Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

 

AÇIK HAVA MEKTEBİ

Efruz Bey Bilgi Bucağı'ndan  çekildikten sonra evinde derin tetebbüatına dalmış, uğraşıyordu! Fakat kitap tedariki biraz müşküldü. Avrupa postası bir ayda gelmiyordu. Bir gün sıkıldı.

—    Ben kitapların olduğu yere gitsem, dedi. Hem Avrupa'da tahsilini de ikmal etmiş olurdu. Annesine bu fikirlerini açtı... Bin dereden su getirdi. Nihayet kandırdı. Lâkin ne tahsil edecekti.

—    Müfat Beye  danışırım, diye mırıldandı. Bu zat Efruz Beyin dünyada en beğendiği bir adamdı. Hemen hazırlandı. Ne vakitten beri bir kürek mahkûmu gibi odasında kapalı yaşıyordu.

Sokağa çıkınca halkı, gelenleri, geçenleri o kadar şen, o kadar şatır gördü ki.. "Ne tuhaf, bütün dünya mesut!" dedi. Rüzgârsız, parlak bir sabah her tarafı parlatıyor, apartmanların pencerelerinden hizmetçi kızlar öteberi silkiyorlardı. Yaya kaldırımlarında beyaz esvaplı dadılar çocuk arabaları sürüyorlar, mektebe geç kalmış yaramazlar itişerek, kakışarak koşuyorlardı. Harbiye Mektebinin önünde bir arabayı durdurdu, içine atladı:

—    Aksaray! dedi.

Müfat Bey gece gündüz Aksaray'daki "Tıfıl Kovuğu" denilen mektebinde bulunurdu. Burası eski bir konaktı. Dört yüksek duvar arasında gayet rutubetli, dar, çukur bir bahçenin içindeydi. En üst kattan bile duvarların öbür tarafı gözükmezdi. Altmış sene evvel, doksan yaştan sonra on dört yaşında bir kızla evlenen kıskanç bir ihtiyar tarafından yaptırılmıştı. Mal sahibi bahçenin duvarlarını yapan ustaya mütemadiyen "içerisini kargalar bile görmesin!" demişti. Uçan kargalar değil, hatta kenarlarına konan serçeler bile içerisini görmüyorlar; bostan kuyusu zannederek kaçıyorlardı. Halk mektebe, bu mimarî vaziyeti için "Kovuk" namı verilmiş sanıyordu.

Hâlbuki bu namın sebebi mektebin çukurluğu, kapanıklığı filân değildi. Müfat Bey her ne hususta olursa olsun intihalin aleyhinde bulunanlardan biriydi. Şiirlerini perestiş derecesinde sevdiği Fikret'in  bile yirmi beş senede yazdığı eserin ismini "Emil Berjera"  dan çaldığına şaşıyordu. Emil Berjera'nın eseri "Lyre Brise"  idi. Fikret yarım Türkçe kitabına bu terkibi Farı-sîye tercüme ederek bir isim bulmuştu: "Rübab-ı Şikeste". Kitabının ismini Emil Berjera'dan çalan bu şairin evine "Aşiyan" diyorlardı. Birisi bu ismi aldı, gazetesine unvan yaptı. Sonra diğer bir mektepçi kalktı: "Çocuk Aşiyanı" diye bir mektep ismi çıkardı. Bir intihal zinciridir, gidiyordu. Müfat B'ey bunlara kızar: "Zavallılar hiç manayı düşünmüyorlar" derdi. Çocuk aşiyanı manasız bir şeydi. Çünkü aşiyan "yuva" demekti. Yuva en çok havada uçan hayvanlar hakkında kullanılabilirdi. Kuş yuvası, karga yuvası gibi. Hâlbuki yerde yaşayan hayvanlar için "in" kelimesi kullanılırdı. Tilki ini, kurt ini gibi insanlar kuştan ziyade dört ayaklı hayvanlara yakındı. Çocuk aşiyanı yerine "çocuk ini" denilmiş olsa daha mantığa muvafık hareket edilmiş olacaktı.

İşte Müfat Bey, insanları kanatlı hayvanlardan ziyade dört ayaklı hayvanlara benzettiği için mektebine "Tıfıl Kovuğu" demişti. Kovuk İstanbul'un en meşhur bir müessesesi sayılırdı. Alafranga, gayri millî terbiye taraftarları çocuklarını hep buraya verirlerdi.. Zira Müfat Bey "Türk, Türklük" diye bir milletin vücudunu kabul etmiyordu. Millî terbiyenin en büyük aleyhtarı idi. Türk milliyetperverliğinin muhtelif cereyanları karşısında "din var, millet yok!" şiarlı bayrakların sallandığını görmüştü. Fakat Müfat Bey için şiar "din de yok, millet de yok" tu. Onun mefkûresi yalnız alafrangalaşmak taklit, Avrupalılara benzemekti, İstanbul gibi terakkiyi sever bir muhitte bu mefkûre çok terakki buluyordu. Kovuğun çocukları için en büyük küfür "Türk!" kelimesiydi. Bu kelime ile arkadaşına küfreden çocuk hemen mektepten kovulurdu. İşte Efruz Bey bu kadar büyük, bu kadar ilmî hareketin serdarı olan bu zata "Avrupa'da ne tahsil edeceğini" sormağa geliyordu. Arabadan inince kocaman duvarın dibinde hakikaten bir kovuğa benzeyen küçük kapının önünde durdu. Aralıktan baktı; karanlık bahçede muallimler, çocuklar geziniyorlardı. Yavaş yavaş; önüne çuha şalvarlı bir kavas dikildi. Elhamdülillah tabancasıyle yatağanı yoktu.

—    Ne istiyorsun?

—    Müdür beyi göreceğim.

—    Sen kimsin?

Efruz Beye bu kaba istintak dokundu. Acaba onu milliyetperver bir maarif müfettişi mi zannetmişti. Bu zannı düzeltmek lâzım geliyordu:

Ben Efruz Beyim..

—    Evet..

—    Kendisine haber verelim.

Zavallı Efruz Bey kırk dakikadan fazla bekledi. Çocuklar derse girdiler. Nihayet kavas geldi. Deminki muamelesinin aksine, çok nazikleşmişti:

—    Buyurunuz efendimiz, müdür beyefendi sizi bekliyorlar.

—    Haydi...

Efruz Bey kavasla yürüdü. Bu anî tahavvülün manasını bir türlü bulamıyordu, içinden: "Bütün insanlar ayrı ayrı bir muamma!" dedi. Rutubetten çürümüş, küflenmiş merdivenlerden geçtiler. Kavasın bir adım ilerleyerek açtığı geniş bir odaya girdi. Büyük yeşil çuha örtülü masanın kenarında Müfat Bey oturuyordu. Ayağa kalktı. Zairini selâmladı:

—    Buyurunuz, diye sağındaki küçük bir koltuğu gösterdi. Kendi de oturduğu sandalyeyi çevirdi. Efruz Beye, birkaç sene evvel bir konferansta takdim olunmuştu. Biraz gözü ısırdı:

—    Evvelden teşerrüf ettik galiba? — Estağfurullah, evet efendim.

—    Nasılsınız?

—    Çok şükür, iyiyim. Siz?

—    Biz de elhamdülillah..

Susuyorlardı. Efruz Bey bu kadar büyük, bu kadar âlim bir adamın kendisine söyleyecek bir laf bulamamasına şaştı. Şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Duvarlar meşhur büyüklerin resimleriyle doluydu. Bir köşede koca bir küre duruyordu. Kütüphaneler ağzı ağzına kitapla doldurulmuştu. Böyle bir odada oturan adam ömründe kitap açmasa âlim olabilirdi.

—    Siz Türkçü müsünüz?

Efruz Bey hemen protestoyu bastı:

—    Asla! Bunu kabul etmem efendim. Bendeniz de zatıâliniz gibi Türk milliyetperverliğinin aleyhindeyim.

—    Fakat Ocak'ta konferanslar verdiğinizi işitiyordum.

—    Veriyordum, fakat samimî değil._?

—    Orada da iktidarımı göstermek için.

Mahdumunuzu mektebimize mi vereceksiniz?

—    Hayır, benim mahdumum yoktur.

—    Kızınız var mı?

—    O da yok.

—    O halde ne arzu buyuruyorsunuz?

Efruz Bey birdenbire esas meselenin karşısında kalınca şaşırdı. Ellerini ovuşturdu:

—    Kendime ait bir şey sormaya gelmiştim.

—    Buyurunuz.

—    Bendeniz Avrupa'ya tahsile gidiyorum. Ne okuyayım ?

—    Ne okumak istiyorsunuz?

—    Daha bir şey tasarlamadım. Yaşım otuza yakın. Öyle bir tahsil istiyorum ki, gayet kolay olsun, kısa olsun. Hatta...

—    Hatta?

—    Kitap bile olmasın. Şöyle şifahî bir ilim! Zira gözlerim artık yoruldu. Müfat Bey gülümsedi. Mektepçi oldu olalı okumak istediği halde gözlerini yormaktan korkan, kitapsız ilim arayan bir adama ilk defa rast geliyordu. Şifahî bir ilim... Evet, gramofonlar bu kadar terakki etmemişti. Plaklar harikulade bir tekâmüle uğrayıp cilt haline geçirilirse okumadan âlim olmak mümkündü. Fakat Müfat Bey çok misafirperver olduğu için bir ilim âşıkını meyus bırakmak istemedi. Dünya bu... Aşıka maşuk mu bulunmaz!

—    En ziyade neye istidadın var? diye sordu. Efruz Bey için bu suale cevap vermek pek müşküldü:

—    Her şeye efendim.

—    Ama en çok neye?

Biraz düşündü. Onun her şeye en çok istidadı vardı. Şair, riyazî, musikişinas olduğu gibi ressamdı da...

—    Resme.

—    Resme mi? Çok iyi öyleyse. Elişlerine çalışınız.

—    Elişlerine mi?

—    Elbet, bu da bir ilim.

—    Fakat mekteplerde de okutulur mu?

—    Elbet, şimdi hemen her mektepte. Eskiden resim bile günahtı.

Çocuklar bir resim yaparlarsa yarın ahrette "bunun canını ver bakalım!" teklifine maruz kalacakları söylenirdi.

—    Demek elişleri bir ilim ha... Efruz Bey şaşıyordu.

Müfat Bey izahat verdi:

—    Elişleri sayesinde çocuklar küçükken büyüklerin yaptığı en mühim işleri öğrenirler, kurnazlaşırlar. Neyi tutsalar bir şeye benzetirler, kendilerinde beceriksizlikten eser kalmaz. "Oyun, mekteptir!" diyen feylesof çok haklıdır.

—    Elişi her çocuğa gayet az bir masrafla gösterilebilir. Biraz zamk, biraz kâğıt...

Müfat Bey, Efruz Beyin: "Aman efendim zahmet etmeyiniz, lütuf buyurunuz. Bendeniz pekiyi bilirim." demesine bakmadı. Kalktı, kütüphaneden birçok elişleri çıkarıp gösterdi. Elişlerinin bütün tarihini, mucidini, en muvaffak olan sanatkârları, fabrikaları, hepsini, hepsini anlattı, işte bizim memleketimizde hakkıyle elişlerine aşina kimse yoktur. Mademki Efruz Beyin istidadı vardı, o halde mutlaka elişlerine de istidadı olacaktı. Müfat Bey: "Elişleri muallimliğinin yanında Darülfünun müderrisliği, iptidaîye hocalığı gibi gelir!" diyordu.

Yarım saat sonra Kovuk'tan çıkarken Efruz Bey, âdeta bir elişi kahramanı, bir elişi fedaisi olmuştu. Evet, şöhrete, şaşaaya bakmamalıydı. Lafa lüzum yoktu, işe ihtiyaç vardı, elişine, elişlerine!

Efruz Bey bir türlü Avrupa'ya gidemedi. Zaten gidenler ne öğrenmişti? Yalnız kuru bir yaldız, iki gönül bir olunca samanlık nasıl seyran olursa, okuyan için de kitapları elde ettikten sonra kendi evi, kendi odası Haydelberg, Oxford, Sorbonne  olurdu! Efruz Bey elişlerine dair birçok modeller, kitaplar, metotlar getirtti, kütüphanenin bir tarafını atölye haline koydu.

—    Avrupa'ya gitmiş gibi üç sene sokağa çıkmayacağım, tahsilimi odamda ikmal edeceğim, diyordu.

Bununla beraber herkese kendini Avrupa'ya gitmiş bildirmek isterdi. Bir hafta tanıdıklarını ziyaret etti:

—    Size vedaa geldim.

—    Hayırdır inşallah... diye şaşıyorlardı.

—    Bir haftaya kadar Avrupa'ya gidiyorum.

—    Niçin canım?

—    Niçin olacak. Burada kalıp cehaletten patlayayım mı? Tahsile gidiyorum.

—    Ne tahsiline?

Efruz Bey yalnız tanıdıklarının bu sualine doğru cevap vermiyordu:

—    Gelince ne tahsil etmiş olduğumu görürsünüz, diyordu.

Efruz Bey ortadan kaybolunca dostları hep Avrupa'ya gitmiş sandılar. Eve uğrayanlara:

—    Londra'da... Mektup almadık! cevabı veriliyordu. Fakat Efruz Bey odasında, kitaplardan kurduğu darülfünunda iki aydan ziyade duramadı. Azıcık daha can sıkıntısından patlayacaktı. Nihayet kendini sokağa attı. Arkadaşları ona rast gelince şaşıyorlar:

—    O!.. Hoş geldin. Ama ne çabuk! diyorlardı.

—    Hoş bulduk.

—    Yahu kuş mu kaçırdın? Gitmenle gelmen bir oldu.

—    Kâfi!

—    Ne kâfi?

—    Tahsil için iki ay...

Sonra hepsine nasıl tahsil ettiğini, iki günde koca bir darülfünunun bütün imtihanlarını vererek diploma aldığını anlatırdı. Evet, Efruz Bey Avrupa'da pedagoji tahsil etmişti. Şimdi memleketin en büyük pedagoguydu, ilk hareketi mevcut pedagogları yıkmak oldu. Konferanslarında hiç ilimden, ıstılahtan bahsetmiyor, yalnız yeni meslekdaşlarına hücum ediyordu. Evvelâ Kovukçu Müfat'a saldırdı. Zavallı Müfat bunu görünce azıcık daha aklını kaçıracaktı. Gelip kendisinden elişinin ismini ömründe ilk defa işiten bu züppe onun ilmine, fazlına:

—    Şarlatanlık! diyordu.

Efruz Bey Müfat'ı yıkınca kargısında Terbiyeci İsmail Hakkı'yı buldu. Bu adamı tanımıyordu. Fakat darülfünunda falan dersleri olduğunu biliyordu. Onunla münakaşa güçtü. İhtimal bir pot kırabilirdi. İşi siyasete vurdu. Ortaya bir fikir fırlattı:

—    İsmail Hakkı  terbiyeci değildir!

—    Ya nedir? diyenlere:

—    Bir "nazariyatçı!" cevabını veriyordu. Hâlbuki asıl terbiyeci kendisiydi. Terbiye, nazariye demek değildi. Terbiye amelî idi. Evet, Efruz Bey terbiyenin nazariyelerinden hiç bahsetmemek için her konferansının nihayetinde:

—    Vallahi, billahi, tallahi, diye yemin ediyor; dinleyenleri de, nazariye söyleyenleri bir daha dinlememeleri için yemine davet ediyordu. Bu sayede İsmail Hakkı azıcık daha sâmisiz kalıyordu. Efruz Beyin "amelî terbiyeci" ligi bütün mahafilce duyuldu. Ne yapacağını söylemiyordu:

—    Ben, yaptıktan sonra görürsünüz! diyordu. Mektepçiler, terbiyeciler, muallimler, müdürler toplanıyorlar: "Acaba ne yapacak?" diye düşünüyorlardı. Efruz Bey susuyor, cevap vermiyor, esrarengiz niyetine dair tasavvur ettiği projeleri söylemeden dinleyenlere ihsas etmeye çalışıyordu. Bir gün:

—    Ben, Pastör'ün  yaptığını yapacağım. O, nasıl tıbbı değiştirmişse, ben de maarifi kökünden değiştireceğim, dedi.

Sonra ilâve etti:

—    Ama İsmail Hakkı falan gibi kitap içinde, kâğıt üzerinde değil... Amelî olarak, amelî... Amelî.. A....

Efruz Bey "terbiye mütehassısı" gibi önüne gelen resmî, hususî mektebe dalıyor, sınıfları geziyor; muallimleri, muitleri  lafa tutuyor, çıkıp giderken hepsine birer resimli kart yadigâr bırakıyordu. Kasımpaşa'da "Maşrık-ı Envar-ı Maarif-i Osmanî  mektebi en ziyade nazar-ı dikkatini celbeden bir müesseseydi. Müdürü tam filozof, malumatlı, kıymetli bir gençti. Uzun saçları eski redingotun yağlı yakasına dökülüyor, ona dünyadan vazgeçmiş sarhoş bir şair hali veriyordu. Mekteple uğraşalı Fransızcayı unutmuştu. Ona Efruz Bey ilk gördüğü zaman:

—    Hangi mektepten mezunsunuz? diye sormuştu.

—    "Mekteb-i Tabiat" tan!

—    Ne demek?

—    Yani kendi mektebimden! Ruso  gibi...

—    A.....

Efruz Bey bu cevaba bayılmış, içinden: "İşte emsalsiz bir adam. Meçhul bir dâhi!" demişti. İsmi pek uzundu: "Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî..." Amma herkes bu uzun ismi söylemiyor, yalnız "Müdür Bey" diyorlardı. Kupkuruydu. Koyu esmerdi. Köse olduğu için çok saçlarının altında yüzü daha minimini görünüyordu. Efruz Bey bu kıymetli gence meftunluğundan her gün mektebe gelmeye başladı. Onunla kafadaş oldular. Müdürün en bariz hasleti amelî olmasıydı. Hiç nazariyat bilmiyordu. Hatta:

—    Okumam efendim, diyordu, okutan okumaz!

"Okutan okumaz!" Efruz Bey bu hikmeti içinden tekrar ediyor, yine içinden "demek bende okutmak seciyesi daha galip!" hükmünü çıkarıyordu. Mektebin binası pek haraptı. Pencerelerin camları kâğıtlarla yapışıktı. Hele müdürün odası görülecek şeydi. Çökük bir yazıhane, duvarda büyük bir Alasonya  haritası...

Yazıhanenin karşısında eski bir kanape! Kanapenin üstünde Müşir Ethem Paşanın  Acem matbaalarında basılmış müthiş bir resmi!..

Efruz Bey bu kadar mükemmel bir adamın, bu kadar tahammül olunmaz çirkinlikler arasında nasıl oturduğuna bir türlü mana veremezdi. Bir gün:

—    Azizim Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî Bey, dedi. Ben, sizin iktidarınıza hayranım.

—    Tabiî.

—    Evet, tabiî olarak hayranım. Lâkin sizde bir noksan görüyorum.

—    Ne gibi?..

—    Bediiyata, bediî terbiyeye hiç ehemmiyet vermiyorsunuz.

—    A.....

Müdür bu laftan hiç bir şey anlamadı:

—    Bediiyat ne demek?

—    Estetik.

—    Maliye nazırı değilim ya... —• Ne demek?..

—    Öyle ya, estetikle maliye nazırları uğraşmalı. Bizim ne vazifemiz?.. Efruz Bey yine bir şey anlamıyordu. Bediiyat ile maliye nazırları niçin uğraşsın?

—    Fakat anlamıyorum.

—    A canım, şunu bunu rakamlarla cemedip rakam neticeler çıkarmak değil mi, bizim ne vazifemiz?

Efruz Bey gözlerini açtı:

—    Hayır canım.

—    Ya ne?

—    Estetik...

—    O da ne? Ayrı bir şey mi?

—    Bediiyat İşte...

—    Bediiyat ne efendim?_A

Efruz Bey, bakından' fakından karıştırarak bediiyatı tarif etti. Gaye: Güzellikti, insanın oturduğu, yattığı, okuduğu, hâsılı yaşadığı muhit güzel olmalıydı. Sonra samimî bir münekkit gibi mektebin haline geçti. Pisliğe itiraz etti. Yağmur günlerinde her taraf akıyordu. Sonra müdür odasının bu mobilyesizliğine geldi. O söyledikçe sıska müdür gülümsüyordu. Nihayet:

—    Görüyorum ki Efruz Bey, dedi. Siz de bütün iddianıza rağmen bir "nazariyatçı" siniz.

—    Neden bildiniz?

—    Söyledikleriniz hep nazariye mahsulâtı, hiç ameliyatla münasebeti yok.

Efruz Bey izah etmesini rica etti:

—    Lütfen.

—    Pekâlâ, evvelâ mektebe itiraz ediyorsunuz. "Niçin harap, perişan?" diye, değil mi?

—    Evet.

—    Size söyleyeyim. Ahalinin dörtte üçü fakirdir. Bunların çocukları yıkık, harap evlerde yaşadıkları için mahfuz, mükemmel mektepler sıhhatlerine dokunur.

—    Ya zengin çocukları?

—    Mektebin haraplığı onların istifadesine başka türlü hizmet eder.

—    Nasıl?

—    Eğer babalarından kalacak mirasları, hesapsız yerlerse en nihayet böyle harap binalarda soğuktan, rüzgârdan ıstırap çekeceklerini düşünürler, peşinen akıllanırlar.

Efruz Bey bu amelî felsefeye hayran kaldı. Müdür pisliğin faydasını da anlatıyordu.

Hıfzıssıhha kendimizi soğuktan, sıcaktan  hafaza değil, belki bu soğuğa, sıcağa alıştırma Bugün hastalıkların esası mikroptu, hastalıkdan korunmak için mikroplardan kaçmak  onlara alışmak, onlarla anlaşmak icabediyordu.Temizlik tabiatta vardı. Temizlik bid'at  icabı bir şeydi. Bütün hastalıklar medeniyetlerini temizlikle başlamıştı. Temizlik ne olduğunu bileyen iptidaî insanlar, bugünkü vahşîler niçin hastalanmıyorlardı?.. Çünkü mikroplarla, yani pisle ünsiyet peyda etmişlerdi.  Efruz Bey müdürün izahatını dinliyor, yakasındaki yağlara, kalıpsız fesindeki dört santimetre kadar yukarı doğru ilerleyen kirlere bakıyordu. Evet, bunlar ne basit hakikatlerdi! Fakat ne kadar orijinal, ne kadar yeni hakikatlerdi! Müdür pislikten sonra lüksün aleyhinde ağzını açtı, yumdu gözünü...

Dünyada felâketlerin en baş sebebi lükstü! Süslü ev, süslü esvap, süslü muhit... Bu süs iptilâsı insanları kudurtuyor, fakirlerin zenginler aleyhine kalkmasına sebep oluyordu! İhtimal bir gün bütün fakirler birleşecek, süse dair ne varsa ev, apartman, gazino falan... hepsini yağmaya verecekler, hepsini harap türap edeceklerdi. Mektepte mobilya aleyhtarlığını amelî bir surette tatbik etmişti. Muallimler adî hasır kahve sandalyelerinde oturuyorlardı. Pencerelerde tek bir perde yoktu. Mademki hava yahut ziya için açılmışlardı, bu menfezlere perde takmanın manası var mıydı?

Efruz Bey "Maşrık-ı Envar-ı Maarif-i Osmanî" müdürünün bu prensiplerini dinledikçe talihin kendisine daha bir arkadaş çıkardığına seviniyor, "İşte amelî terbiye ufuklarında benimle çalışabilmeye müsait bir arkadaş" diyordu. Evet, bu tam amelî bir adamdı. Şeniyeti olduğu gibi görüyordu. Ekseriyetin fakir olduğunu bildiği için bu fakirliğin de zenginleşmek arzusunu veren yegâne âmil bulunduğuna kanaat getirdiği için mektebi sefil bir dilenci kulübesi sisteminde tertip etmişti. Fakrin, zaruretin "ibretengiz" levhaları her köşede nazara çarpıyordu. En büyük buluşu "amelî adalet" ti.

Efruz Bey:

—    Bu ne?, diye sordu. "Amelî adalet" mi?

—    Evet. Gayet tabiî bir şey. Yani hakikî adaletin ta kendisi...

—    Aman izah ediniz. Müdür Bey:

—    Başüstüne, diye başladı, insanlar tabiati bozarak hayatı hafifleştirmek için kendi felâketlerini 'elleriyle hazırlamışlardır. Meselâ "hak, adalet" gibi tabirler uydurmuşlar, yaşayışın revişin-deki ahengi bozmaya kalkmışlardır. Sözde mücerret bir hak varmış. Asırlardan beri onu ararlar! Asırlar içinde; Nasrettin Hoca'dan başka "hakk" ı anlayan gelmemiştir.

—    O, nasıl anlamış?

—    Hikâyesini biliyor musunuz?

—    Hayır.

—    Bir gün Nasrettin Hoca, yolda birkaç çocuğun kavga ettiklerini görmüş.

—    Ey?..

—    "Niçin dövüşüyorsunuz?" diye sormuş; çocuklar da "Şuradan ceviz topladık. Pay edemiyoruz." demişler. Hoca: "Ben size pay edeyim mi?" diye sormuş. "Et" demişler. Fakat Hoca çocuklara tekrar "Hakça mı, kulca mı pay edeyim?" diye sormuş. Çocuklar düşünmüşler, hakça pay edilmesini istemişler. Nasrettin Hoca rastgele kimine bir, kimine üç, kimine beş ceviz vermiş. Geri kalanını da kendi heybesine doldurmuş.

—    Sonra!..

—    Sonra, çocuklar: "Bu nasıl pay, Hoca?" diye şaşırmışlar. Hoca: "Hakça pay buna derler. Rastgele! Kimine az, kimine çok, kimine hiç..."

—    Ey sonra?

—    İşte bu kadar... Yani müsavat hülyasının insanlara mahsus bir vehim olduğunu Hoca daha o vakit çakmış. Evet, tabiata bakarsak adaletin gayrı mantıkî bir fantezi olduğunu sarahaten görürüz.

İnsanların bir kısmı fakir, bir kısmı zengin, zenginlerin içinde hiç çalışan olmadığını, budalaların, aptalların ekseriyet teşkil ettiklerini düşünürsek, sâyin, zekânın ne kadar hayalî bir kıymeti olduğunu anlamakta bir güçlük çekmeyiz. Evet, saadet, felâket bir işin muayyen mukabili değil, öyle gelişi güzel üzerimize düşen, bir talihtir. Yegâne kanunu...

—    Nedir?..

—    Mantıksızlık! Azizim Efruz Bey, âdeta bütün hayat mantıksız bir temadidir.

—    Fakat...

Bu esnada müdür odasının tek kanatlı rezeleri kopuk kapısı açıldı. Kısa boylu, perişan, zayıf bir muallim içeri girdi, arkasında iki çocuk vardı. Bunlar ağlıyorlardı. Birisinin burnu kanıyordu.

Müdür sordu:

—    Ne oldu?.. Muallim:

—    Efendim, dedi. Bunlar hiç rahat durmuyorlar. Yine muslukların bağında kavga etmişler. Yetmiş altı, doksan ikinin burnunu kanatmış.

Artık bu efendilerden bıktık.

—    Ben onlara şimdi gösteririm, dedi. Sonra tekrar muallime emir verdi:

—    Sen git, bana muslukların civarında dolaşan "meccani”  lerden iki tane yakala, getir.

—    Başüstüne!

Muallim çıkınca, müdür çocuklara, kapının dışarısında adalete muntazır bulunmalarını söyledi. Odada yalnız kalınca, Efruz Beye döndü:

—    Tam tesadüf! İşte şimdi size amelî adaleti göstereceğim...

—    Nasıl?

—    Göreceksiniz. Sabrediniz.

—    "Meccani"ler kimler?

—    Maarif yüzde yirmi talebeyi ücretsiz okutmamızı şart koymuştur. Her sınıfta birkaç tane "meccani" vardır. Bunlar mektepte ayrı bir cins teşkil ederler. Hani Hindistan'daki paryalar gibi.

—    Ey?..

—    Ben mektepte ne vukuat olursa cezalarını meccanilere veririm.

Efruz Bey âdeta galeyan etti:

—    Bu olur mu ya? Bu olur mu ya?

—    Mis gibi... Cızıltıya meydan vermez. Malûm ya, mektepte dayak resmen yasaktır. Hâlbuki bu dayak müessesesi cennetten çıkmıştır. Kim ne derse desin onsuz terbiye olmaz. Tabiî bizim mektepte de resmen dayak yok... Amma "meccani"ler müstesna. Onlar şikâyet falan edemezler, hemen kovarız. Kim ne yaparsa dayağı "meccani"ler yerler. Kabahatli çocuklar "meccani"lerin yediği dayaklardan ibret alırlar.

—    Fakat...

—    İşte amelî adalet, azizim.

—    Ama "meccani"lerin kabahati yok ki...

—    Olmasına hacet yok ki... Maksat ibret için •ceza...

—    Fakat...

Efruz Bey itirazına devam edemedi. Muallim iki çocuk daha getirmişti. Bunlar hemen yalınayak, başıkabak denecek derecede perişan kıyafetteydiler. Müdür Bey:

—    Çağır öbürlerini de...

—    Başüstüne!

Kavga eden çocuklar da içeri girdiler. Müdür ""meccani"lerden birisine sordu:

—    Muslukların başında ne arıyordun sen?

—    Su içmeye gitmiştim.

—    Zehir iç, şimdi görürsün. Meccanilerden ikincisine döndü:

—    Ey sen? Sen ne arıyordun orada?

—    Hiç!..

—    Vay, inkâr mı ediyorsun?

—    Hayır efendim.

—    Söyle öyleyse...

—    Geçiyordum.

—    Geçecek başka yer yok muydu?

Zavallı çocuk titriyor, bir cevap bulamıyor, önüne bakıyordu. Müdür Bey yazıhanesinin altından bir değnek çıkardı... Ayağa kalktı. Bütün kuvvetiyle bu iki "meccani"yi dövmeye başladı. Çocuklar ağlıyorlar, kollarını yüzlerine siper ediyorlar:

—    Aman Müdür Bey, affediniz Müdür Bey! diye yalvarıyorlardı. Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî Bey, hakikaten gazaba gelmişti. Efruz Bey bile müdahaleden korktu. Zayıf tüysüz çehresinde deminki donuk gözleri büyümüş, parlamış, birer alev parçası olmuştu, iyice dövdüğü çocukları tekmeleyerek dışarıya attı. Sonra asıl kabahatlilere:

—    Gördünüz ya... Bir daha yaramazlık ederseniz sizi de böyle döverim, dedi.

Muallimle onlar da odadan çıktıktan sonra tekrar yazıhanesinin başına oturdu. Hâlâ soluyordu. Efruz Bey şaşırmış, bembeyaz kesilmişti. Kabahatsiz çocukların acıklı feryatları onu müteessir etmişti. Dayanamadı

—    Bu "amelî adalet" hiç bir şeye benzemiyor,, dedi.

—    Ne diyorsunuz?

—    Evet, hiç bir şeye benzemiyor.

—    Siz azizim Efruz Bey, nazariyatçısınız.

—    Hâşâ...

Efruz Bey "nazariyatçı" ithamına çok kızardı.

—    Evet, nazariyatçısınız.

—    Niçin?

—    Çünkü amelî kaidelere akıl erdiremiyorsunuz.

—    İzah edin, rica ederim.

—    Şimdi ben "meccani"lerden birini dövdüm» Pekâlâ! Farz edin ki onlar kavga etmişler...

—    Farz olur mu ya?..

—    Olur ya. Cebir, riyaziyat, ciddî, esasî ilimler hep faraziyat değil mi? Faraziye hakikatin annesidir.

Efruz Bey bunu reddedemedi.

—    Evet, farz ediniz "meccani"ler muslukların başında birbirleriyle kavga ettiler. Birisinin burnu kanadı. Vakıa bu bir faraziye! Amma nasıl bir hakikat doğuracak?

—    Ben onlara sopayı çektim. Asıl kabahatliler bunu gördüler. Şüphesiz ibret aldılar. Hiç olmazsa kendilerinin lâyık oldukları cezanın ne olduğunu anladılar.

—    Doğru.

—    Hâlbuki mektepte dayak yasak.'

—    Evet..

—    "Meccani"lere gelince.. Kimsenin aldırdığı yok. Onların sayesinde "dayak" müeyyidesi mektepte zararsızca yaşatılabilir.

—    Vakıa doğru...

—    Hele şöyle azizim, "Amelî adalet" e akıl erdirebildiniz mi?

Vakıa Efruz Bey buna hiç akıl 'erdirememişti. Fakat bunu söylemek izzetinefsine ağır geldi. Gayri ihtiyarî:

—    Evet, dedi.

Böyle her gün, Efruz Bey Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî Beyin hakimane hareketlerini gördükçe bütün büyük adamların meydanda değil, gölgede saklı olduklarına kanaat getiriyordu. Lüksün aleyhinde olduğu halde odasında Ethem Paşanın o berbat resmiyle Alasonya'nin topoğraf haritasını bulunduruşuna bir türlü mana verememişti. Bir gün bunu da sordu.

Müdür:

—    Bundaki manayı anlamayışına teessüf ederim, cevabını fırlattı. Zaten cümleleri, hele hitap halindeki lafları pek ağır, pek şiddetliydi. Efruz Bey bediiyat prensiplerinden kendine bir siper yapmaya çalışarak tekrar sordu:

—    Duvardaki levhalardan maksat sırf bir ziynet, bir süstü. Haritaya gelince, onda da bir kaide olmalı. Ethem Paşanın şu resmi son derece fena. Ne o öyle, atı şaha kalkmış, harpte başkumandanın böyle bir mevkide bulunması mümkün değil. Alasonya haritası ise küçücük bir kazayı gösteriyor. Ne faydası olabilir?

Müdür güldü:

—    Hep nazariye, hep nazariyat! dedi. Azizim Efruz Bey, senin ne vakit amelî düşündüğünü göreceğim?.

—    Canım bunda amelîlik, nazarîlik var mı?

—    Var ya?..

—    Neresinde?

—    Sorduğun şeyler hep nazariye.

—    Pekâlâ, bunların amelî bir cevabını veriniz bakalım...

—    Vereyim. Bizim millî ressamımız, hatta millî dâhimiz meşhur Hulusi Efendi dir! Bu levha da onun eseridir. Milletin ruhunu tanır, millet nasıl isterse öyle yapar. Cahil olmadığı için tabiî bir başkumandanı, maroken koltuğa kurulmuş ağır bir perdenin altında yapamaz. Münevverler hâlâ Avrupa taklidi eserleri sanat tanırlar. Cahilliklerinden... Ahaliden kim on para verse onların resimlerini alır. Hâlbuki Anadolu'ya falan gitmeye hacet yok, İstanbul'un kahvelerini gez. Hepsinde Hulusi Efendinin bir eserine mutlaka rast gelirsin.

Bu ressam o kadar amelî bir dâhidir ki gözü, karıncayı yormamak için resimlerinin altına ne olduğunu yazar. Topun altına top. Geminin altına gemi. Şimendiferin altma şimendifer... Efruz Bey dayanamadı:

—    Ya Alasonya haritası? dedi.

—    Bunu İşte anlamamak pek büyük bir ayıp. Dünyada son zaferimizin geçtiği yer! Yanya, Alasonya,  Mohaç'tan, Çaldıran'dan, Kosova  meydanından mühimdir.

Efruz Beyin dudakları titredi:

—    Doğru.

—    İşte Hulusi Efendinin eseriyle topografya haritasının manası!

—    Hakikaten siz gayet mühim bir şahsiyetsiniz, azizim Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî Bey...

—    Hüsnü teveccühün demeyeceğim. Bu memlekete göre hiç şüphesiz en büyük bir adamım.

Efruz Bey kendi meziyetlerinin azameti için muhiti de kabul etmediği için arkadaşının bu tevazuunu lüzumsuz buldu:

—    Estağfurullah... Estağfurullah...

Sonra uzun bir hasbihale başladı:

—    "Ah bu memleket..."

.... Evet, bu memleket kördü. Hiç doğruyu görmezdi. Meselâ, hâlâ mektepler binaların içindeydi. Hâlbuki medenî memleketlerde... Müdür, küçük gözlerini Efruz Beye kaldırdı:

—    Medenî memleketlerde mektepler binaların içinde değil midir?

—    Değildir ya...

—    Ya nerededir?

—    Açıkta...

—    Açıkta mı?

—    Evet...

—    Doğru mu söylüyorsunuz?

—    Şüphe mi ediyorsunuz?

—    Yok, fakat...

—    Gözümle gördüm.

—    Yaz, kış mı açıkta?

—    Yaz, kış...

—    Nasıl?

Efruz bey, asılsız tafsilâta başladı mı coşardı:

—    Açık hava mekteplerini işitmediniz mi?

—    Senden bir kere duydum sanıyorum.

—    Evet, Avrupa'da açık hava mektepleri vardır. Tabiî papaz mektepleri falan buradaki gibi hâlâ binalar içinde... Fakat yeni terbiyeyi, yani teşebbüs-ü şahsîyeyi Anglosakson terbiyesini kabul eden kaya mektepleri hep açıktadır.

—    Kaya mektepleri ne demek?

—    Ekol do roş... Yani, kayalar üzerinde ders okunan mektep.

Mesele mühimdi. Müdür masanın başından kalktı. Efruz Beye daha ziyade yaklaşmak için önüne gitti.

—    Kayalar üzerinde mi?

—    Evet...

—    Niçin kayalar üstünde?

—    Pek, basit, çünkü rutubet yoktur. Kaya nakil olmadığı için yazın soğuk, kışın sıcaktır. Adeta Allah'ımızın bir kaloriferi...

—    Rica ederim Efruz Bey, bu açık hava mekteplerine dair tafsilât ver.

Çok mühim buluyorum.

—    Başüstüne...

—    Buyur!

Efruz Bey, tam bir buçuk saat buyurdu. "Maşrık-ı Envar-ı Maarif-i Osmanî" mektebinin mühürü öğrendi ki açık hava mektebi ilk insanlar gibi çocukları tabiî hayata alıştırmak için kurulmuş ilmî bir müessesedir. Yaz, kış, gece gündüz, muallimler, talebeler, hepsi hayatlarını kırlarda geçirirler. Okumak yazmak pek az! Yalnız ekip biçmek! Yol yapmak! Kanal açmak! Köprü kurmak! Nadas etmek! Hayvan yetiştirmek! Tavukların dil altlarını çıkarmak! Beygirleri nallamak! Güzel üvendire kullanmak! Falan filan...

Efruz Bey de ayağa kalktı.

İki şahsiyet karşı karşıya geldi, birbirlerinin gözlerine baktılar. Sıska müdür:

—    Ne duruyoruz? dedi.

—    Bizim gibi ilmî inkılâpçılara bu miskinlik yakışmaz.

—    Efruz Bey başını salladı:

—    Doğru, yakışmaz.

—    O halde ne duruyoruz?

—    Ne duruyoruz?

—    Yarından tezi yok. Hemen açık hava mektebini bu memlekette tesis edelim.

—    Edelim...

—    Hazırlığa falan...

—    Ne lüzum var, ne vakit.

—    Fakat...

Çocukların anası, babası duyarsa ihtimal razı olmazlar.

—    Sanki bir tenezzühe çıkıyormuşuz gibi kalkar, buradan gideriz. Bir daha gelmeyiz. Bizi kırlarda kim arayıp, kim bulacak?

—    Fakat...

—    Fakati, makatı yok... diye Efruz Bey, müdürün bütün tereddütlerini gevşetti. Hademeye falan da lüzum yoktu. Meccaniler hademelik edeceklerdi. Tedris ücretlerine gelince, kırda, açık hava mektebinde tesis olunacak çiftliğin varidatı milyonları bulacaktı, ihtimal talebeler aldıkları yüksek yevmiyeleri ailelerine gönderebileceklerdi. Efruz Bey zengin hayalinden açık hava mektebinin kârlarına dair tafsilât verdikçe müdürün küçücük dar muhayyileciği genişliyor, kocaman bir göl oluyordu. Saatlerin geçtiğini duymadılar. Masanın başına oturdular. Planlar çizdiler, yarın sabah çocuklar, bir günlük yemekleriyle beraber mektebe geleceklerdi.

Sonra erkenden Köprü'ye  gidecekler, vapurla Haydarpaşa'ya geçecekler, daha sonra öğleye kadar cebrî yürüyüşle  Maltepe'yi  tutacaklardı. Sonra?

Efruz Bey:

—    Sonra, diyordu, ertesi gün sabaha karşı bir mavna ile doğru Hayırsızada'ya...  Tabiî ilk Türklerin Gelibolu'ya çıkışları gibi!

Orada tabiatla yalnız kalacağız! Mücadele başlayacak. Angtosakson terbiyesi başgösterecek, her çocuk bir Robenson... Biz de birer Robenson! Müdür:

—    Ya ekmek? dedi.

—    Düşündüğü şeye bak. Acıkan ekmeğini taştan çıkarır.

—    Bu doğru; fakat su?

—    Zannederim ki Hayırsızada'da su vardır. Arayıp bulacağız, bulamazsak...

—    Ne yaparız?

—    Deniz suyundan tatlı su çıkarırız.

—    Nasıl?

—    İngiliz tayfalarının yaptıkları gibi.

Her şeyi müzakere ettiler. Artık mektebin akşam tatil zamanı yaklaşıyordu. Efruz Bey bir şey teklif etti. Bu açık hava mektebinin tesis şerefini yalnız "Maşrık-ı Envar-ı Maarif-i Osmanî" müdürüne bırakmak istemiyordu.

—    Ortaklaşa! diyordu.

—    Fakat nasıl?

—    Ben mektebin resmen ders nazırı olayım. Salâhiyetim sizinkiyle müsavi olsun.

—    Bir görevde iki baş olur mu?

—    Olur...

—    Nasıl?

—    Fevkalâde ejderhalarda olduğu gibi.

—    Ejderhaların masallarda kuvveti hep, yedi sekiz başlarından ileri gelir.

Müdür düşündü, taşındı:

—    Bu olamaz, Efruz Bey! dedi..

—    Olamaz mı?

—    Olamaz.

—    O halde ben yalnız başıma bu mektebi tesis ederim...

—    Talebe bulamazsın.

—    Bana iki çocuk kâfi..

—    Onu da bulamazsın.

—    O halde?

—    Gel beraber yapalım, ittihattan kuvvet doğar.

—    Ben de bu fikirdeyim. Fakat salâhiyetim olmazsa...

—    Resmen olmasın da... Hususî, ne istersen yap...

Efruz Bey düşündü. Bir kere koloniyi teşkil ettikten sonra müdürü aldatmak kolaydı. Bir ihtilâl kâfiydi. Hatta icap ederse denize bile attırır, her türlü! münasebetsizlikten birdenbire kurtulabilir. Vâsi, fakat hususî bir salâhiyetle mektebin nazırı oldu. Müdür:

—    Çocuklar gitmezden evvel seni takdim edeyim, dedi.

—    Muallimler nerede?

—    Mektepte yalnız bir muallim var.

—    Bir muallim mi?

—    Evet..

—    Eh, kaç sınıf var?

—    Yedi...

—    Diğer muallimler nerede?

—    İkisi hasta. Üçü izinli. Biri tebdilhavah... Altısı da mazeretli olmalı. Bugün gelmediler.

—    Bir muallim yedi sınıfı nasıl okutuyor?,

—    Geriye kalan altı sınıf müzakere eder. Eski derslerini pişirirler.

—    Çok iyi, zaten açık hava mektebinde eski muallimleri kullanmayız.

—    Ben yeni muallim almam. Bu, bir prensip meselesi.

—    Hayır canım, hiç muallim almayacağız. Bir ben kâfi. Ben her şeyi öğreteceğim.

—    Teşekkürler...

Müdür için için seviniyor, neşesini saklayamıyordu. Evvelâ mektep kirasından, sonra da muallim ücretinden kurtulacaktı. Dışarı fırladı. Çocuklar da dersten çıkmışlardı. Trampeti vuran hademeye:

—    Çabuk muallim beyi gönder. Efendiler çıkmasınlar. Beklesinler. Divan var! dedi.

Oda kapısında bekledi. Yan gözle içeriye bakınca yüreği hop etti. Efruz Bey kendi makamına oturmuştu. Dalgındı. Gözlerini sanki Ethem Paşanın şaha kalkmış küheylânına dikmişti. Acaba bu büyük şahsiyetin yanında kendi varlığı sönecek miydi? Müdür bunu muhakeme edemeden çağırılan muallim gelmişti.

-— Divan var, çocukları toplayınız.

—    Başüstüne.

—    Amma, çabuk..

—    Bir dakika...

Yıkık binanın alt kamdan kulakları paralayacak derecede şiddetli gürültü yükseliyordu. Çocukların en kızdıkları şey bu divandı. Müdürün yarım saat gevezelik edip kendilerini sokağa çıkmakta geç bırakmasını bir türlü çekemezlerdi. Zayıf muallim, müdür beye, çocukların hazır olduklarını söylediği zaman, bu gürültü daha ziyade azıtmıştı. Sokak kapısını kilitleyip önünde bir put gibi duran kapıcının etrafında çocuklar, Karagöz'deki "Başlar mısın, başlayalım mı?" bestesiyle bağrışıyorlardı:

—    Açar mısın, açtıralım mı?

