Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

 

ON İKİ SENE SONRA

"Hayat bir uykudur, aşk onun rüyasıdır!" derler. Ne doğru! Ben de sevdim, sevildim. Güzel, şefkatli Hayganoş'uma Haçiklerin evinde rast gelmiştim. Bu âli kalbe, bu zarif kıza beslediğim hürmet yavaş yavaş aşk oldu. İnsanları tatlı hülyalarla yaşatarak en mühim şiirlerin manasını öğreten âli heyecan nihayet bana da yaşamanın lezzetlerini öğretti. Bu lezzeti tattıktan sonra zevce, evlât, aile sonra da milliyet muhabbetini duydum. Hayganoş'u görmezden evvel sanki ruhum, sanki hissim yokmuş... Şimdi o benim karım... Aşağıda oynayan çocuklarımızın seslerini işitiyorum. Ne kadar mesudum.

Her taraf kar içinde... Sobanın odunları tatlı, ılık bir çıtırtı ile yanıyor. İşim yok, kitaplarımı karıştırıyorum. Kırk elli sayfalık bir şey... Bekârlığımın eksik, dağınık, perişan bir faslı... Bir roman ki benden başka kim okusa bir şey anlamaz. Eminim ki dünyada bu kadar intizamsız bir ruzname tutulmamıştır. Fakat okudukça hatıram alevleniyor. Osmanlılık kaynaşması vehmiyle toplandığımız günleri, o masum, ideolog, saf arkadaşlarımı hatırlıyorum. Senelerden beri unuttuğum şeyleri birden hatırlamak beni tahrik ediyor.

Vücudumun harareti çoğalıyor. Gayri ihtiyarî yine yazmak arzusuna düşüyorum. Yazacağım... Yazmak, eğlencelerin, fantezilerin en necibi, en faydalısı değil midir?

Geçen her sene hafif bir sis tabakası bırakmış. Mavi bir duman... Ben bu dumanın içinden yine görüyorum: Oynadığımız budalalık komedisinin son perdesini -sanki şimdi kapanmış gibi- noktası noktasına hatırlıyorum: İşte Nuruosmaniye'deki "Osmanlı Kaynaşma" kulübü! Sanki daha "İnsanlık" risalesinin birinci nüshasını çıkarmışız. Bugün yine müzakerelerimiz var.

Ben pencerenin yanındaki koltukta sigara içiyorum. Eserullah Natık konferansım hazırlamış, her fırsat bulduğu yerde söylemeğe başlayacak. Ne kadar seviniyoruz. Satış çok. •Sekiz bin nüshadan bir tane kalmamış. İkinci tabını da yaptırmağa karar veriyor, da-ğılıyoruz. Herkes gelip "İnsanlık" mecmuasından, istiyor. Hatta bazı kitapçılar beşer kuruşa satmışlar. Niyazi Bey:

—    Ah keşke dışarlara gönderdiğimiz bin nüshayı tehir etseydik... diyor. Evet, kaç gün sonraydı. İyi hatırlamıyorum. Yine içtima günüydü. Kulüpte toplanmıştık. Sait yeni yazdığı bir şiiri okuyordu. Masanın üzerinde Mr yığın kâğıt gördüm.

Niyazi Beye bunların ne olduğunu sordum.

—    Milliyetperverlerin teşvik ile çektirdikleri protesto telgrafları... diye güldü. Hoca Bâli Efendi sarığını salladı:

—    "Atarlar seng-i tarizi diraht-i meyvedar üzre." 

Ben yaklaştım. Bu kâğıtlara bakmağa başladım. Uzun kısa, hepsi bize "Ey milliyetini inkâr eden alçak sefiller! Biz Türk'üz, ne milliyetimizi inkâr ederiz, ne dinimizi değiştiririz." diyorlardı. Telgrafların bir çoğunda Türk vilâyetleri belediye reislerinin imzaları vardı. Galeyan müthişti. Lâkin kulüptekilerden kimsenin ehemmiyet verdiği yoktu. Hatta ikinci nüsha için yazılar getirmişlerdi. Türk Yurdu, Türk Ocağı, Türk Gücü, Altın Ordu, Yeni Turan, Türk Birliği cemiyetlerinin birer makale kadar uzun telgraflarını okuyordum. Kalbim çarpıyordu. Varlığı inkâr olunan büyük bir milletin bir tayfundan daha müthiş olan mukaddes, âli hiddeti kabarıyor, taşıyordu. Edirne, Bursa, Konya, Kastamonu, İzmir, Adana, Trabzon, Ankara, Halep vilâyetlerinin livalarından,  kazalarından, nahiyelerinden telgraflar yağmıştı.

