Kullanıcı Oyu: 3 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

SİMİT

Tablasının sehpasını o kadar olmaz bir itina ile yerleştirirdi ki... İki ayak, kaldırımın kenarında, öndeki tek ayak denin üzerinde dururdu. Kaldırımla yol arasında kalan sel suları, istediği kadar delice aksın, kabil değil sehpanın tek ayaklarına gelemezdi, kışın bile... Tam beş sene bu simitçi tablasını hep aynı yerde gördüm. Ayakların durduğu taşlar bile işlerine alışmıştılar, üstleri kaydırmayacak bir şekil almıştı. Tablanın sahibi, simitçi, bilmem belki de altmışlık bir adamdı. Çini mavisi gözleri, yumuşacık yüzünün üstündeki ipek gibi göz kapaklarının arasından bana beş sene, her sabah, acayip baktı. Bu gözlerin manasını her gün geçerken anlamaya çalışırdım... Alay mı? Amma neye? Korku mu? Yakalığımdan, boyun bağımdan, elbisemden yadırganır gibi bir hâli vardı. Mevkilerimiz, işlerimiz, yaşlarımız arasındaki ademler boyu uzaklıklar beni ona ne gösterdi? İşte züppe herif yine geçiyor mu derdi? Bugün esvabını değiştirmiş der miydi? Neyin nesiyim, kimim?... Ne iş yaparım, ne alır, ne satarım?

Hâlbuki onun arkasında hep o sırtı yemyeşil olmuş paltoy bacaklarmda elifî biçimi pantalon, ayaklarında mes gibi bir şey, onun üstünde de bir lâstik vardı. Bu lâstiğin ağız tarafları, şüphesiz yırtılmasın diye, bir şeritle çevriliydi. Altı, beş sene tamir görmedi, iyi biliyorum, hem de lüzum yoktu, ne burnuna, ne ökçesine, ne yan tarafına, havaperest, dalgın, aceleci insanlar gibi basmıyordu ki eskisin. Sinirlerinin nasıl sakin, telâşsız, üzüntüsüz, huzur içinde olduğuna bu emektar lâstiklerden daha kuvvetli hangi delil vardı?

Halbuki ben onun önünden geçip durduğum zamanlar içinde kim bilir kaç pabuç eskitmişimdir?... Evden bozuk çıktığım günler ona, acaba o nasıl der gibi bakardım. Onun karısı da kavgacı olsaydı böyle rahat oturur muydu? Leblebiden nem kapar tabiatın bir zerresi bile onda olsaydı sigarasını öyle o kadar ağır ağır yerleştirir miydi? O ağızlık belki kiraz belki de yasemindi. Kirazla yasemin ağızlıklar birbirine hiç benzemez, renkleri ayrıdır. Fakat beş sene bu ağızlık hiç değişmedi, bizimkiler çabucak kokar, onunki demek kullanılabilir bir hâlde kalabiliyordu.

Sakalı yoktu. Tıraşı demek haftada bir falandı. Süslenmek, gelen geçen kadınlara bakmak, onlara kendini beğendirmek ihtiyacında değildi demek. Ah bunu, bu derdi, içinde duymamak kim bilir insana ne bitmez, tükenmez bir aram verir... Bir bu huzur ve aram için ben neler vermem...

Tablasındaki camekânın içinde yüzlük simitler satardı. Yüz paraya satılan kalın simitler yok mu? İşte ondan... Taş çatlasa bu camekân bu simitlerden yüz tane alabilirdi. Yüz tane simitten gündelik kazancı elli kuruştan fazla olamazdı. Başkalarından sordum, eh işte ancak o kadar tutar dediler. Amma muhakkak her gün, bu yüz simidi satar, tablayı boşaltırdı. Demek müşterisi o kadar devamlı, o derece emin, buhransızdı. Bugün de iş olmadı, gelen geçen azdı, sermayeyi çıkaramadım, yarın ne yaparım, kapıya kasap gelir, ev sahibi aylığını ister, bakkal söz dokundurur, vergi borcumu nasıl öderim? der gibi bir azabını hissetmedim, demek işine çok güveniyordu. Bu ne mükemmel bir geçiniş tarzıydı ki, onu böyle rahat ettiriyordu?

Elbette evliydi. Refikasının kaprislerine yetişiyor, entari Yapıyor, çorap alıyor, kızını da gelin ediyordu. Oğlunu sünnet ettirmişti tabiî. Mektebe kitap, eline defter, ayağına kundura almak İşten bile değildi öyleyse... Vergisi, esnaf tezkeresi, tütün parası hep bu elli kuruşun içindeydi ha...
E... bu adamın hayatı, Allah bilirdi ki bir akıntı midyesininkinden daha çalışkan değildi. Midye nasıl arada bir sessiz sedasız kapağını açıp kapayıvererek rızkı maksumunu tedarik ediverirse, bu da öyleydi. Elbette elrızkı alâllah...

Bir akşam üstü onu, camekânını boşaltmış, içinde bayat pazarından tedarik edilmiş bir ekmekle evine gider gördüm. Demek simidini yemeğe ihtiyacı yoktu. Ekmek alıyor, ona katık bir iki kap yemeğini de evden hazırlıyorlardı.

O gün, ilk defa olarak peşine düştüm. Çarşıya geldi. Bir tenekeci Yahudinin önünde durdu. Herife bir şeyler söyledi. Beraberce camekânın menteşelerini tetkik ettiler, kapağı uzun uzun muayene ettiler. Zannederim bir çivi söküldü, bir yenisi çakıldı, bu iş için ne verecek diye meraktan sızlandım. O elli para çıkardı, Yahudi kabul etmedi, yetmiş paraya sulh oldular. Ne kadar ihtiyatlı, tedbirli adamdı!

Daha fazla arkasından gitmeğe cesaret edemedim, ne bileyim beni görür, alâkamı hisseder, bu yüzden bütün hüviyetini, uzviyetini kaybeder diye korktum.

Hâlbuki kim bilir çoluğu çocuğu onu nasıl karşılardı? Oturduğu yer nasıldı? Gece kahveye çıkar mıydı?

O akşam eve geldim ki refikam, surat asık, yarı hasta bana bir haber verdi:

Bizim evlâtlık kaçmış... Aman... Bizim elimiz, ayağımız idi. Daha beş yaşındayken yanımıza almıştık. Biz onun az mı kahrını çekmiştik, o da bizim evde narin, nazik, kızımdan farksız büyütülmüştü. İkisini bir mektebe yollamıştık, soframıza alırdık, boğaz oldu idi de, hepimiz deli oluyorduk. Vâkıa gelinlik çağına gelmişti.

Kime kaçmış? dedim. Şimendiferde makinist imiş dediler. Bari kendine münasip bir şey mi? dedim. Hâlbuki ben onu kimlere vermeği düşünüyordum. Bu akşam babası gelecek. Senden Allah'ın emriyle isteyecekmiş, dediler. Canım sıkıldı, dünya başıma yıkıldı sandım.

Filhakika yemekten sonra kapı çalındı. Dünürümü misafir odasına aldılar. Biraz da hiddetli, şu teresleri bir temiz haşlıyayım, diyerek içeriye girdim.

Karşımda benim simitçiyi gördüm... Birbirimize acayip acayip bakıştık. Odanın ipekli yastıklı divanlarına oturmadan korkmuş, kapı tarafına çömelip kalmıştı.
Dünürümü koltuklayıp baş sedire oturttum. Hâl hatır soruştuk. Sigara, kahve getirttim. Meğer birbirimize söyleyecek nelerimiz yokmuş...

Efendim kusurumuzu affedin, dedi. Bizim çocuk cahillik etmiş, haddini bilmemiş, makinist parçası olduğuna bakmamış da evlâdınıza göz koymuş. Sizden evvel ben ona diyeceğimi dedim, bir temiz dövdüm. Kulunuza itaatlidir. Önümde lâhavle diyemez. Öyle edepli büyüttüm. Okuttum, İstanbul'a gönderdim, avuç dolusu para sarf ettim, makinist yetiştirdim.

Avuç dolusu para... Simit... diye kendi kendime mırıldandım. Devam etti:

Devlet onu Avrupa'ya gönderdi. İşinde en usta makinisttir. Aylığı şimdilik yüz yirmi lira... Beş on para da biriktirdi...

Mağrur bir eda ile:

Allah’la hamdolsun ben şimdiye kadar ona para verdim. insan hiç kendi çıkardığından bir şey alır mı?... Onun yardımı kendine olsun. Benim işim yolundadır. Her gün sabahleyin geçerken zatınızı görürüm. Size içim kaynardı Allah bilir... Demek bir gün gelecek böyle can ciğer olacak imişiz. Kız bendehanededir... Oğlana eteğini bile göstermedim. Şimdi sizden Allah'ın emri, peygamberin kavliyle istemeğe geldim.

Eh, ne denir, kısmet imiş, adamcağız düğünü de kısırganmadan yaptı, neme lâzım…

FAHRİ CELÂL GÖKTULGA

SON EKLENENLER

Üye Girişi