Müdürle Efruz Bey eski konaklarda "ev altı" denilen bu loş meydana gelince gürültü birdenbire durdu. Müdürün ince, keskin, madenî sesi öttü:

—    Efendiler! Şimdiden sonra ders nazırınız Efruz Beyefendidir. Size takdim ederim.

Onun sayesinde neler öğreneceksiniz, neler...

Evvelâ o, sizi yoran, gözlerinizi ağrıtan kitaplar kalkacak, hiç kitapsız okuyacaksınız.

Deminden binayı yıkacak gibi haykıran çocuklar şimdi, hayretten nefes bile alamıyorlar, işittiklerine inanmıyorlardı. Kitapsız ders. Bu ne saadet! Gayri ihtiyarî itiraz ettiler:

—    Şaka ediyorsunuz?

—    Şaka mı?

—    Şaka... Şaka...

—    Müdürünüzün şimdiye kadar bir defa olsun şaka ettiğini gördünüz mü? Ciddî söylüyorum. Efruz Beyefendi kitapları, defterleri, kâğıtları, kalemleri, hatta siyah duvar tahtalarını, tebeşirleri, hepsini kaldırıyor. Artık vazife falan da yazmayacaksınız...

Çocuklar sevinçten uğulduyorlar:

—    Şaka...

—    Şaka...

—    Şaka söylüyorsunuz! diye haykırışıyorlar-dı. Müdür Bey uzun uzadıya, izahat vererek hepsini inandırdı. Mektep yeni terbiye usullerini kabul ediyordu.

Bu yeni usul hayat içindi. Hayatta kitabın ehemmiyeti yoktu. Kalkan yalnız kitap, yalnız okuyup yazmak, yalnız ezberlemek değildi...

Başka...

Çocuklar, tekrar:

—    Ne? Ne? Müdür Bey, ne? diye bağırıştılar.

—    Evet, Efruz Beyin sayesinde mektepten "ceza" da kalkacak, herkes müsavi. Meselâ ben de sizin gibi olacağım. Artık bana selâm vermeye mecbur değilsiniz. Hepimiz müsaviyiz. Muallimler size karışmayacak. Size kimse karışmayacak. Hatta ananız, babanız bile... İstediğinizi yapacaksınız...

—    Yaşasın Efruz Bey!

—    Yaşasın!...

Çocuklar öyle müthiş bir gürültü ile alkışlıyorlardı ki... Efruz Bey gayri ihtiyarî ilk hürriyet günlerini hatırladı. Müdürün yanında ayakta duruyordu. İki ellerini yukarı kaldırdı. Alkışçılara karşı:

—    Söz isterim, söz isterim! diye haykırdı. Kendilerine tasavvur edebilecekleri en büyük

saadeti getiren bu halaskarı çocuklar dinledi. O müthiş gürültü birdenbire kesildi. Efruz Bey nutkuna başladı:

—    Arkadaşlar! Evet, size "arkadaşlar!" diyorum. Çünkü benim talebem değil, arkadaşımsınız. Talebelik, muallimlik, amirlik, madunluk, büyüklük, küçüklük bugün öyle şey yok. Sabık müdürünüzün söylediği gibi, herkes müsavi...

Müdür birdenbire sarararak, Efruz Beyin sözünü kesti:

—    Sabık değil, hâlâ müdürünüz benim... Efruz Bey:

—    Hayır, sabık! diye devam etti. Hiç müdüre bakmıyor, doğrudan doğruya çocuklara hitap ediyordu.

".... Müdürünüz, eskiden müdürünüzdü. Kendisinin belki haberi yok.

Şimdi o sizin müdürünüz değil. Nihayet bir arkadaşınız. Artık kendisine "Müdür Bey" demek bir hakarettir.

—    Demeyiz... Demeyiz...

—    Evet, doğrudan doğruya ismini söyleyiniz. Fakat ismi de çok uzun!

Mehmet Mustafa Tahsin Nida"!.. Adeta dört kişilik bir isim!

Evvelâ bu arkadaşınızın ismini kısaltmalı. Bu acele çocukları çıldırttı:

—    Kısaltalım.

—    Kısaltalım.

—    Nasıl kısaltalım?

Müdür sapsarıydı. Gürültü o kadar şiddetli, Efruz Beyin tesiri o kadar kuvvetliydi ki...

İçtimai dağıtmaya cesaret edemedi. Yalnız bir kâbus içinde gibi dinliyordu

—    Bana kalırsa ona "Mistik" diyelim. Bu muhacir ismidir. Bu suretle vatanperverliğimizi, hamiyetimizi de göstermiş oluruz.

—    Mistik...

—    Mistik... Hey Mistik, diye bir gürültü koptu. Bu ismi herkes beğeniyordu.

Mustafa Mistik, Arabaya kıstık...

Efruz Bey, müdürün ismini düzelttikten sonra programa geldi:

—    Arkadaşlar! Yarın hepiniz daha güneş doğmazdan bir saat evvel buraya geleceksiniz, kitap falan getirmeyiniz. Yalnız bir günlük yiyecek... Ekmek, zeytin, peynir falan... Yarın ilk defa açık hava dersine çıkacağız. Gevezelik edip de evde ailenize bir şey söylemeyiniz.

—    Söylemeyiz... Söylemeyiz...

—    Haydi bakayım. Tabur mabur istemez, serbestçe dışarı çıkınız, paydos! Kapıcı anahtarı güç çevirdi. Bir çocuk tufanı taştı. Civardaki evler, yangın var, sandılar. En ziyade azanlar "Meccani"lerdi. Kapıdan çıkarken:

—    Allaha ısmarladık Mistik! diye bağırıyorlar, bazıları bu vedaı:

—    Çiroz Mistik!

Kitabiyle tamamlıyorlardı. Efruz Beyin on dakikalık telkiniyle eski zaptın, raptın, kaidelerin, nizamın, intizamın bir anda yıkıldığını gören müdür birdenbire ürktü. Gözlerini açtı. Ev altında çocuk kalmayınca Efruz Beye döndü:

—    Fakat azizim. Biz bunları zaptedemeyiz...

—    Niçin?

—    Böyle müsavat falan yapacağını bilmiyordum.

—    içeride konuşmadık mıydı?

—    Konuştuktu.

—    O halde artık itiraz etmezsiniz. Çünkü kabul ettiniz sayılır.

—    Fakat...

—    Fakat...

—    Evet, Mistik, görüyorum ki sen hürriyetten korkuyorsun. Çocuklara tabiî hürriyetlerini, tabiî zevklerini verince taştılar. Gürültüye başladılar. Bu, İşte onların "hayatiyet"leridir. Bu hayatiyet eski batıl itikatlarla bağlı duruyordu. Hiç istifade olunmuyordu. Şimdi onların hürriyetleri olacak. Hayatiyetlerini istedikleri gibi izhar edecekler. Bak bu -aşkın çocuklardan ne harikalar doğacak! Ne kadar dâhiler çıkacak.

Müdür ürkmüştü. Cevap veremiyordu. Beş dakikalık hürriyetin artık önüne geçilemeyeceğine kaildi. Kendine "Mistik" diye haykıran talebelere artık talebe namı verilemezdi, İşte on senelik mektep birdenbire yıkılmıştı. İçinden: "Ne yaptım da o adama kandım?" diyordu.

Efruz Bey dalgınlığından onu uyandırdı:

—    "Yanlış bir şey yemiş ispinoz gibi ne düşünüyorsun Mistik? dedi.

—    Hiç...

—    Cesaret, haydi hazırlan. Bu gece mektepte yat. Ben de gece yarısı geleceğim. Yarın ileri...

Ok yayından çıkmıştı. Zaten artık geri dönülemezdi. Zavallı Mistik:

—    Pekâlâ, yarın erkenden... diye başını salladı. Hele bu kısalmış ismi kendine ağır bir hakaret gibi geliyordu. Efruz Bey bu kendi eseri olan ismi sık sık tekrarlıyor, ne bey, ne efendi ilâve ediyordu.

Mistik zihninden: "Bari Mistik Bey" dese fikrini geçirdi. Hatta yüzünü kızarttı. Bu arzusunu söyledi. Efruz Bey bir kahkaha attı:

—    Azizim Mistik! Sen gayet mahdut bir adammışsın. Seni de açık hava mektebinde müsavata, hürriyete, yani demokrasiye alıştıracağım. Deli mi oldun? Hiç "Mistik Bey!" denir mi? Bu ismin tabiatında, âhenginde, telâffuzunda bile demokratlık vardır. Bey, paşa, efendi, ağa gibi elkapları kabul etmez.

Efruz Bey hakikaten gece yarısı "Maşrık-ı En-var-ı Maarif-i Osmanî" mektebine geldi. Kapıyı vurdu. İçeride galiba kimse yoktu. Cevap veren olmadı. Mehtap her tarafı aydınlatıyordu. "Biraz gezeyim, düşüneyim!" diye Kasımpaşa'nın sakin sokaklarına daldı. O da annesine üç sene için veda etmişti. Nereye gittiğini inat etti, söylemedi. Evet, üç sene, Hayırsızada'da büyük bir müstemleke yaratacaktı. Fakat vaktiyle İstanbul'da toplanıp oraya sürülen köpeklere dair duyduğu şeyler müthişti !, Bu hayvanlar aç kalınca birbirlerini yemeğe başlamışlar, en kuvvetlileri zayıfları yiye yiye azarak yırtıcı bir sürü olmuşlardı. Hatta denizlerde yüze yüze civardan geçen sandallara yaklaşıyorlar, içindekileri kaparak çatır çatır yiyorlardı.

Çocuklarla buraya çıkınca, mutlaka bir muharebe lâzımdı. Muharebe için de silâh! Silâhı nerde bulacaktı?

Fakat ihtiyaç her şeyi insana buldurur. Efruz Bey gülümsedi. "Buldum, buldum!" dedi.

Talebeleri silâhlandırmak için bir şişe "kloroform" kâfiydi. Küçük bir şişe kloroformla bir tabur teşkil edebilmek!.. Gülümsedi. Kendi kendine söylenmeğe, konuşmağa başladı:

"— Dâhiyim desem, herkes güler.

"— Hâlbuki...

"— Kim bir mecidiyelik kloroformla bin liralık silâh elde edebilir?

"— Şüphesiz, hiç kimse?

"— Ben yapacağımı söylesem...

"— Gülerler.

"— Ah budalalar.

“— Evet, bir gişe kloroform..."

Fakat bu şişeyi nerede bulmalıydı! Vakit geçirmeğe gelmezdi. Cebinde meşhur Doktor İsa Nazım'ın, annesine verdiği bir reçete vardı. Onu çıkardı.

Yazısını taklit ederek, imzasının üstüne "Kloroform" yazdı. Ay aydınlığında reçeteye dikkatli dikkatli baktı. Sahtekârlığı fark olunacak gibi değildi. Başladı, bir eczahane aramağa...

Rast geldiği bekçilere soruyor:

— Aşağıya in!

Cevabını alıyordu. Efruz Bey aksine yukarı çıktı. Perapalas'ın dibinden geçti. Koca Beyoğlu mehtapta sarhoş olmuş gibi uyuyordu.

İçinden: "Üç sene sonra benim müstemlekemin yanında köy halinde kalırsın!" dedi. Camekânında aydınlık gördüğü bir eczahaneye daldı. Kapının gürültüsünden uyanan çırak sersem bir tipti. Reçeteyi okudu. Hiç şüphelenmedi. Efruz Bey onun şüphesini bütün bütün gizlemek için: 

— Aman çabuk, bütün doktorlar evde bir ameliyat yapacaklar! dedi. Pamuk da aldı. Şişeyi cebine koyunca azıcık daha muvaffakiyet neşesiyle bir nâra atacaktı. İşte silâhlarım hazırlamıştı...

* * *

O daha adaya çıkar çıkmaz "kloroform" kullanmaya hiç hacet kalmamış, bütün sürgün köpekler sanki manyetize olmuş gibi iki geceli dizilmişler, salta durarak dillerini çıkarmışlar, onu ve talebesini büyük bir memnuniyet ve hürmetle karşılamışlardı.

Efruz Bey Hayırsızada'da "Açık Hava Mektebi" müessisi olarak kalmadı.

Adeta orada bir hükümet, bir müstakil prenslik kurdu. Adanın en tepesinde beş metre genişliğinde, dokuz metre uzunluğunda tanı yedi renkli bayrağı dalgalanıyor, gürbüz açık hava mektebi talebesi sahillerde çardakların altında yan gelip yatıyorlar, denize giriyorlar. Adanın kendine mahsus motorbotları vızır vızır İstanbul'a martı yumurtası taşıyor. Hayırsızada birdenbire en hayırlı ada olarak Efruz Beyle tebaasına nihayetsiz servetler temin ediyordu.

Bir gün Efruz Bey adanın en tepesine alacalı bayrağın dalgalandığı yere çıktı. Oturdu. A, ne oluyordu. Ada birden büyümeğe, şişmeğe başladı. Efruz Bey bağırmak istedi. Fakat sesi çıkmıyordu. Toprak beraber yükseldi, yükseldi, yükseldi. Belki Hazreti İsa'nın haram ettiği dördüncü kat göğe vardı. Birden başına gayet ıslak bir şey dokundu...

Gözlerini açtığı zaman, beyaz gömlek giymiş genç bir doktorun başucunda alnına ıslak soğuk bezler sarmakla meşgul olduğunu gördü. Kımıldamak istedi. Fakat her tarafı külçe olmuştu.

Yavaş yavaş hatırlar gibi oluyordu. Hain müdür onu aldatmış, ne kendisi gelmiş, ne de çocuklardan kimseyi yollamıştı. Fakat Efruz Bey azimkârdı. Fikret'in:

"Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin!" 

Mısraına iman etmişti. Bir sabah erkenden vapura binmiş, Kınalıada'ya (2) geçmiş, yanına öteberi de almıştı. Akşama kadar tepeden dürbünle Ha-yırsızada'yı tarassut etmiş, geceyi otelde geçirmişti.

(1)    Tevfik Fikret'in Halûk'un Defteri adlı kitabındaki Bir Tasvir Önünde şiirinin bir dizesi.

(2)    Kınalıada:    Marmara'da İstanbul'a en yakın ada.

Sabahleyin arka tarafta, in cin olmayan bir yerde boş bir sandal bulmuş, hemen içine atlamıştı.

Bundan ötesini bir türlü tahattur edemiyordu...

Şimdi bulunduğu yer "Yalova" idi. Demek bir felâkete uğramış, dalgalar onu istemeye istemeye Yalova sahasına götürmüştü. Fakat hayır, büyük işler yapmak, meşhur olmak emelindeydi. Her zaman olduğu gibi, düşünmeksizin aklına bir şey geldi. Buradan hemen İstanbul'a dönmek, oradan Yunanistan'a, Akropol'a(1) gitmek, sanat, edebiyat hocası olmak... Oooh, bu ne ilâhî bir mefkûreydi: Karyolasının içinde çırpınmaya başladı. Akropol'a, Akropol'a!..

Genç doktor hezeyanın yeniden başladığına sahip olmuş, Efruz Beyin alnına taze taze ıslattığı bezleri sarmaya çalışıyordu.

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi