Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

 

YENİ BİR DERNEK

30 Ağustos 1908 Moda

Şimdi gezmekten geldim. İçimde tatlı bir sevinç var. Pencereme oturdum. Komşumuz Ropenyanların yeşil iri papağanı kafesinin asılı durduğu balkondan bana bakarak:

— Hosegur, hosegur... diye bağırıyor.

Bahçenin gölgeli tarhlarında bir kedi oynuyor. Ağaçlar kuş dolu... Sanki sesleri güneşin yakıcı aydınlıklarını ürpertiyor. İçimde bir faaliyet arzusu kaynaşıyor. Kitap okuyamıyorum. Okumak abus, güneşsiz kış günlerinin mecburî eğlencesidir. "Ne yapayım?" diye düşünüyorum. Bir Ermeni ne yapar? Mutlaka faydalı, kârlı bir şey! Çocukken, daha Karabetyan idadisinde okurken Bağdaseryan isminde tuhaf bir coğrafya hocamız vardı.

—    Dünyada en birinci zevk ruzname  tutmaktır, derdi.

Ben bunu boş, manasız, pek münasebetsiz bulurdum. Kendi kendime: "Ruzname tutmak, tahrirî bir gevezeliktir", derdim. Daha pek gençken özendiğim şey "ciddî olmak" ti. Dersimi okurken, arkadaşlarımla konuşurken, yolda giderken böbreklerim sancıyormuş gibi yüzümü ekşitir, kaşlarımı çatardım. Bu âdetim yüzümde gayet derin, vakitsiz çizgiler bıraktı, "Söz gümüşse, sükût altındır" diyen ben, yazmak hususunda da perhiz ediyordum. Mektuplarım gayet kısa, gayet manalıydı. Ömrümde fazla bir şey söylemediğim gibi fazla şey de yazmadım. Bugün, ama bilemiyorum neden? Hep yazmak, hatıralarımı kâğıtlara geçirmek istiyorum.

Gözlerimi ağaçların baygın yaprakları arasında dinlendirerek hayalimi on beş senelik bir maziye çeviriyorum, İşte muallim Bağdaseryan... Şişman, kumral bıyıklı, kırmızı yüzlü, masum tavırlı bir adam.

Diyor ki:

—    Çocuklarım, siz her gün değişeceksiniz. Her gün siz büyürken, dimağlarınız, fikirleriniz de büyüyecek, her gün fazilete yaklaşacak, idraksiz, şuursuz geçen günlerimiz için teessüfler edeceksiniz. Düşündüklerinizi, duyduklarınızı beş on dakikaya acımayıp yazınız. Yarın yazdığınızı öbür gün bilmeyeceksiniz. Bir sene evvel yazdığınızı öbür sene okurken ne kadar değiştiğinizi anlayarak hayretler içinde kalacaksınız...

Üçüncü sıranın başında oturan Hayikyan gülümsüyor. Kocaman kafasını sallayarak "Öyle boş şeylerle uğraşacağıma faydalı bir şey okur, öğrenirim" diyor.

Zavallı dostum Hayikyan! O vakit hocanın sözüne inanıp ukalâlık etmeseydin bugün ömrünün, ruhunun manalı izleri elinde kalır, onların üzerinde, ne kadar feci olsa da uzaklaşıldıkça daha ziyade sevilen o muazzam maziye doğru gider, eğlenir, tatlı bir zevk bulurdun..

Şimdi İşte kalem elinde, böyle düşünüyorsun!

Şimdi evet, kalem elimde, düşünüyorum. Hatıram yıpranmış, hayalim yorgun... Kan lekeleriyle, kılıç gölgeleriyle kararan çocukluğumdan beri her an fikrim değişti. Okuduğum kitaplar, bozulan itikatlarım, kartlaşan masumluklarım bugünkü şahsiyetimi doğurdu. Bugünkü gözüm dünü, hakikate en yakın renkleriyle görmez. Bedbaht oldum. Lakayt oldum. Mesut oldum, meyus oldum. Ümit-var oldum. Muvaffak oldum. Fikirlerim gibi cisimlerimde de, talihimde de sabitlik yok. Her şey değişiyor. Eğer hakikatin ne olduğunu bilmeden her gün bin defa söylediğimiz bu kelimenin bir aslı varsa, artık bence şüphe yok ki, sabitlikte değil, değişikliktedir. Dünyada sabit ne var? Hayat bir fırtına ki bizi önüne katmış değiştirerek sürüp götürüyor. Bir dakika bir yerde, bir halde duramıyoruz. Olmayan şeyde hakikat mi olur? Evet, olan mütemadi değişikliktir. Bugün elimde bir ruznamem bulunsaydı belki hakikati anlayabilecektim. Şimdiden sonra da birçok fikirlerim, nişlerim, değişecek, unutulacak. Onları hatıramın, hissimin karanlığından kurtaracağım. Mademki doğru olarak dünü yazamıyorum. Bu günden itibaren yarını yazmağa başlayacağım.

On beş, yirmi gün içinde ne değişiklik ya Rab-bi! O kadar kardeşlerimizi Kürt cellâtlarına doğratan Kırmızı Sultanın kuvveti, iktidarı birdenbire söndü. İstibdat bahar sabahlarında uyanan bir adamın kâbuslu rüyası gibi tuhaf, gülünecek bir hatıra bırakarak silindi gitti. Dinler barıştı. Milletler kaynaştı. Papazlar, müteassıp hocalarla öpüştüler. Asırlarca birbirlerinin kanlarını emen, gözlerini oyan unsurlar kolkola oynadılar. Doğan hürriyet güneşini alkışladılar.