Daha şark vilâyetlerine galiba "İnsanlık" mecmuası gitmemişti. Bütün Anadolu "Ben Türküm!" diye haykırıyordu. Kulübümüzün ilmî, içtimaî kasdı Türkiye'de yaşayan bütün milletleri müteessir etmişti. Osmanlılık kaynaşmasına yalnız Türkler değil, Araplar,. Rumlar, Ermeniler de kızmışlardı. Araplar İslâmlığı bozmağa, yeni bir din çıkarmağa kalkan Hoca Bâli Efendinin idamını talep ediyorlardı. Patrikhane bir beyanname neşretmişti. "Rumlar Rumdur, diyordu, başka bir milliyet tanımazlar.

Osmanlılık onların yalnızca resmî, siyasî unvanlarıdır. Türkiye'deki bir Rumla Atina'daki, Girit'teki, buradaki bir Rum'un arasında ne lisanca, ne ananatça, ne maarifçe, ne dince, ne mefkûrece hiç bir fark yoktur. Rum millî harsı bütün dünyada birdir. Kendi milliyetlerini mahva kalkan birtakım dehriler büyük Rumluğu asla ifsat edemez." Ermeni patrikhanesi, Ermeni mahafili bu kaynaşma teşebbüsünü gayet gülünç buluyordu. Kâğıtları okudukça içtimai müesseselerin, milliyetle dinin aleyhinde bulunmaktaki mantıksızlığı, zirzopluğu anlıyor gibi oluyordum. Uzaktan birtakım gürültüler yaklaşıyordu. Birbirimize bakıştık. Geniş pencereye doğru yaklaştık. Nuruosmaniye caddesinden bayraklı bir kalabalık geliyordu. Kırk elli bin ağızdan çıkan, bir neşidenin müthiş bir tehdit, canlı bir tekzip gibi yükselen uğultusunu işitiyor, sesimizi çıkarmadan sararıyorduk:

Biz Türk'leriz, biz Türkleriz... Mukaddestir ilimiz. 

"Birlik"tedir kuvvetimiz, birdir bizim dilimiz...

Uşaklar işi anladılar, İstanbullular bize karşı nümayiş yapıyorlarmış. Kulübün kapısını polisler muhafaza ediyorlarmış. Eserullah Natık bazuları-nı, dişlerini, bacaklarını sıktı.

—    Ah bu Türkçü serseriler! Bütün Osmanlıları kandırıyorlar, diye inledi. Sadullah Behçet bu müthiş kalabalıktan ürkmüş:

—    Foule, foule inconscinte, elle, veut nous ecraser , diye titriyordu. Hasan Rudi:

—    Ana tarafından galiba da Türk unsuruna mensubum... demeğe başladı. On dakika içinde bütün cadde doldu. Kalabalık o kadar çok, o kadar sıktı ki kimse kımıldayamıyordu. Bir genç -sonradan kim olduğunu öğrendim, Türkocaklarının hatibi imiş- bizim kulübün yüksek peronuna çıktı. Gayet gür, parlak, tannan bir sesle "Osmanlılık" kelimesinin "düvelî" bir tabirden başka bir şey olmadığını dinler gibi milliyetlerin de muhterem, kudsî, ihmal olunmaz müesseseler olduğunu, Türkiye'de on dört milyondan ziyade Türkçe konuşan Müslüman'ın Türk addolunduğunu, Arapça konuşan yine bu kadar Müslüman'ın Arap addolunduğunu, azlığı teşkil eden Rumlarla Ermenilerin de kendi milliyetlerini muhafaza etmelerini Türklerin memnuniyetle telâkki edeceklerini haykırdı. Eserullah Natık kulübün penceresinden Osmanlılığı da müdafaa ile "Türk" diye bir milliyet ihdas olunmasındaki münasebetsizliği nutuk halinde söylemek istiyordu. Hepimiz mani olduk. Korkuyor, sararıyorduk. Genç Türk hatibinin nutku bir konferans gibi uzuyor, sürekli alkışlar içinde derinleşiyordu. En nihayet bizim pencereye doğru elini kaldırarak:

—    Dikkat ediniz, ey dalgın cahiller! Türkiye'de hiç Türk yok diye yazıyorsunuz. Yalnız İstanbul'un bir köşesinde ne kadar çok Türk olduğunu görünüz... dedi.

Bilmiyorum, bir kumanda mı verildi... Sımsıkı duran kalabalık gevşedi. Yavaş yavaş bir yol açıldı. Uyanmış bir milletin dinç, ateşli ruhundan taşan neşideler bir bahar, bir saadet fırtınası gibi dalgalandı. Asker adımlarıyle manga manga Türk mekteplerinin, Darülfünun'un, Tıbbiye'nin talebeleri geçiyordu. Ondan sonra hususî mektepler... Ondan sonra Türkocağı, Altın Ordu, Türkgücü, sair birçok Türk cemiyetlerinin azaları... Türk esnaf cemiyetleri, spor heyetleri, tayyareciler, izciler, biniciler, makinist, elektrikçi cemiyetleri... Hepsi hepsi geçti. Belki bu muazzam geçit resmi üç saattan ziyade sürdü. Ben bunları seksen binden fazla tahmin ettim. Arkadaşlarımız bir afyon uykusundan uyanmış gibi gözlerini ovuşturuyorlardı. Hiç konuşmuyor, susuyorduk. Kulübün önünden geçen her Türk heyeti:

—    Lanet milliyetini, tarihini, mazisini, ecdadını ipkâr edenlere!... diye haykırıyordu.

Akşama doğru nümayişin kalabalığı azaldı, kaçacaktık. Sadullah Behçet fena halde korkmuştu. Eserullah Natık malum, bir hayvan kadar inatçı idi:

—    Ben meyus olmam, dedi, bütün Türkistan, bütün Turan ayağa kalksa ben yine yekpare, yek-vücut Osmanlılığı vücuda getireceğim.

Geç vakit uşaklara getirttiğimiz arabalara binerek kaçıyorduk. Yollara biriken ahali "milletlerini inkâr eden bunlar mı?" diye birbirlerine bizi gösteriyorlardı. Ertesi günkü "Iz'an" gazetesi başmakalesinde bizim Kaynaşma Kulübünden, fikirlerimizden, sonra bir gün evvelki muazzam nümayİşten bahsediyordu. Bu makalenin serlevhası "Ashab-ı Kehif' idi. O vakit bile bu gazeteden elli bin nüsha satılıyordu. Bu "Ashab-ı Kehif' tabiri benim Kaynaşma Kulübündeki arkadaşlarıma alem oldu. Herkes onlarla alay ediyor, kulübümüzün kapandığını, "Ashab-ı Kehif uyandı.." diye alay ederek yazıyorlardı. "İz'an" ın makalesi hakikaten pek mükemmeldi. Bugün münderecatını hayal meyal hatırlıyorum:

"Birtakım dehriler toplanmışlar, diyordu. "Osmanlı Kaynaşma Kulübü" namı altında bir cemiyet teşkil etmişler. Geçen gün mesleklerini tamim maksadıyle yazdıkları "İnsanlık" risalesinin ilk nüshası çıktı. Türkiye'de

bütün milletlerin lanetini celp etti. Bu güruhun maksadı vaki siyasî bir mecmuanın düveli bir tabiri olan "Osmanlılık" kelimesi altında milliyetleri, dinleri izabe imiş. İlk defa bütün kuvvetleriyle Türklüğe hücum ettiler. Onlarca Türkiye'de değil, hatta bütün dünyada bir tane Türk yokmuş. Fakat dünkü İstanbul Türk derneklerinin muhteşem nümayişleri onlara canlı bir cevap oldu. Dikkate şayan bir şeydir ki bu Osmanlılık kaynaşma iddiasını güden zatlar içinde Türk'ten başka unsurlardan kimse yok. Ermenilerle, Rumların, Arap kardeşlerimizin milliyetlerinde ne kadar mutaassıp, ne kadar muhafazakâr olduklarını herkes bilir. Bu izabeci güruhu uyuyor... Bir şeyden haberleri yok. Hatta felâketlerimizi, bu geçen muharebeyi, bu muharebedeki Osmanlı namında yaşayan Hıristiyanların Türklere yaptığı itisafları, Arapların Çatalca hattında top patlarken Paris'te aleyhimize konferans kurduklarını bilmiyorlar. Türklüğü, beş bin senelik bir tarihî lisanımızı, varlığımızı inkâr ediyorlar. Hatta Türkiye'de husule getirecekleri coğrafî beynelmileliyet için din icat etmeğe kalkıyorlar. İnsan bunların deliliklerine hükmetmekten başka bir şey yapamaz. On asırdır Türkiye'ye, Anadolu'ya yerleşen Türk unsuruna "Onlar Türk değildir." diyecek kadar mantıksızlık gösteriyorlar. Siyasî, idarî "Bilâ tefrik-i cins ü mezhep" tabirini içtimaiyata, cemaatlere de tatbik etmek istiyor, hatta birleştirip tarihsiz, ananesiz bir "Osmanlı" yapacakları Rumları,

Ermenileri, Müslümanları birbirlerinden kız alıp vermeğe teşvik ediyorlar. Hükümet bunları tutup tımarhaneye koymalıdır. Bu kadar cahil, bu kadar evham yaşayan kişilerin, ellerinde kalem, serbest serbest içimizde gezmeleri içtimaî bir tehlikedir. Mazallah bunlar bir ihtilâle de sebep olabilirler. Bir millete, bahusus Türklüğe "Sen yoksun!" demek ateşli bir küfürdür. Türkiye'de son felâketlerin uyandırdığı millî ruh büyümüş, alevlenmiş, her tarafı sarmıştır. Anadolu'nun en ücra köylerinde bile bütün Türk çocukları "Turan, Turan" diye bağırıyorlar.

Kaynaşma kulübünün azaları tiyatrolara gitmemişler, gazeteleri, risaleleri, romanları, şiirleri, hâsılı yeni mili: Türk edebiyatının bir sahifesini olsun okumamışlar. Kulüplerine tıkılmışlar, hiç durmadan kendi hülyalarına nizam vermişler. Kulüplerinden çıkınca dün cihanı gördüler. Gördüler ki Türkiye eski bildikleri uyuyan, milliyetinin farkında olmayan Türkiye değildir. Evet, dünkü nümayişlere tahminen otuz bin kişi iştirak etti. Yükselttikleri hakikat sadası Türklüğün varlığını onlara gösterdi. Hiç şüphesiz şimdi uyandılar. Ashab-ı Kehfin mağaralarından çıkıp da dünyayı değişmiş görünce şaştıkları gibi onlar da şaşırdılar. "Yok!" dedikleri milletin binlerce evlâdı millî iştiyaklarını haykırarak mağaralarının önünden geçti, içlerinden tamamıyla deli olmayan varsa, o anladı ki yaşayan dinç bir milletin ne tarihi, ne ismi değiştirilebilir.

"Ey Ashab-ı Kehif!  sizin Türkiye'de dilinizi anlayan yoktur. Yine mağaranıza kapanınız, ezelî uykunuza dalınız!"

"İz'an" in milliyetperver başmuharriri heyecanlı, vakur, kinli muhakkar ifadesiyle tam beş sütun doldurmuştu. Artık kimse "Osmanlı Kaynaşma Kulübü"nden bahsetmiyor, hep Ashab-ı Kehif konuşuluyor, onlarla eğleniliyordu. Mizah gazeteleri Sait'in, Eserullah Behçet'in, Hoca Bâli'nin, Celâl Mün'im'in karikatürlerini yapıyorlar, altına Ashab-ı Kehifin isimlerini yazıyorlardı. Hele Niyazi'nin karikatürünü sıska bir köpek şeklinde yapmışlar, altına "Kıtmir" yazmışlardı. Ben ihmal olunuyordum, îsmim söylenmiyordu. Yalnız Ermenice gazeteler "Türklerin Ashab-ı Kehifi içinde uyuyan bir Ermeni de varmış" diye biraz benden bahsettiler. Birkaç gün eğlendiler. Her şey unutulacaktı. Lâkin Eserullah Natık durur mu? "Kaynaşma" idealinde ısrar etti. Tek başına konferanslar vermeğe kalktı. Dinleyenlerin onu çürük yumurtalarla, limon kabuklarıyle, yuhalarla kürsüden indirdiklerini gazetelerde okudum. Tam bu esnada bir gece Hayganoş'uma rast geldim. Beni takdim eden:

—    İşte Türklerin Ashab-ı Kehifine karışan Ermeni!... diye şaka etti.

Ah sevgili, hassas Hayganoş... Benim hakikaten izabe taraftarı olduğumu, Ermenileri "Osmanlı" diye kozmopolit yaparak tarihlerini, milliyetlerini, lisanlarını kaybettirmek istediğimi sahi zannediyordu. Büyük kaşlarının gözlerine düşen görünmez gölgelerini daha ziyade koyulatarak:

—    Buna vicdanınız nasıl razı olacaktı?... diye soruyordu.

Mahsustan onların arasına girdiğimi, hiç bir vakit milletimin muhabbetini "Osmanlılık" gibi vahi kozmopolitlik iddialarına değişmeyeceğimi söyledim. Ayrılırken bana:

—    Mösyö Hayikyan milletini sev, milletini sev... diye rica etti.

Her tesadüfümüzde bu ricasını tekrarladı. Haftalar, aylar geçiyordu. Bu güzel Ermeni kızı bana:

—    Milletini sev... dedikçe ben onu sevmeğe başladım.

Zaten hakikî bir kadın aşkıyle milliyet aşkının arasında ne fark vardı? Birinci aşk bizi "nevi, aile" neticesine, ikincisi "cemaat, umumî vicdan" iradesine götürür. Aşksız aile olamadığı gibi, kinsiz, taassupsuz bir milliyet de olamaz. Hayganoş'un aşkı bana Ashab-ı Kehif, öyle münasebetsiz, manasız meşguliyetleri unutturdu. Onunla Fener'de ne tatlı, ne müheyyiç istiğrak geceleri geçirdik. Hep o gecelerde gökteki yıldızların "Seviniz, seviniz! Birlesiniz" diye titrediğini gördüm. Gurubun rengini, fecrin işitilmez seslerini, bülbüllerin ne söylediklerini hep ondan öğrendim. Hayat uykusunun içinde artık o âli rüyayı görüyordum. Ashab-ı Ke-hifi o kadar unuttum ki ne olduklarını merak etmedim. Hele bu defter... İşte kaç sene sonra elime geçiyor... Şimdi yine hatırlıyorum. Sait için "deli oldu" diyorlardı. Sadullah Behçet banker oldu. ismini malî mecmualarda görüyorum. Hasan Rudi hariciye memuru imiş. Eserullah Natık tekrar mağarasına girmedi. Kıtmir'le dışarıda kaldılar. Bilmem kaç sene evvel intihar edeceğini, vasiyetnamesinin metnini ilân etti.

"Benim ilmimi, fazlımı, irfanımı tanımayan bu memlekete yuf olsun!.. Üç milyon kitabı okuyarak vücude getirdiğim altı yüz bin sahifelik eserlerimi ateşe atıyorum. Kendimi öldürüyorum. Haleflerimden birkaç asır sonra mezarımın üstüne somakiden yahut altından tabiî cesamette bir heykelimin dikilmesini talep ederim. Başka vasiyetim yoktur." diyordu. Ertesi gün hakikaten Eserullah Natık intihar etmişti. Lâkin sıktığı kurşun gecelik külâhımın bir tarafından girip öbür tarafından çıkmış, tepesinin saçlarını da yakmıştı. Mizah gazeteleri mersiyelerle doldu. Bizim Ermenice matbuat bile alaya başladı. Türkler ne âlicenaptır. Milletini inkâr eden bu hokkabaza yine darılmadılar.

Kaynaşma Kulübüne ilk evvel giren gayri Türklerden Diyamandis Selanik mebusluğuyle Atina'ya gitmişti. Galiba orada nazır da öldü. Angelof muharebenin akabinde Bulgaristan'ın İstanbul sefareti müsteşarı olmuştu. Muiz Bori ihtilas dalaveresinden mahkûm oldu, kovuldu. Louis Durant'ın da ipliği pazara çıktı. İşitmiştim ki Beyoğlu'nda bir pansiyon işletiyor. Fraşarlı Nadir Arnavutluk kırallığı matbuat müdürü olmuş, islâmlığı bırakarak Katolik olduğunu İstanbul gazeteleri bir vakit büyük harflerle yazmıştı. Diğerlerinin ne olduklarını bilmiyorum. On iki sene içinde cihan altüst oldu. Bütün hayat değişti. Avusturya, Rusya gibi Osmanlı imparatorluğu da iflâs etti. Şimdi Arapların, Ermenilerin, hatta Kudüs'te Yahudilerin de ayrı birer devletleri var. Bana gelince; ben ne oldum... Ben... Ben gel zaman git zaman mutaassıp bir milliyetperver oldum. Hayganoş beni sevdikçe ben milletimi sevdim. Anladım ki, aile ile milliyet arasında hiç, hiç bir fark yok.

Enseme tatlı bir sıcaklığın dokunduğunu duyuyorum. Başımı çevirdim. Hayganoş... Sevgili, muazzez, melek zevcem... Omuzumdan ne yazdığıma bakıyor, soruyor:

—    O ne? Muharrirlik mi?..

—    Eski hatıralarımı yazıyorum.

Cevap vermiyor. Büyük mahzun gözlerini gözlerime dikiyor. Öyle duruyor. Bakışında o kadar güzel, o kadar hassas bir durgunluk var ki... Soruyorum:

—    Neye öyle bakıyorsun?..

Cevap vermiyor. Sanki ağlayacak... Kalbim çarpmağa başlıyor. Acaba bir kıskançlık vehmi mi?.. Fakat mümkün değil... Sağ gözünün uzun kirpiklerinde büyücek bir inci parlamağa başlıyor. Dönüyor, kalkıyorum. Alnından öperek tekrar soruyorum:

—    Söyle, sevgilim, senin elemin ne?

—    Senin yazdığın ne?

—    Eski hatıralarım...

Hıçkırıyor:

—    Niçin Türkçe yazıyorsun, Ermenice fena mı, kaba mı, âdi mi?, diyor.

Kirpiklerinden kopan inci yanağına düşüyor. Oh, necip kadın,. Anasının lisanını seven büyük kadın... Türkçeyi kıskanıyor. Anlıyorum; Türkçeyi kıskanıyor. Yine anlıyorum ki kadınlar olmasa, aşk olmasaydı, aile, saadet olmadığı gibi milliyetler de olmayacak, biz insanlar dünyada sefil ihtirassız, şanssız, rekabetsiz, miskin, perişan, nebatat gibi gelip geçecektik. Bize aşkı öğreten kadın aileyi de öğretiyor. Aile de mukaddes milliyet hislerini bizim dimağımıza ekiyor. Teselli etmek istiyorum:

—    Ağlama ruhum! Bu çok eskiden yazdığım bir defter...

Öyle ise yırt onu...

* * *

Ah zavallı Türkçe defter! Seni şimdi yırtayım mı? Lâkin hayır hayır... Ben kadın değilim. Asla Hayganoş kadar hassas bir milliyetperver olamam. Seni, onun göremeyeceği bir köşeye atacağım. Orada tıpkı Ashab-ı Kehfin mağarasına düşmüş bir demet yosun gibi uyu... Ama sakın Türkçe satırlarınla sevgilimin gözüne ilişme... Onu kıskandırıp ağlatma...

29 kânunusani, 1925

 

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi