak süzdü.

— Benimki sigaracılık değil. O işi bırakalı yıl var. Daha tantanalıdır işim. Üstelik tanınmış adamımdır ben. Çocuk Bürosunda şimdi benim için hazırlanan özel karşılamayı göreceksiniz. Boru mu oğlum...

Esmer çocuk başını çevirdi. Yanında ilk toplandıklarından beri ağlayan, ikide bir gülmeye katılsa da yine kendini tutamayıp ağlamasına dönen çocuk Cansu'ya bakarak,

— Nasıl karşılarlarsa karşılasınlar, ben Çocuk Bürosuna varım valla... dedi. Benim canıma okudular. Beni sattılar. Elli lira, elli liraya bir oğlan çocuk. Yüz elli liraya da siz Malbora satıyorsunuz.

Çocukların tümü bir anda dondu kaldı. Esmer oğlan ağlayana eğilip,

— Sus, dedi.

Cansu öne uzandı. Giderek genç bir delikanlının parmaklarına dönüşen mafsalları belirginleşmiş eliyle çocuğa dokunup,

— Ağlama sakın ha! dedi. Başka şeyler uydur sorduklarında. sen erkeksin. Sus, seni kimse satmadı, sus! Sen erkeksin...

İyice unuttu çevresini Bünyamin, içi rahatladı,

— Hey büyük Allah’ım! dedi.

Ağlayan çocuğun anlatmaya çalıştığını çözer gibiydi. Sigara işinde çalışan erkek çocuklara, onlar kızmış gibi lâf atanlara rastlıyordu.

Sigara satan çocuklardan kimi bu adamlara yaklaşıp sanki birbirlerine kapanmışça duyulmaz bir konuşma tutturuyorlardı. Adamların yüzlerine yayılan, gözlerinde en yoğun açıklığını bulan karanlık bir kuşkuyla tedirginliğin üst üste düştüğü keskin anlam çarpıcıydı. Çoğunluk konuşma sürerken çocuğa uzanıp ensesine koydukları ellerindeki okşamayla acıtma arasında gidip gelen tutumun iticiliği, kaçamak gülüşlerini daha da baskınlaştırıyordu. Bu birkaç çocuk yeniden sigaraları satmaya yöneldiklerinde,

"Eşşoğlu eşek puşt herif!” diyorlardı. "Verdiği paraya bak ulan! Keraneye gitse bunun üç katını öder keriz.”

Hâlâ salt sigara satmakta diretenlerse bu sözleri duymazdan gelirdi.

Sonra akan arabaların çoğunluk sıkışan yolda ara ara durmalarıyla çocuklar kümesi sarardı arabaların çevresini.

"Haydi abi, bu fiyata bugün.

"Kaç tane?”

"İki kartonsa yarına söz."

"Söz be abi! Ama fiyat değişirse suç benim değil."

“Abi, Nişantaş'da da aynı."

"Bizde fiyat değişmez.”

Yaşlarını çok aşkın tutumlarına, konuşmalarına karşın giyimlerindeki yoksullukla, az uyunmuş uykuların daha şimdiden derin gölgeler bıraktığı yüzleriyle çocuklar görenlerde acımayla tiksinti karışımı bir etki yaratıyorlardı.

Geceleyin kaldıkları bekâr odasında, aralarında olmayanlar döndüklerinde kimse bu geç gelene soru sormazdı. O ise birkaç kâğıt parayı büküp koyduğu cebinden çıkarıyor, önceki kazandıklarının yanına katıp yeniden gözden geçiriyor, öteki yatakları gözlüyordu bir süre. Bir devinme olunca hızla kaçırdığı bakışlarıyla bir an öyle önemli bir uğraşıya dalmışça elini kolunu yordamlıyor, kirden rengi bellisiz yerine kıvrılıp uyuma durumuna geçiyordu. Oysa çoğunluk en geç uyuyan da o oluyordu içlerinde.

"Anlatma şakın!” denilen şeyin, böyle bir olaya bağlı olduğunu kestirmişti.

Bünyamin'in Tanrı'yı yeniden anması arabada sessizlik yarattı. "Beni yaktılar," diyen çocuksa Bünyamin'in o garip yakarışlı sesinden sonra hıçkırıklarla sarsılmaya başlamış, bağırarak konuşuyordu.

— Yaktılar beni, yaktılar! Dubaların oraya koştum. Dizlerimi çarptım. Martılardan başka kimseler yoktu. Yok vardı. Ben onlardan kaçtım. Büyükler hayvandan beter çocuklar. Siz bilmiyorsunuz... Her yanları cılk cerahat kokuyor büyüklerin, çürük kokuyor.

Sarsılarak ağlayan çocuğun ince ensesi, uzun kumral kirli saçları, sivri sivri beliren omuzları görebildikleri tek noktaydı şimdi.

Cansu, polis arabasının tavanı elverdiğince doğruldu, ağlayan çocuğa uzandı. Cansu'nun bedeninin titrediğini duyumsadı Bünyamin. Cansu, ağlayanın yırtık gömleğinin açık bıraktığı çelimsiz ak omzuna elini koydu.

— Sus dedim sana! dedi. / Sesi kalın, durgundu. / Bunu poliste kayda geçerken söyleme, hiçbir yararı olmaz. Kötü bile olur senin için. Sana bir şey yapmadılar diyorum. Sus çarparım ha!

Geriye dönüp yeniden Bünyamin'e baktı.

— Ağlamayıp güleceksin. Bak bu manyak düdük ne dedi demin? Onu dinle, açıl. Para toplayıp Kuleye çıkacakmış. Ulan hangi Kule'ye çıkacaksın bakiim sen?
Bünyamin eliyle görmediği, fakat doğru gösterdiğini sandığı yönü çizdi.

— Tamam!.. dedi Cansu. Bu dini bütün müslüman Galata Kulesine düşkün, anlaşıldı. Sen de manzara merakımdan Köprüaltında yattım diyeceksin. Amma da bozulur amcalar ya, boş ver. Tıpı tıpına böyle diyeceksin.

Çocuk döndü. Gözyaşlarından yüzünde kirlere karışan iki yol oluşmuştu. Gözleri yıkanmış bir maviliğin ışıltılarını saçıyordu. Çocuğun apak, incecik boynunu görmek Bünyamin'e Tanrıyı yeniden anma isteği verdiyse de sustu. Sonra boz köpekle belikli, gümüşlü kadının süt kokusunu geçirdi içinden.

Cansu oturacağı yere çekilirken.

— Tamam dedik, değil mi? Hani cevap?

Arabadaki çocuklar öğretmenleriyle geziye çıkmış bir öğrenci kalabalığı ivecenliği ile bir ağızdan,

— Tamam... Anladık... diye bağırdılar. O da anladı.

Seslerindeki pürüzü atamamışlardı henüz.

— Hem iyi anladık, dedi Zafer. / Sesi titrekti. Kör gözü yüzünün tümünü kaplamış gibiydi. / Yakışıksız bir şey mi söylendi? Güm... anlarız. Bu İstanbul'un en kıyak çocukları bizleriz. Bunu bilmeyen mi var?

Cansu, sevecenlikle Zafer'in kafasını sıvazladı.

— Ulan Zafer, dedi, bitirim adamsın sen bazan. İyi kafa buluyorsun. Yaşa be!

Zafer, kör gözünün ışıksızlığını yüzünden kazımak istercesine,

— Gülelim haydi be! dedi. Sayıyorum. Üç dediğimde, çocuk bahçesindekiler gibi basacağız kahkahayı. Tamam mı? Bir, iki, üç... Haydi!

Çocuklar bağırmayı andıran kahkahalar attılar.

Bünyamin daha az başarabilirdi bu gülme girişimini, salt dudakları gerildi, dişleri göründü.

Olanların tümünü, Cansu'nun yüzündeki değişmelerin en ince ayrıntısına dek öykünerek izlemeye başlamıştı. Cansu'nun davranışları ne yönde gelişiyorsa eşini, kaçırmadan yineliyordu. Cansu Zafer'i sevdi diye ona içtenlikle gülümsedi. Daha da ileri gidip dokunamayacağı uzaklıkta olduğunu unutarak elini uzattı, eli havada asılı kaldı.

— Senin annen neyin yok muydu ki kardeş?

Çocukların tümü bu kez gerçek kahkahalarla gülmeye başladılar. Gırtlaklarından içbükey dönüşlerle çıkıyormuşça yabansı, ürkütücüydü gülüşleri.

— Hiç anasız çocuk olur mu, davar? Ulan ne biçim soru.

Bünyamin ürktü. Ağzı aralık kalakaldı.

Esmer oğlan ayağa kalktı, kalabalık bir gruba konuşuyormuş gibi abartmalı bir duruş aldı.

— Dinle oğlum köylü! dedi. Allah seni terk etmiş, senin ondan haberin yok. Bir çocuk nasıl yapılır? Ders bir: Bir erkekle bir karı buluşup bakışırlar, film bir afiyle öpüşürler, zevki sefaya dalarlar, bizi peydahlarlar. Karının karnı şişti mi şişer, erkek toz... E, erkeklik kolay mı? Düdükleyip kaçacaksın. Biz gibiler bu düdükleme işleminin... orospu çocuklarıyız.

Cansu birden fırladı.

— Keloş, dedi, kapa gaganı! Zafer'in meselesi özeldir ve iyi etmiştir. Bizim hayatta bir tek eyvallahımız var, o da kendimize.

Cansu yumruğunu hızla göğsüne vurdu. Bünyamin kirpiklerini kırpmaya başlamıştı, kendini bunca amansız bir öfkeyle yumruklayan birini ilk kez görüyordu.

"Beni yaktılar,” diyen çocuk gömleğinin yırtığından çıkan sıska omuzunu elinin ayasıyla örttü.

Sokağa güneş daha dik girmeye başlamıştı.

Sirkeci yönünden, manevra yapan bir lokomotifin gürültüleri doldu çocukların olduğu arabaya.

Sessizlik yoğunlaşıp gürültüleri kırdı.

Arabanın camlarından bakıyordu şimdi hepsi. Bünyamin bir tren düdüğünün sesiyle yerinden sıçradı. Cansu dönüp ona gülümsedi. Çocuklara bir yalnızlık, bir kendi kendinelik yerleşiyordu. Dışarıdaki insanların koşturmalarını, Sansaryan Hanına giren çıkan polisleri ve birden çantası açılınca yere bir sürü şeyinin saçılmasından ötürü dönenmeye başlayan kadını, aynı dinginlikle ayrımsamadan izlediler.

Bünyamin ağlayan çocuğu arandı. Cılız, çukur ensesini gördü. Elini yumruk edip ağzına bastı. Bu görünümün ona çağrıştırdığı anların puslu ışıksızlığıyla sarsıldı.

Oysa o günleri hiç de böyle bir acı içinde yaşamamıştı.

Doktor, gece bekçisini çevirip kirden sertleşmiş mintanını sıyırınca, Bünyamin, acınacak denli zayıf bir boyunla, sıyrılmış gömleğin ortaya çıkardığı, ak tüylerin örttüğü, kırış kırış olmuş derisi, fırlak kemikleri, açılan soluksuz göğsüyle karşılaşmıştı yaşlı adamın.

Doktor, gözlüğünü çıkarıp ona dönerek,

"Ölmüş!" demişti. "Hem de çoktan. Kalp krizinden ölmüş."

Sağ omuzla boyun arasını koyu morluklar basmıştı.

Bünyamin kıpırdamamıştı.

O gün yine ambardan çıkmışlar, yürümüşler, odalarına varmışlar, gece bekçisi değişmez uykusuna sarı tespihiyle yatmıştı.

Bünyamin yeniden Kuleyi, kuşları, gemileri izleme yerini almıştı. Bir yandan da ilk kez, ezanı duymak için dikkat etmeye kararlıydı. Çünkü bekçiye iki gündür "dede” diyordu.

Ezan okunduğunda odadaki sessizliği anca ayrımsamıştı. Gece bekçisi dedesi horlamadan öyle sırtüstü, bileğinde tespihi, havalar yumuşadığından beri tek kat giydiği yün çoraplara, dökme lastikleri baş ucunda uyuyordu.

Bünyamin yaşlı adama yaklaşmış, yaklaşmıştı. İçinde sevince benzer bir duygu oynaşıyordu yaklaştıkça. Söyleyeceği sözleri sıraladı.

"Dede ha, dede! Kalk! Zaman aştı, ezan okundu. Haydi tez ol!”

İyi iyi... İşte, böyle söyleyecekti.

İlk sözcükler çekingen, anca duyulur gibi çıktı ağzından Hiçbir kıpırtı yoktu adamda. Sonra kulağına yaklaşarak sözcüklerin bir tekini bile değiştirmeden söyledi yeniden. "Tez ol!” dediğinde, yaşlı adamın yanıtlarmış gibi çenesinin boşalıp göğsü. ne düştüğünü gördü. Ses çıkmadı oysa. Bünyamin elini bıyıklara değdirmeye kalktı, sakıntı, geri çekildi. Tam o sırada her zaman gördüğü, cüzdanına denizkızı işlenmiş adam girdi içeriye. ihtiyarın yanında eğilmiş duran çocukla ilgilenmedi. Musluğa gitti, boğazını, burnunu alışkanlıkla temizledi. Yerine döndü. Yatmaya davranırken Bünyamin,

"Amca" dedi. "Dedeme bir şey oldu.”

Adam, "Tam sırasıydı!” der gibi baktı.

"O senin deden miydi?"

Bünyamin, gece bekçisi, sonradan edinme dedesine demin yaklaşırken duyduğu sevincin fışkırıp açılmasını yeniden duydu içinde.

"Dedemdir elbette.”

Adam orada ilk kez bulunuyormuş da, nasıl bir yermiş burası, dercesine sıkıntılı bakışlarıyla çevreyi taradı.

Kalktı.

Bekçinin yatağına gitti.

Yaşlı adamın kolundaki tespihe değdi. Tespih kaydı kaydı, ceketin kaba kumaşına takılıp kalıverdi.

Adam,

"Deden ölmüş oğlum.” Şimdi belediye doktorunu çağırmalı ki bunun ölüsünü kaldırsınlar. Başka kiminiz kimseniz yok mu sizin?”

Bünyamin, "Hayır,” anlamına başını salladı ve dedesinin askerde ciğeri kalmayıp ölmüş babasıyla buluşmaya bir yere doğru çekip gideceğini düşündü, bunu gelmesi gereken, doktor dedikleri yapacaktı.

"Siz nerelisiniz?" diye sordu adam. "Sen ve deden.”

Bünyamin omuzlarını silkti.

"Bilmem,” dedi.

Merdiven arasındaki esinti çiş kokularını odaya doldurdu. Aşağıda aşevinde soğan kavuruyorlardı. Gözleri Kuleye kaydı. Gün dönüyordu.

Adam birden öfkelendi.

"Hep böylesiniz be!" dedi. "Hep böyle! İstanbul'da bok mu var? Her yer insanla doldu. Yakında İstanbul denize çökecek. Doğru dürüst konuşmasını bilmiyorsunuz. Bir de kalkıp ölüyorsunuz."

Çocuğun onu anlamayan bakışlarını gözden geçirdi. Tembel tembel esnedi.

"Git aşağıdaki lokantaya.”

Neredeydi lokanta adam anlamış gibi sürdürdü,

"Hani dedenle yemek yediğin yer var ya akşamları, oraya git. Onlar Erzincanlıdır. Git, ağla, konuş, anlat durumu."

Adam, "Ağla!” der demez Bünyamin ağlamaya başladı. Kadınsı ılıklığı içeren saçlarının belikleri yüzüne değenle, boz, koca kafalı köpeği hiç böyle bir günün içinde görmemişti. Oysa beliriyorlardı karşısında, bu da çocuğa derin bir özlem veriyordu. Bünyamin ambarın bittiğini, bir daha oraya hiç gidemeyeceğini anladı. Dedenin ölüşüyle saçları boncuklu kadının; yüzünü yasladığı, sütlerin gerdiği, atardamarların beslediği memelerin yok olup gitmesi demek olduğunu da anlayarak ağlıyordu. Yaşlar arasız iniyordu gözlerinden. Yanaklarının sıskalığı bu gür boşalmaya elvermiyormuş gibi yaşlar ağzına doluyordu.

Adam elini Bünyamin'in omzuna koymuştu. "Git, de ki, o yemek yapana, biz de Erzincanlıyız de. Dedem öldü ne yapayım, de. Haydi. Benim uğraşacak halim yok. Yakında beni de böyle bulacaklar. Üstelik ben İstanbulluyum. Kimlere söylenecek bir İstanbullu öldü ey ahali, gelin diye, ha? Bir İstanbullu... "

Adam hızla indi merdivenlerden.

Bünyamin ölüye baktı.

Birden üstüne attı kendini. Küçük kollarıyla çenesi göğsüne düşmüş adamı sarmaya çalıştı. Öyle ne kadar kaldı bilmedi.

Yüzü ılıktı ölünün.

Odanın ilk kez tanıdığı karanlığını gördü.

Kule fırdolayı elektrik ışıklarıyla aydınlanmış duruyordu mazgal pencerede. Çevresindeki yapıların ışıkları da gidip gidip geliyordu Kuleye doğru.

Dar merdivenin bir yanını kapayan duvarı elleriyle yordamlayarak indi aşağıya. Elektriği yakmayı istememişti içi.

Aşevine girdi.

O saatte radyo açıktı yine. Bu kez şarkı söyleyen bir kadının sesi yemek yiyen adamların konuşmalarına karışıyordu. Yemeklerin sunulduğu camın önünde durdu. Aşçı onu gördü, güldü.

"Ne o, ne haber?" dedi. "Geciktiniz bugün. Nerede deden?"

"Biz de Erzincanlıyız," dedi. Bünyamin.

Bunu der demez boz çoban köpeği, saç belikleri gümüş çıngıltılı kadın, sırtlarını dönüp o titreyen arı maviliği de sürüyüp yok olup gittiler.

Kar serpintisi düştü içine. Ağlaması durdu. Parmak uçlarıyla mintanının yamalarına tek tek dokunmaya başladı.

Aşevinin sahibi, hem de aşçısı olan adam olduğu yerden uzanıp, "Ne var oğlum?” dedi.

"Ne var kara gözlü oğlum? De hele, Erzincan'ın neredensiniz? N'oldu?”

“Dedem öldü. Dedem, ezan okunduğunda ölüydü. Dedem de Erzincanlıydı."

Yemek yiyenler acıyla baktılar çocuğa.

İki kolu omzundan kesik, burunsuz bir dilenci, kızarmış gözleriyle iniltiler çıkararak girdi içeri, sonra durdu. Çevresini gözlemeye başladı.

Çocuk garsonlardan biri gidip radyoyu kapadı.

Bünyamin yukarı çıktı. Odanın bir köşesine sığındı. Sırtını duvara dayadı.

Doktor geldiğinde, koyu karanlığı eleyen bir ak nokta gibi genişliyordu Kule mazgal deliğinde.

Dedesinin sırtını da çevirdiler. Morartılar artmıştı, ampulün cılız ışığında bile açık seçik görünüyordu.

Ölünün ceplerinden birkaç kâğıt parçası, birçok bozuk para çıktı.

Doktor, dedesinin tespihini aldı bileğinden. Ölünün elleri şişmeye başlamıştı.

Doktor tespihi bakmadan Bünyamin'e uzattı. Sonra onu unuttular.

Bünyamin merdivenden indi, geceye, kentin onların öldüğü yanında ıssızlaşıveren ara sokakların çürümüş sebze kokulu karanlığına girdi.

Tespihi, uydurulmuş pantolonun ta dizlerine dek varan yan cebine koydu.

Kulenin orada martılar toplanarak bir aşağı bir yukarı çığlıklarla döneniyor, karanlıkta aklıklarıyla çizgilenerek ağıyorlardı.

İki büyük gemi köprünün üstünden geçecekmiş gibi yakınlaşarak irileştiler. Düdük sesleri bastırdı ıssız cami minarelerini. Bünyamin göğe tüm cesaretini toplayıp baktı. Bulutların hızla önünden aktığı ince yarım ayı gördü.

Arabanın en arka sırasında oturan çocuklardan biri, boynunda ipek benzeri bir atkı taşıyan,

— Ulan, dedi, baksanıza! Alman karısı bize bayıldı.

— Hangi Alman karısı? dedi. Zafer. Hangisi oğlum? Nereden bildin Almanlığını. Almansa içgüveyi olurum valla.

İpek atkısı eskilikten tiftiklenmiş çocuk,

— Oğlum buralarda bunca filmi görür de bayılmaz mı? dedi. Sarışın baksana, Alman bu. Seninki bu karıya yetmez, hallenme.

— Sahi, dedi Cansu, karıya bak kesildi eridi, bize. Ulan hırt, memleketinde hiç mi yakışıklı görmedin? Biliyorlar canım bu lokumlar kimde iş olduğunu.

Çocuklar daldıkları sessizlikten çıkarak yeniden itişip gülüşmeye başladılar.

Turist kadın, bu güneşli yaz gününde bir polis arabasına doldurulmuş çocuk kalabalığının yüzlerindeki yorgunluğa, üstlerindeki neredeyse gülünç denecek giyimlerinin yoksulluğuna, garipliğine, arabadan taşan gürültülerine şaşkınlıkla bakıyordu.

Fotoğraf, makinesini açmaya girişirken Cansu eliyle sert bir devinim yaptı kadına doğru camın ardından. Zafer, çocukların üstünden kendini aşırtıp,

Onlara göster Karakol Cansu, dedi. Durma! Bak kadın cızlamı nasıl çekecek. Haydi göster seninkinin boyunu!

Cansu bir elini bileğinden tutup ötekini hızla ileriye doğru sıyırttı. Burnu çilli, sarışın, kısa saçları buklelerle yanaklarını örten kadın, bu davranışı anladığını, ama yadırgamadığını da belirten gülüşüyle işini sürdürürken arabanın kapısı açıldı, görevli iki polis girdi içeri.

Biri, kadının resim çekmesini engellemek için yeniden arabadan indi.

Elleriyle "yok olmaz,” anlamına gelen devinimler yaptı. Kadın, polisi görünce deminki aldırmazlığını hızla değiştirip başıyla adamın isteğini onaylayarak Sirkeci yönüne doğru yürüyüp gitti.

Direksiyona geçen polis,

— Ulan çocuklar, dedi. Burasını hayvan vagonu gibi kokutmuşsunuz.

Onun yanında oturan,

— Bitiyorum bu fanfinfonlara! dedi. O kadar güzel yerlerimiz var, o kadar güzel tarihî yapılarımız var, yok efendim ne gezer, bizim sefil takımını görmesin bunlar bayılıyorlar resimlemeye, ne iştir anlamadım, manyaklık bu be!.. Haydi yak bir sigara.

"Alman karısına bak!” diyen ilk çocuk,

— Abicim, bizim yakışıklılığımıza dayanamıyorlar, dedi. Hem içimizde bir de meşhur Karakol Cansu'yu görünce! Tamam mı? "Onu Almanya'ya koca olarak götüreyim mi?” dedi. Biz de, "İçgüveysi olacaksa elbette," dedik.

“Beni yaktılar!” diye ağlayan çocuk döndü, Cansu'yu gösteriyordu eliyle,

— Polis abilerimiz, dedi bu karı arkadaki arkadaşımızı kendisine koca seçti. Bu yalak ağızlıyı beğendi. Çünkü o her yerde kocalık, karılık edebilirmiş.

Cansu bir an şaşaladı. Koruduğu çocuğun saldırısına inanmazca baktı. Ardından öfkeyle fırlayıp yırtık gömleğini yakaladı onun. Kumaş ayrıldı.

Bünyamin ona sıkıca sarıldı.

— Yapma Cansu abi! dedi. O garip senle şakalaşmadı, Deminki ağıt yakmasını ne tez unuttun?

Çocuk sinerek omuzunun üstünden Cansu'ya baktı. Gözlerinde yine yaşlar birikiyordu. Cansu onu uzun şiire ayakta izledi. Sonra Bünyamin'i iterek yanına oturdu.

— Ne dediğimizi bilmezlenmiş belli. Hey büyük Allah'ım...

Çocukların hiçbirinde kıpırtı yoktu.

Zafer gülerek,

— Yavu, dedi, konuyu kapatmaya kesin kararlı bir büyüklük taslayan tutumuyla, Zagor'a tasma uydurabildi illi acaba Haşlak Yasin? Yoksa valla imanım hakkıyçin zehirlerler be onu... Vay canım, lan ne de akıllıydı. Oylesine köpek deıııek haramdır. Takmamıştır aval Haşlak. Belki onu da öteki ekip araklamıştır. Çok hızlıydı be! Hele bizi görünce dört bir yanımızda koşuşması... Daha üç aylıktı fıkaram...

— Sus lan! dedi Karakol Cansu. Canımızı daha da sıkına! Ben Haşlakla sıkı tembih geçtim. Zagor tasmalı olmalı artık bugüne bugün zamanıdır, büyüdü dedim. Takınıştır bir yerlerden yürütüp, iyi yakışıklı bir tasma. Ulan ölmüş gibi, akıllıydı, şuydu buydu diye konuşma Zagor için. Yaşıyor be! Sus dedik, lamam mı? Bozma kafamı...

— Yanarım yoksa, dedi Zafer. Yanarını ona! Lan yavrumun bir kulağı karaydı yalnız. Küpeli Zagor’umuz. Yanarını ona... Yanarım ki nasıl...

Cansu'yla göz göze gelip birbirlerine acıklı bir anlamla bakıştılar.

— Karartma be insanın içini! Tamam mı, takmıştır dedik. Hem öbür ekibe yakalanmamıştır. Topal'ı hızla uçurdum onlardan yana, tetik olsunlar diye.

— Yavu Cansu, kızma, ama bizim Topal daha altısında. Koşması ne hızladır ki, nasıl sarksın onlardan yana?

— Sus ulan keriz! Şimdi tepem atacak. Bizim çocukların yürümüşle konuşmuşu büyümüştür. Herif en azından dört senedir, şu fani dünyayı çiğnemiyor mu kendi ayaklarıyla?

Çocukların tümünü ilkten bir bağırtı aldı, sonra,

"Çiğniyor, çiğniyor da anasının helâl sütü gibi yutuyor' diye düzenli bir şarkıya dönüştürmeye başladılar bağrışlarını.

Polislerden biri gülerek arkasına dönüp baktı...

— Oğlum Cansu, dedi, sustur şunları, başlamayın! Gelmeyeyim yanınıza! Akrabayız diye şımarma Karakol! Azdırma veletlerini. Susun! Tamam... Gidiyoruz. Bayram yerine değil ha!.. Ona göre...

Çocuklar sustular.

Cansu, polis kontak anahtarını çevirip motoru çalıştırdığında dönüp en arkadaki atkılı oğlanın kulağına yetişti, yakaladı büktü. Çocuk acıya dayanamayıp,

— Bırak be! dedi. Bırak... Hem ben ne yaptım sana. Senin koruduğun dedikodu yaptı, ben değil O layığını bulmuş Köprüaltında. Ezmişler onu. Bir de biz mi horlayalım...

— Boş ver, dedi Cansu. Ben seni severim, ondan kulağını çektim. O konuyu da unut.

Aralarında yeniden bir dalgalanma oldu.

Direksiyonun yanındaki polis dikiz aynasından gözlüyordu onları, geri dönmeden copunu salladı havada, çocuklar gülüştüler.

Gittikleri yerde kişisel eşya diye masaya bırakılan şeyler: kırık bir cam bilye, çakılar, birkaç ünlü futbol kulübü oyuncularının cikletten çıkma resimlerinin eksiksiz koleksiyonu, bir tane uçak mektup zarfı, üç cep tarağı, bir avuç dolusu renkli şişe kapağı, bir el aynası, iki tane şarkıcı kartpostalı, bir çizgi roman dergisi, yumurta iriliğinde yuvarlak bir çakıl taşı... beş altı paket sigara, tümü bir araya gelince ancak yedi yüz lira edecek para vardı. Bir de safran sarısı tespih.

— Paraları ne ara yok ederler bilmem? dedi görevli.

Bu "zati eşya” diye tanımlanarak yazılması zorunlu şeyleri saptayan kişi dönüp sordu:

— Tespih kimin?

— Benim, dedi Bünyamin anca duyulur gibi.

Sabıka kayıtlarına "İmam lâkabıyla tanınan Erzincanlı Bünyamin Doksan” diye geçti.

FÜRUZAN

SON EKLENENLER

Üye Girişi