Her şeyi siyah gören bedbinler:

— Bu bir sıtmadır, geçer... diyorlar, güneşin altında yeni bir şey yoktur. Tanzimat hürriyetin aslı olamaz. Her millet bir millettir. Toplanıp bir millet gibi bir kanun altında bir vatan içinde rahat rahat geçinemezler. Fakat vakalar onları yalana çıkarıyor. Bugün Ermeni'nin, Rum'un, Arnavut'un, Sırp'ın, Bulgar'ın, Arap'ın, Türk'ün, Kürt'ün kalbi "Hür Osmanlılık" için çarpıyor. Beyoğlu'ndaki, Tepebaşı'ndaki nümayişler Rumların ne kadar Osmanlılığa müştak, ne kadar sadık olduklarını bariz bir surette gösterdi. Lisan meselesini, sair meseleleri açılacak mebusan meclisinde milletvekilleri adalet dahilinde halledecekler... iki ay evvel neler düşünüyordum; emindim ki Türkiye, bu hasta adam, artık düştüğü ecel yatağından kalkamaz. Bu hastayı böyle süründürmek-tense zehirleyerek çabucak içtinabı mümkün olmayan meşum neticeye götürmek... Ermenilere, hiç olmazsa, Rus himayesinde bir muhtariyet yapmak... Kürtlerle şehirlerde oturan Türkleri bir asır içinde Ermenileştirecek eski Ermeni imparatorluğunun temelini atmak...

Vakıa idealler "olan" değil, "olması istenilen" şeylerdir. Fakat ama münasebetsiz bir hülya... Niçin her millet ayrı bir zümre, ayrı bir hükümet yaparak yaşasın? İşte bir arada, menfaat, komşuluk bağlarıyle pekâlâ anlaşıyorlar. Amerikalılar mesut değil mi? Biz niçin Osmanlı olmayalım? Niçin bu otuz şu kadar milyonluk cemiyeti yıkalım? Mantıkla menfaat bizi hülya ile mefkûre peşinde koşmaktan menetmez mi?

Hâlâ devam eden alkışlar, nümayişler benim mantıkımda esaslı bir inkılâp vücuda getirdi. Şimdi pek vazıh, pek sahih düşünebiliyorum. Osmanlıyım. Osmanlı kalacağım.

Elveda ey eski ihtilâlci Hayikyan, elveda sana...

10 Eylül 1908, Moda

 

Ben tembelim! işte kaç gündür vapurda yolda yazacağım şeyleri düşünüyor, kendi kendime: — Bu akşam... diyorum.

Akşam, sabaha bırakıyorum. Sabahleyin de ertesi akşama... Meşrutiyetin, hürriyetin sarhoşlukları geçti. Şimdi hepimiz sersem gibiyiz. Memleketin dâhili karmakarışık! İşler pek öyle çabucak düzeleceğe benzemiyor. Vakıa meşrutiyeti alenen istemeyen yok. Ama yıkılan eski idarenin enkazı korkunç bir dağ gibi hâlâ üzerimizde duruyor, tatsız vakalar eksik değil. Beşiktaş'ta bir İslâm bahçıvanın kızı bir Rum'a kaçıyor. Herif karakola şikâyet ediyor. Kızla Rum'u tutuyorlar. Sonra halk karakola hücum ediyor. Kızla Rum'u o kadar dövüyorlar ki, Rum ölüyor. Rum'un ölüsünü alan Rumlar Beyoğlu'nda gezdirdiler, türlü türlü nümayişler yaptılar. Bu âdi zabıta meselesine millî bir şekil verdiler. Ben nümayişçilerin arasındaydım. Bir gün Türklerden intikam alacaklarını haykırıyorlardı. Patrikhaneler "Eski hukukumuz, eski imtiyazlarımız" diye kımıldanmağa başladılar. Hâlbuki Kanun-u Esasî bütün Osmanlılar için "bir" değil mi? Kanun-u Esasî karşısında hususî bir hukuk, hususî bir imtiyaz kalır mı? Hem kalması makul mu? Mantıkî mi? Bunun için birçok münakaşalar ettim. İtiraf ederim ki Türkler pek samimî! Tanzimat Kanun-u Esasî'si, Osmanlılık uğrunda kendi milliyetlerinden vaz geçiyorlar. Mektepte okuttukları kitaplarda, tarihlerinde, gazetelerinde, hatta bir tek "Türk" kelimesi ağızlarından kaçırmıyorlar.

"Biz Osmanlılar, hepimiz kardeşiz diyorlar, camilerin, kiliselerin dışarısında hiç bir ayrımız, gayrımız yoktur. Her şeyin fevkinde mukaddes, âlî Osmanlılık vardır!"

Bu fikre Türklerden hiç muhalif yok. Adeta Osmanlılık onlara mantık, münakaşa kabul etmez bir din gibi olmuş. Rumlar, Arnavutlar, Bulgarlar, bazı Ermeniler "Osmanlılık bizim milliyetlerimiz için bir tehlike teşkil eder." diyorlar. Ben bu sözü o kadar doğru bulmuyorum. Patrikhanelerin ektiği tohum... Papazlar siyasî kaynaşmanın, kuvvetlerini kıracağından korkuyorlar. Meseleye onların gözüyle bakılırsa hakları da yok değil.

Lâkin bugün papaz asrında mıyız... Kanun-u Esasî olan meşrutî bir memlekette "milliyet, kavmiyet" teşkilâtı ne demektir?

Kânunusani 1909, Moda...

 

Soğuk çok... Odun, kömür fiyatı pek pahalı! Evinde pansiyon oturduğum ihtiyar kadın:

— Dünyanın sonu! diyor.

Ömründe bu kadar soğuk, bu kadar pahalılık görmemiş. Elbiseyle odun parası bütçemi sarstı. Her ay üç yüz frankçığımı ayırıp bankaya teslim edemiyorum... işler kesat, kesat... Ticaret âlemini de terketmeyerek siyasîyata atılmağı canım o kadar istiyor ki! Evet, benim'kanımda bir kurt var. Ermeni fırkalarından birine dahil olmağı düşünüyorum. Fakat onların hiç birini Kanun-u Esasî'ye muvafık bulmuyorum. Zira "milliyet esaslarına müstenit siyasî fırkalar" Osmanlı Kanun-u Esasî'-sine muhaliftir. İttihat ve Terakkiyi düşünüyorum. Orası da benim için meçhul... işitiyorum ki Avrupalılar "Genç Türk" dedikleri bu adamlara Panislâmizm  gibi emeller atfediyorlar. Beklemek, acele etmemek lâzım... Hele bir yaz gelsin... Bakalım ne olacak?

17 Mayıs 1909, Moda

 

Yazı yazmakta o kadar tembelim, ki... Sözde hislerimi, hatıralarımı günü gününe yazacaktım. Nerde? İhmalci bir Türk gibi kendi kendimi "elim değmiyor" diye teselli ediyorum. Bugün İşte işim yok, zorla masamın başına oturuyorum. Kitapların gazetelerin altında kaybolan defterimi buluyorum. Dört aydır neler oldu, neler... Âdeta bir tarih... Düşmanımız kırmızı Sultan devrildi. Şimdi Selanik'te mahpus... Artık irticaın, istibdadın geri gelmek ihtimali yok.

İsyanın bütün safhalarında hazır bulundum. Bu irtica asla yeniliğe karşı millî bir isyan değildi, İstanbul'un bütün askerleri sanki kendilerine "Hıristiyansınız" diyen varmış gibi Müslüman olduklarım iddia ediyorlardı. Şapkalılara, hususiyle ecnebilere dokunmuyorlar, hatta onlara fazla ihtiram gösteriyorlardı. Genç Türk zannetmesinler diye ben de şapka giydim. Bütün dostlarım da şapka giydiler. Şapka ile ihtilâlcilerin arasında serbestçe gezilebiliyordu. Ne eğlenceli günlerdi... Hükümet falan her şey sönmüş, âdeta tebahhur etmiş, uçmuş gitmişti. Adi, küçük çavuşlar payitahta hükmediyorlardı. En meşhurları Hamdi çavuştu. Bu zavallıyı astılar. Kuvvetinin, iktidarının en şaşaalı zamanında Ermenice bir gazetenin muhabiri sıfatiyle kendisiyle mülakat etmek istedim. Taşkışla'nın muhteşem bir odasında beni kabul etti. Hâlâ çavuş forması taşıyordu. Belinde palaskası asılıydı.

—    Ne istiyorsun? dedi.

Muhabir olduğumu, Ermeni milletinin murahhası gibi kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Vesika falan aramadı. Fakat oturtmadı da... Ayakta konuştuk:

—    Peki ne soracaksın, bakalım?

—    İhtilâlden maksadınız nedir?

—    Şeriatı çıkarmak...

—    Şeriat ne demektir?. Lütfen bana izahat verir misiniz? Bizim Ermenilerin bu hususta malumatı yok.

—    Şeriat ne demek olduğunu ulema efendilerimizden git öğren. Benim sana öğretmek haddim değil. Belki yanlış bir şey söylerim de günaha girerim.

—    Şeriati nasıl çıkaracaksınız?

—    Ne kadar mektepli zabit varsa hepsini öldüreceğiz, Jön Türk dedikleri dinsiz herifleri bir tane kalmayıncaya kadar mahvedeceğiz... Heyhat... Biz Jön Türklerin taassubundan, ittidah-ı İslâm   taraftarı olduklarından nefret eder, her fırsatta kendilerine hücum ederiz. Türkler de onlara "dinsiz" derler. Öyle bir tezat ki... Ama hangisi doğru...

—    Pekâlâ efendim, siz Türk müsünüz?

—    Hayır, Türk falan değilim...

—    Arnavut musunuz?

—    Hayır, hiç bir şey değilim...

—    Ya nesiniz?

—    Müslüman...

Dinin başka, milliyetin başka bir §ey olduğu bu çavuşa anlatılamazdı. Ayrıldım, dışarı çıktım. O gece Beyoğlu'nda kaldım. Gezdim. Bütün umumhaneler ihtilâlcilerle dolmuştu. Hepsi ölecek derecede sarhoştu. Alüfte lere sarılıyorlar:

— Şeriat isterük, diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.

Dünyada bu kadar maksatsız, bu kadar idealsiz bir ihtilâl olamazdı. Hareket Ordusu  gelince bir sabun köpüğü gibi isyanın ruhu söndü. Kahramanlar koyunlar gibi kışlalarda tutularak bağlandı. Rumeli'deki askerî yollarda çalıştırılmak üzere vapur vapur Selânik'e gönderildi. Abdülhamit'in huzurunda Kabuli Bey isminde bir kaptanı parçalayan bahriyeli neferler asıldı. Bir Türk - Osmanlı arkadaşımla asılacakları görmeye gittim. O gece Sirkeci'de otelde yattık. Sabahleyin erkenden darağaçlarının kurulduğu meydana geldik. Daha güneş doğmamıştı. Harbiye Nezareti tarafından bir gürültü koptu. Mahkûmları getiren arabalar ilerliyordu. Asılacak olanlar bütün kuvvetleriyle tekbir getiriyorlardı. Oradaki jandarma zabiti bize dedi ki:

— Bunlar gevezelik yapıyorlar. Öbürleri usluydu. Şimdi Derviş Vahdeti  teşvik ediyor. Zannediyor ki tekbir seslerini işiten halk gelip onu ipten zorla kurtaracak...

Son nefesinde bile halkı teşvik etmekten vazgeçmeyen bu adamı görmek istedim. Arkadaşımın tanıdığı zabitle beraber yanyana gittik. Bu ateş yüzlü, fakat vahşî azimli bir adamdı. Biraz sararmıştı.

Hâlâ genç Türklere küfürler ediyor, onların göreceklerinden filan bahsediyordu. Çok söylendirmediler. Astılar. Kafası düşünce bizim şehit olan fedakâr ihtilâlcilerimizi düşündüm. Türkler ne tuhaftır. Kendi milliyetleri gibi çok şeyi inkâr ederler. Gayet mükemmel âli, fedakârane olan Ermeni ihtilâllerine "isyan" bile demeğe tenezzül etmiyorlar, laf arasında geçerse yalnız "Ermeni gürültüsü..." diye gülümsüyorlardı. O kadar fedakâr veren koca ihtilâl... Evet bu memlekette buna adetâ bir "gürültü" deniyordu.

Derviş Vahdeti epeyce büyük bir rol oynamıştı. Fransızca bir isim ile çıkardığı dinî gazetesinin  sürümü otuz kırk bini bulmuştu. Adeta ben bile halkın inanmak için gayet büyük mantıksız budalalıklar aradığına kani oluyordum. Ali mektepten çıkan, en münevver gençler bile Derviş Vahdetî'nin yazılarını satırı satırına okuyorlardı.

Hele tanıdıklarımdan bir genç Türk vardı. Büyücek bir memurdu. İhtilâl günlerinde mebusanda idim. Onun cebinden yeşil, al iki bayrak çıkararak: — Ya bu kazanacak, ya bu... diye, şuh, hoppa, sevindiğini gözümle gördüm. Bu bir genç Türk'tü. Fakat ideal namına hiç bir şeysi olmadığından irtica, zulmetten, cehaletten de ona hoş geliyordu. Vakalarımı yazıyorum?... Gazetelerin yazdığı şeyleri yazmakta ne mana var? Ben kendi hislerimi, intibalarımı yazmak isterken haberim olmadan kalkıyor "vak'anüvis"lik ediyorum. Neyse... İşte o fırtına geçti... Şimdi rahat gibiyiz... Boyuna kabineler değişiyor. Vükelâya genç unsurlar giriyor. Talihimiz, Türkiye'nin talihi taayyün etmek üzere... Ben daha mesleği tayin etmedim. Ermeni fırkalarına mı gideyim! O vakit bir milliyetçi olmayacak mıyım? Hâlbuki ben Osmanlılığa itikat ediyor, iktisat bağlarının din, taassup, milliyet bağlarından daha kuvvetli olduğuna kani bulunuyorum.

 

11 Haziran 1909, Moda

Bugün bir Türk'le konuştum. Bende çok iyi bir tesir bıraktı. Mutlaka aramızda geçen lafları yazmalıyım. Bu zatın ismi Niyazi Bey... Meşrutiyetin ilânından sonra Avrupa'dan gelmiş. Gayet şıktı. Başında fes olmasa bir Avrupalıdan fark olunamayacaktı. Hukuk tahsilini Paris'te bitirmiş, birinci derecede diploma almıştı. Mebus Mizikyan'm evinde bana takdim olundu. Bahis politikaya dönünce ben "İttihat ve Terakki" hakkındaki şüphelerimi söyledim. Kendisi ne hükümet fırkasından, ne de muhalif, "müstakilim" iddiasında idi. O kadar değişmiş, o kadar medenileşmişti ki "Ah, her Avrupa'ya giden Türk böyle gelse..." diye düşünüyordum. Sözlerini büyük bir dikkatle dinledim:

— İttihat ve Terakki'den şüpheniz pek boştur! Diyordu, pantürkizm, panislâmizm, filan Avrupa hayalperverlerinin iftirasıdır. Bir de mesel vardır, biliyor musunuz? "Kişi kişiyi kendi gibi bilir." Avrupa'da meşum sunî bir cereyan yaşar: Milliyet, kavmiyet cereyanı! Orada her şeyi milliyet rengine boyarlar. Meselâ Fransızların ırkça bir vahdetleri olmadığı halde o kadar milliyetperver, o kadar milliyette müteassıptırlar ki Paris koketleri  bile Almanlarla münasebette bulunmazlar. Almanya'da her şey millîdir. Hatta sosyalizm bile...

Böyle bir muhitte "hüküm"ler de millî olarak verilir. Meselâ Rene Pinon bir kitabında "Türkler, aldıkları askerin içinden ırkça Türk olanları İstanbul'da, Edirne'de, Makedonya'nın mutedil, güzel yerlerinde istihdam ederler, gayri Türkleri Yemen'e, Fizan'a, en uzak yerlere gönderirler." diyor. Hâlbuki Osmanlı hükümeti tamamıyla bunun aksini yapmıştır. Arnavutlar, Araplar hep hassa ordusuna gelirler. Yıldız'ın rahat kısmalarında askerliklerim yaparlar. Yemen'e, Fizan'a, Makedonya'ya hep Türkler, yani Anadolu çocukları gider. Hatta Yemen'e "Türk mezarı" derler. Şimdiye kadar hastalıkla, harple bir milyondan ziyade Anadolulu Türk'ün Yemen'de öldüğünü rivayet ederler. Mösyö Rene Pinon yalan söylemek, bize iftira etmek istemiyor. Onun kendi mantığı Türklerin böyle yapmasını, yani İmparatorluğun fena, uzak yerlerine gayri Türkleri göndermesini kabul ediyor. Bizim de böyle yaptığımıza hükmediyor. Çünkü Fransa'da birkaç unsur olsa onlar mutlaka ilk peşin Fransızları düşüneceklerdir. Kezalik bu sırada İslav ittihadı, Cermen ittihadı, Latin ittihadı Avrupa siyasetinin ana hatlarıdır. Hep bu üç ideal etrafında onların politikası sabit, mütehavvil şekiller alır. Böyle ideallerin doğduğu muhitte insanî, necip bir siyaset düşünülebilir mi? Avrupalılar her milleti kendileri gibi sanıyorlar. Türklerin de "Türklük" diye bir milliyetleri, tarihleri, emelleri olduğuna ihtimal veriyorlar. Yanılıyorlar. Çünkü hisleriyle muhakeme ediyorlar. Bize dair hiç tetkikat yapmadan, hiç bir Türk'ün aklından geçmeyen "pantürkizm" hayallerini uyduruyorlar. Sonra sizin gibi içimizde yaşayan, bizim içimizi dışımızı bilen hıristiyan vatandaşlarımız da Avrupa hayalperverlerinin düzdükleri bu yalanlara inanıyorlar. Vatanımızda, yaşadığımız memlekete kim "Türkiye" der? Yalnız Avrupalılarla Avrupa gazeteleri bu manasız ismi çıkarmışlar, İşte Tanzimat maarifi meydanda... Hiç bir mektep kitabında, hiç bir coğrafya kitabında "Türkiye" diye bir memleket ismine rast gelmeyeceksiniz. Avrupa-yi Osmanî, Asya-yı Osmanî, Afrika-yı Osmanî, sonra hepsine birden "Memalik-i Osmaniye" deriz. Kendi tarihlerimizi tabiî bilirsiniz.

Bir de bizim mekteplerimizde okuttuğumuz tarihlere bakınız. Bir "Türk" kelimesi bulamayacaksınız. Bundan başka bizim tarihlerimiz bilhassa Türklük aleyhinde tertip olunmuştur. Hülâgû, Timurlenk gibi dünyanın en büyük cihangirlerini sırf Türk oldukları için, küfürler, lanetlerle tarihlerimizde yad ederiz. Sonra Sezar, İskender, Napolyon hakkında tarihlerimiz ihtiramda kusur göstermezler. Hatta bunlar için şairlerimizin bazıları şiirler bile tanzim etmişlerdir. Hele İskender, edebiyatımızda âdeta bir telmih olmuştur. Her milletin şairleri kendi milletlerini, tarihlerini, ananelerini terennüm ederler. Bizim şairlerden ne yenisi, ne eskisi, Türklük'e dair bir kelime yazmadıkları gibi kendi milliyetlerinden bahis icap-edince "Etrak-i bî idrak"  demişlerdir. Memleketimizin son şairi Tevfik Fikret  meşhur "Rübabı Şikeste" sinde ilâç için olsun bir "Türk" kelimesi geçirmemiştir. Mehmet Emin Bey  Osmanlılarca, bir fantezistten  başka bir şey değildir. İşte kendi milliyetini tarihiyle, maarifiyle, edebiyatıyle bu kadar inkâr etmiş bir millet kendi milliyeti esasına, müstenit bir "ittihat" ideali yapabilir mi? Avrupalılar bizi tetkik etmediklerinden böyle bir idealin vücuduna ihtimal verebilirler!... Aramızdakiler bu kadar saflık göstermemelidir. Memleketimizde "Türk, Türklük, Türkiyat", kelimelerinin medlulleri olmadığı gibi "Türkçe" diye de bir lisan yoktur.

Biliyorsunuz ki lengüistik ilmi "Her lisan bir lisandır" der. Biz Osmanlılar bu kaideyi asırlarca evvel bozmuşuz. Yeni, sunî bir lisan yaratmışız. Türkçe sarfını, Türkçe nahvini yalnız avamla kadınlar kullanırlar. Mütefekkirlerimizin, âlimlerimizin, ediplerimizin, ayrıca "Osmanlıca" namı tahtında üç lisanın ittihadından mürekkep bir tahrir lisanı vardır. Bu lisanda üç lisanın kelimeleri, kaideleri bulunur. Vakıa her lisandan her lisana kelimeler geçebilir. Meselâ İngilizcenin birçok kelimeleri Fransızcadır. Fakat İngilizleşmiş, İngilizce kaidelerine tâbi olmuşlardır. Osmanlıcada ise aksi... Arapça kelimeler Arapça, Acemce kelimeler Acemce kalmışlardır. Avam, kadınlar bunların telâffuzlarını bozarak Türkçenin selikasına tecvidine göre değiştirdikçe "galat" namı altında hemen ' Osmanlı âlimleri tashih ederler. Sonra dünyanın hiç bir lisanında olmayan bir hadise... Osmanlıcaya, Arapça, Acemce kelimeler, edatlar da girmiştir. "Bu lisana, tabiata muhalif, yabancı lisanlardan alınma sarf, nahiv kaideleri konulamaz. Çünkü lisanlar bir (müessese) olduğundan değiştirilemez" diyenlerin yalanları meydana çıkmıştır. Türkçenin esasında müzekkerlik, müenneslik yokken, Arapçanın bütün müzekkerlik, münenneslik kaidelerini, tetabularını Acemcenin terkip kaidelerini, edatlarını kabul etmişiz. Her ne kadar köylülerle avam, daha doğrusu halk bu sunî, bu zengin lisanı kabul etmemişlerse de şairler, edipler, hükümet bu mevzu "Osmanlıca" lisanını yazmışlar, konuşmuşlardır. Genç ediplerimiz lisanı daha ziyade muğlaklaştırıyorlar, bu hususta Fikret'in, Faik Ali'nin, Süleyman Nazif'in bilhassa Hüseyin Dâniş'in büyük hizmetleri sepkat etmiştir. Osmanlıca, ilk vâzıları-nın, eski şairlerin, Nerkisînin  lisanına doğru yaklaşmağa başlamıştır. Edebiyatta biraz daha faaliyet olsa birkaç seneye kadar, nasılsa kalan Türkçe kelimeler, sıfatlar, fiiller de tahrir lisanından kaldırılacak... "İttihat" için birinci vasıta lisandır. Kendi lisanını böyle öldürmeğe, katiyen millî edebiyatını satırlara geçirmemeğe ahdetmiş bir millet nasıl olur da millettaşlarıyle birleşebilir? Osmanlılar "Memalik-i Osmaniye"nin haricindeki Türkleri asla tanımazlar. Onlarla hiç bir münasebetleri yoktur. Hem olamaz da... Artık söyleyiniz "Türkizm" iftirası kadar budalaca bir iftira olur mu?

Bazı siyasî fırkaların Türkçülük gibi esassız, bir ideali olsa bile Osmanlı hükümeti daima Osmanlı kalacak, "Osmanlılık" haricinde hususî bir milliyet tanımayacaktır. Osmanlılık siyasî bir milliyettir. Tarihle, anane ile hiç bir münasebeti yoktur. Tanzimat ile beraber tesis edilmiştir. Bu vâki, bu tarihsiz milliyet son derece terakkiye, inkişafa müsaittir.. Muhtelit unsurlardan bir milliyet. Zaman, meşrutiyet bu hadiseyi doğuracak, tarihsiz olunca tabiî taassupsuz kalacak olan bu Osmanlı milliyeti yarım asır içinde dev adımlarıyle tealiye,, terakkiye yükselecektir. Şarkta henüz her şey hükümettedir. Babıâli'nin teessüs etmiş ruhu öyle kavi öyle dinçtir ki, İşte sizi temin ediyorum, ne ittihad-ı İslamcıların, ne de Türkçülerin hiç bir ideali-oraya hulul edemez. Osmanlı hükümetinin şiarı:  “bilâ tefrik-i cins ü mezhep” terkibinin içindedir. Hele bir Türk asla bir Rum, bir Ermeni, bir Arnavut, bir Bulgar, ilâh... gibi tarihî milliyeti namına en küçük bir hak bile iddia edemez. "Türk" lafzı kanunlardan, tarihlerden, coğrafyalardan, hatta bütün dimağlardan silinmiştir. Osmanlı, Osmanlı... Hükümetin güttüğü bu gaye o kadar necip o kadar insanîdir ki bunu anlamak için Tanzimat'ın insanîyetçi zihniyetini araştırmak ister. Tanzimat'ta tarih, kin, garez, milliyet yoktur. Eğer hakikî Osmanlılık teessüs etse dünyanın cenneti vatanımız olur. Ama buna yalnız Babıâli'nin ananesi muvaffak olamaz."

... Niyazi Bey iki saat söyledi. Osmanlılığın kıymetini anlar gibi oldum. Türkler hakikaten milliyet iddiasında değildiler. Dinî taassupları maarif ilerleyince, yani terakki başlar başlamaz uçup gidecekti. Bu görülüyordu. Hem bu ne âlicenaplıktı? Tarihinden, ananesinden vazgeçmek!... Şimdi hatırlıyordum. Sözde Türklerin içinde en demokrat, en milliyetperver olan Ahmet Mithat bile meşrutiyetin ilk günlerinde neşrettiği bir makalede padişahın hanedanından başka Türkiye'de hiç bir Türk aile bulunmadığını yazıyordu.

Ne tezat ya Rabbi! Hâlbuki biz Kürtlerin bile Ermeni olduklarını iddia ederiz.

* * *

15 Temmuz 1909, Moda

Bugün vapurda Niyazi Beye rast geldim. Yine Akonuştuk. Bu adam bana "Osmanlılık" abidesinin yegân sanatkârı gibi âli, masum, necip görünüyor. Hele Fransızca konuşurken o kadar nazik, o kadar kibar ki... Ah, bu kaba Türkçe onun ağzına yaraşmıyor. Bana:

—    Yakında bir cemiyet teşkil ediyoruz, dedi. "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" herkes girebilecek.

—    Siyasî bir cemiyet mi? diye sordum:

—    Evvelâ ilmî, içtimaî..; Sonra, yani tekâmülünden sonra siyasî... Güldüm, İşte Türkiye'de de muhtelif cereyanlar başlamak üzereydi. Tekrar sordum:

—    Gayeniz ne olacak efendim?

—    Osmanlılık...

—    Osmanlılık olan bir şey... Var olan bir şey nasıl bir gaye, bir hedef olabilir?

Siyah gözleri parlıyor, yüzünde mahzun, fakat katî bir azmin aksi gölgeleniyordu.

—    Mevcut "Osmanlılık" yalandan başka bir şey değildir, dedi. Rumların patrikhanesi var. Ayrı lisanı var, ayrı mektepleri var.

Ermenilerin keza. Bulgarların keza. Sırpların keza. Arapların keza. Arnavutların, sair Osmanlıların da öyle... O halde nerede hakikî bir "yekpare, yekvücut" Osmanlılık? Babıâli bu ayrılığı inkâr ediyor. Ama gören bir gözden bu hakikat saklanılmaz. Tanzimatın yaratmak istediği "Osmanlılık" daha doğamamıştır.

—    Fakat o nasıl doğabilir? diye sordum.

—    Bütün unsurları kaynaştırıp birleştirme ile...

—    Bunu mümkün mü zannediyorsunuz?

—    Tamamıyla...

Düşündüm. Niyazi Bey bu zannına bütün mevcudiyetiyle itikat ettiği sözlerinin katiyetinden anlaşılıyordu. Devam etti:

—    Eğer Osmanlılıktaki bütün unsurların kaynaşacağından, bir olacağından, bir an şüphelensem Osmanlılığı esasından inkâr etmiş olmaz mıyım?... "Bilâ tefrik-i cins ü mezhep" bu ne demektir biliyor musunuz! "Hiç bir cins, hiç bir mezhep yok, yalnız Osmanlılık var!" demektir. Tanzimat cinsin, mezhebin arasında müsavat ilân ederek, onların ya

hiç olmamasını, yahut bir olmasını istemiştir. Bu büyük emeli yalnız kâğıtlara yazmış, kanunlara geçirmiş, yani hayalde bırakmış, fiile çıkaramamış. Meselâ o yekpare, yekvücut Osmanlılık için tek bir lisan, tek bir milliyet, tek bir din, tek bir terbiye, tek bir tarih, tek bir maarif ibda edememiş.

—    Lâkin bu nasıl mümkün olurdu?

—    Pekâlâ mümkün olurdu! Eğer mümkün olmasaydı Osmanlılık yalanını ihtira etmekten ne fayda çıkacaktı?

Hakikaten ben de düşündüm. Unsurların hepsini kaynaştırıp tek bir lisan ile konuşturmadan, tek bir terbiye ile, tek bir maarifle yetiştirmeden "yekpare, yekvücut" bir müessese temin olunamazdı? Evet mutlaka Tanzimatçılar bu hayali hakikat yapacaklarına kaildiler. İlk defa kendilerinin mensup oldukları Türk milliyetini Türklere unutturdular. "Türk" kelimesini tarihlerinden, edebiyatlarından, "Türkiye" kelimesini coğrafyadan kaldırdılar, işte muvaffak oldular. Demek bir millet kendi müessesatını, ananatını, lisanını, hatta milliyetinin ismini bile unutabilirmiş. Nitekim Hamdi Çavuş bana "Türk olmayıp Müslüman olduğunu" söylemişti.

Türkler hâkim iken böyle milliyetlerini terk edip mevzu, vâki "Osmanlılık" milliyetini kabul ettikleri, hem içlerinden henüz kimse buna itiraz etmediği halde diğer milletler niçin onları taklitten geri kalsınlar?... Düşünüyorum. Bu ne tuhaf olacak! Fakat bu aynı yamanda ne insanî, ne medenî, ne muasır bir milliyet olacak? Yeni bir lisanla, yeni bir ahlâkla, yeni bir gaye ile, yeni bir din ile, yeni bir terbiye ile yükselecek olan yeni "Osmanlı" milliyeti ihtimal arzda umumî müşterek insaniyet dininin vazıı gibi saadet, teali meş'aleleri tutuşturacak. Düşünüyorum... "Ah, bu hayal hakikat olsa..." diyorum.

18 Ağustos 1909, Moda

 

Hava o kadar sıcak ki... Başım ağrıyor. Aynı zamanda dehşetli bir nezlenin görünmez gemleri altında nefes alamıyorum. Şimdi Niyazi Beyden bir mektup aldım. Fikirlerim karma karışık! Boğucu bir kararsızlık buhranı geçiriyorum. Acaba ben de milliyetperver, ben de haberim olmadan mahdut bir adam, büyük insaniyet fikrini ihatadan âciz bir şoven miyim?

Bu mektubun aslını saklayacağım. Şayet kaybedersem diye buraya da kopya ediyorum.

17 Ağustos 1909, Pangaaltı

 

"Azizim Mösyö Hayikyan,

"Gecen ay vapurda size bahsetmiş olduğum cemiyeti teşkil ettik. Kulübümüz de açıldı. Hükümet istediğimiz müsaadeyi hiç geciktirmedi, verdi. Programımız, esâslarımız, Babıâli'nin bütün mukavemetlere rağmen takip etmek istememesi lâzım gelen gayeye çok muvafıktı. Evet, yine bilâ tefrik-i cins ü mezhep... Hükümete verdiğimiz beyannamede şunları yazdık:

1    — "Osmanlı kaynaşma" kulübüne "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" her Osmanlı girecek.

2    — Osmanlı namı altında toplanan milliyetlere umumî, müşterek bir terbiye verilecek, Türklük gibi sair unsur ve milliyet hisleri yavaş yavaş iptal olunacak.

3    — "Osmanlı" vatanının birliği temin, yeni bir "Osmanlı" vatanîliği ihdas edilecek.

4    — Bütün Osmanlılara umumî, müşterek bir lisan öğretilecek, bu umumî Osmanlı lisanı Osmanlı maarifinin, edebiyatının ilminin lisanı sayılacak.

5    — Mekteplerde Osmanlılık haricinde hiç bir kavmiyete, milliyete kıymet verilmeyecek. Osmanlı memleketi çocukları kendi eski milliyetlerini, kavmiyetlerini, tarihlerini, edebiyatlarını öğrenmeyecekler.

6    — Kulübümüzün gayesine vusul için gazeteler, risaleler çıkarılacak, konferanslar verilecek... İlk adım olarak "İzabemi anâsır" şubeleri açarak, halk arasında mukabil dinî taassupların, millî iştiyakların söndürülmesine çalışılacak.

Fakat bu esaslar üzerinde yürümek değil, hatta bunlara yaklaşmak için çok büyük gayretler istiyor. Şimdi idealimizi ilim, fen noktasından tetkik ile harekete başlayacağız. Kulübümüzün idare heyeti, ilmî encümeninde yalnız Türk Osmanlılardan değil, Rum, Yahudi, Levanten, Arap, Bulgar da var. Ben idare heyetine, encümene Ermeni olarak sizin girmenizi arzu ediyorum. Arkadaşlarıma fikrimi söyledim. Sizin gördüğünüz Alî tahsil yarınki müşterek insaniyete bir numune olacak. "Osmanlılık" idealini nasıl neci bulduğunuzu anlattım. Arkadaşlarımızın içinde hiç meçhul kimse yoktur. Namuslarını irfanlarını bütün Osmanlı memleketi tanır, siz de tanırsınız. Bakınız:

Diyamandis Elendi Nikifor Angilef Efendi Nikolaviç Efendi Fraşarlı Nadir Bey Muiz Bori Efendi Salihülâynî Efendi Casimülkürdî Bey Louis Durant

Sadullah Behçet Bey

Hasan Rudi Bey

Şair Sait Bey

Celil Mün'im Bey

Hoca Bali Efendi

Doktor Eserullah Nâtık Bey.

Büyük emelimizin intişarına iştirak istiyorsanız iki satırla muvafakatinizi yazınız. Önümüzdeki pazartesi günü Nuruosmaniye caddesindeki "5T" numaralı kulübümüze teşrif buyurunuz.

Baki ümit...

Osmanlı Kaynaşma Kulübü

muvakkat kâtibi

Niyazi

Ne yazsam! Evet mi? Hayır mı?... Bugün aklım başımda değil.

Rahatsızım, 'biraz düşüneyim. Zaten hemen muvafakat hoppalık olmaz mı?

30 Ağustos 1909, Moda

Rahatsızlığım devam ediyor. Nezle zannettiğim şey kötü bir "korbator..." muş. Bu sıcakta nerde soğuk almışım?... Aklım ermiyor. Yarın biraz kalkabileceğim. Doktor:

— Yat, hiç dışarı çıkma... diyor. Bu onların âdetidir. İyi olursam neye mahpus kalayım? Zaten pazartesine epeyce var. Niyazi Beye şimdi cevap yazdım. "Osmanlı Kaynaşma" kulübüne gireceğim, iki üç gün nafile düşündüm. Böyle bir kulübe girmekte hiç bir mahzur yok. Lâkin bizde "vehim" bir illet, hayır ikinci bir tabiat olmuş. Hâlâ kendi milliyetlerini çoktan terk etmiş olan zavallı Türklerden çekinmek... Bu hakikaten manasız... Hem bu kulüpte Türk olmayan yalnız ben miyim? Rum, Arnavut, Sırp, Arap, hâsılı her milletten var. Benim milliyetim tehlikeye uğrarsa onlarınki de uğrar...  

Eylül 1909, Moda

Daha iyi olamadım. "Osmanlı Kaynaşma Kulübü" azalarından ne kadar Türk varsa hepsi mektupla hatırımı sordular. Diğer kavimlerden olan azalar hiç aldırmıyorlar.

 

21 Teşrinievvel 1909, Moda

Bugün kulübe gittim. Beni hararetle kabul ettiler. Bina gayet büyüktü. Eşya pek muhteşemdi. Kulübün masrafını Türk azalar uhdelerine almışlar. Niyazi Bey galiba çok zengin. İçtima salonu küçük bir saray divanına benziyordu. Uşakların hepsi resmî elbiseler giymişlerdi. içtima hakikaten ilmî idi. "içtimaî müesseseler kendi kendine mi teessüs eder, yoksa tesis mi edilir?" Meselesi mevzu idi. Herkes söyledi. Hakikaten âza şimdiye kadar gördüğüm adamların en mükemmelleri... Münakaşadan bir netice çıkmadı, dağıldık. Reis Sait Bey... Bu çok değerli bir adam; hakikaten şiarı:

Milletim nev'i beşerdir, vatanım rû-i semin  olan bir âlim...

 

7 Mart 1910, Moda

Altı ay ne çabuk geçmiş... Benim işlerim bozulmağa başladı. "Osmanlı kaynaşma" kulübüne mensubiyetimi bizimkilerden kimsenin duyduğu yok... Çünkü biz hiç gürültü yapmıyoruz. Henüz ne gazete, ne risale neşrettik. Müzakerelerimizden daima sabit bir netice çıkmıyor. Başladığımız iş o kadar büyük, o kadar müşkül ki kendim içinde olmasam, "Bu ancak bir hayaldir" diyeceğim.

Fakat Niyazi Beyin bir sözü hiç kulağımdan çıkmıyor:

Olmaz olmaz, deme, olmaz olmaz Güzelim âlenı-i imkândîr bu...

 

11 Mayıs 1910, Moda

Ah güzel İstanbul... Artık sana veda etmek icap ediyor. Bir haftaya kadar Marsilya'ya gidiyorum. Seksen lira maaş... Torakyan kumpanyasının vekili oldum. Niyazi Bey hareketimi işittiği vakit:

— Biz sana bu maaşı veririz, kal... dedi.

Hakikaten ne garip, fakat ne zengin adam... Kabul etmedim. Meyus oldu. Hiç olmazsa muhabir âza olmamı rica etti.

Şimdiye kadar Avrupa'da yaşamamıştım. Bakalım o hayat nasıl?... Maahaza bu adamı bırakmayacağım. Her fırsatta koşacak, yine bu manzaraya, bu sükûn, bu şiir içinde uyuyan fenere kavuşacağım.

SON EKLENENLER

Üye Girişi