Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

VEROÇKA-ANTON ÇEHOV

İvan Alekseyiç Ognev o ağustos akşamı camlı kapıyı gürültüyle açışını, evin önündeki sahanlığa hızla çıkışını hâlâ anımsar. Sırtında hafif pelerini, başında geniş kenarlı hasır şapkası vardı. Şimdi bu şapka çizmeleriyle birlikle toztoprak içinde, karyolanın altına atılmıştır. Bir elinde kocaman kitap-defter paketi, öbür elinde ise kalın, budaklı bir sopa tutuyordu.

Yolunu aydınlatmak üzere elinde lamba, yaşlı ev sahibi Kuznetsov dikiliyordu kapının arkasında. Dazlak kafası, uzun bembeyaz sakalı, kar gibi pike çeketiyle orada babacan bir tavırla gülümsüyor, başını sallıyordu.

Ognev;

—Hoşça kalınız, beybaba! dedi.

Kuznetsov lambayı masaya bıraktı, Ognev’in arkasından sahanlığa çıktı, iki dar, uzun gölge merdiven basamaklarının, çiçek tarhlarının üzerinden aşıp, başları bahçedeki ıhlamur ağaçlarının gövdelerine düştü.

Ognev bir daha;

—Hoşça kalın, dedi. Bu evde bana gösterdiğiniz konukseverlikten, dostluktan, sevgiden dolayı çok teşekkür ederim, iyiliklerinizi yaşadığım sürece unutmayacağım. Hem siz, hem kızınız çok iyi insanlarsınız. Zaten burada hepiniz öyle candan, neşeli, içlen insanlarsınız ki, anlatamam!

Hem duyduğu heyecandan dolayı, hem de az önce içtiği likörün etkisiyle ilahi okur gibi söylüyordu bunları. Gene de duygulandığını bu sözlerden çok göz kırpmaları, omuz hareketleri anlatıyordu. Onunla birlikle likör içip aynı derecede duygulanan yaşlı Kuznetsov genç adama doğru uzandı, öpüştüler.

Ognev;

—Size çok alışmıştım, dedi. Hemen hemen her gün evinize geldim. Belki on geceyi burada geçirdim. O kadar likör içtim ki, şimdi aklıma geldikçe yüreğim korkudan burkuluyor. Ama daha çok, Gavril Petroviç, bana gösterdiğiniz yardımdan, benimle işbirliği etmenizden dolayı teşekkür ederim. Siz olmasaydınız istatistik çalışmalarımı bitirmek için burada ekime kadar didinip duracaktım. Kitabımın önsözünde şöyle diyeceğim: “Burada bana can ve gönülden yardım eden N. ilçesi tarım müdürü Kuznetsov’a teşekkürlerimi sunmayı borç bilirim.” İstatistik biliminin parlak bir geleceği vardır. Vera Gavrilovna’ya en içten selamlarımı bildiririm. Ayrıca ilçedeki doktorlara, sorgu yargıçlarına, yazmanınıza yardımlarını hiç unutmayacağımı iletin, lütfen! Şimdi de, beybabacığım, birbirimizi kucaklayalım, son kez öpüşelim.

Ognev yaşlı adamla ikinci kez öpüştükten sonra merdivenden inmeye başladı. Son basamağa gelince durdu, başını arkaya çevirdi.

—İlerde bir daha karşılaşır mıyız dersiniz?

Yaşlı adam;

—Orasını Tanrı bilir, dedi. Ama sanırım, hiçbir zaman...

—Evet, doğru. Size dünyaları verseler başkente, Petersburg’a gelmezsiniz. Benim yolumun da bu ilçeye düşeceği pek kuşkulu. Hadi, esen kalın!

Kuznetsov;

—Bari şu kitapları burada bıraksaydınız, diye seslendi. Koca ağırlığı taşımak zorunda mısınız? Yarın size biriyle yollardım.

Ama Ognev onu dinleyecek durumda değildi, hızlı adımlarla evden uzaklaşıyordu. Şarapla ısınmış ruhunda neşe, sıcaklık, hüzün vardı. Yürürken şöyle düşünüyordu: İnsan yaşamda ne çok iyi insana rastlıyor! Ama bu karşılaşmalardan geriye yalnız anılar kalıyordu. Ne yazık! Hani, bazen ufukta turnalar gözükür, hafif bir rüzgâr onların acıklı, heyecanlı seslerini getirir. Bir an sonra mavi ufuklara baksanız orada bir nokta bile görmez, tek ses işitmezsiniz... İşte bunun gibi, insanlar yüzleri, konuşmalarıyla yaşamımızdan gelip geçerler, arkalarında belleğimizde silik izlerden başka bir şey bırakmaksızın geçmişimize gömülürler. Bahardan beri N. ilçesinde kalan, hemen hemen her gün konuksever Kuznetsovlara uğrayan İvan Alekseyiç yaşlı adama, kızına, hizmetçilere akrabaları gibi alışmıştı. Evlerini, öndeki merdiven sahanlığını, ağaçlı yolların her dönemecini, mutfak ile banyo odasının tepesindeki ağaçların görüntülerini, hepsini hepsini, en ufak ayrıntısına değin öğrenmişti. Ama şimdi bahçe kapısından dışarı çıkınca bütün bunlar birer anı haline gelecek, onun için gerçek anlamlarını sonsuza dek yitirecekti. Aradan bir-iki yıl daha geçecek, bütün bu sevimli anılar hayalinin yarattığı eklentilerle birlikte bilincinde iyice sönükleşecekti.

Bahçedeki ağaçlı yoldan kapıya doğru yürüyen Ognev yoğun duygular içinde, “Dünyada insanlardan daha değerli bir şey yoktur. Hiçbir şey!” diye düşünüyordu.

Bahçenin durgun, ılık bir havası vardı. Henüz solmamış rezede, tütün, günçiçeği kokusu geliyordu tarhlardan. Ağaçların gövdeleri ile fundalıklar arasına sis çökmüştü. Ognev yürüdükçe karşısına çıkan küçük küçük, saydam sis kümeleri ay ışığında çarşafa bürünmüş hayaletler gibi art arda dizilerek sessizce önünden geçiyordu. Bu görüntüyü uzun zaman unutamayacaktı Ognev. Aydede ta yükseklere tırmanmıştı, biraz aşağıda doğuya doğru parça parça sis lekeleri uçuşuyordu. Bütün dünya koyu görüntüler ile ortalıkta gezinip duran beyaz gölgelerden oluşmuştu sanki. O ağustos akşamı ay ışığının vurduğu sise dikkatle bakan Ognev ilk kez karşısında doğayı değil de, bir tiyatro dekoru seyrediyor gibiydi. Sanki ortalığı havai fişeklerle aydınlatan acemi teknisyenler çalılıklar arasına oturmuşlar, havayı aydınlatırken bir yandan da azar azar havaya sis salıyorlardı.

Ognev bahçe kapısına yaklaşırken alçak duvardan bir gölge sıyrıldı, ona doğru yürüdü.


Ognev sevinçle;

—Ah, Vera Gavrilovna, siz misiniz? dedi. Ben de sizi aramadık yer bırakmadım. Nerdeyse vedalaşmadan ayrılacaktım. Gidiyorum, hoşça kalın,

—Ne, bu kadar erken mi? Daha saat 11.

—Vakit geldi. Daha beş fersah yürüyüp eve varınca eşyalarımı toplayacağım. Yarın erkenden kalkmam gerek.

Karşısında Kuznetsov’un kızı Vera duruyordu. Yirmi bir yaşında, her zaman hüzünlü, gelişigüzel giyinmiş, alımlı bir kızdı. Sürekli hayal kuran, bütün gün yatağa uzanıp ellerine geçirdikleri her şeyi tembel tembel okuyan, hüzünle karışık can sıkıntısı çeken genç kızlar hep böyle gelişigüzel giyinirler zaten. Hele doğadan zevk ve güzellik duygusu kapmış olanlara giyimlerindeki bu özensizlik daha bir çekicilik verir. Ognev daha sonra güzel Veroçka’yı düşünürken belinde derin kıvrımlar yaptığı halde gene de gövdesine değmeyen bol bluzunu; yukarı taranmış saçlarından ayrılıp alnına düşen kâkülünü; akşamüstü, durgun havalarda omzundan bir bayrak gibi sarkan, gündüzleri sofada erkek şapkaları arasına rasgele atılmış ya da evin yaşlı kedisinin yemek odasında sandığın üstünde dururken görüp üzerine saygısızca uzandığı, kenarları püsküllü, kırmızı, el örgüsü şalını gözünün önüne getirmeden edemeyecekti. Bu şaldan, bluzunun kıvrımlarından huzurlu bir tembellik, evcimenlik, iyicillik okunurdu. Ognev belki de Vera’dan hoşlandığından olacak onun giysilerinin her kıvrımında, her düğmesinde bir sıcaklık, içlilik, saflık, dinginlik, iyicillik, hatta şiirsellik bulurdu. Böyle hoş şeylere içtenliksiz, güzellik duygusundan uzak, soğuk yaratılıştı kadınlarda kesinlikle rastlanmaz.

Veroçka gerçekten alımlı bir kızdı; boyu poşu yerinde, yüz çizgileri düzgün, kıvır kıvır saçları güzel... Hele Ognev gibi az kadına rastlamış biri için dünya güzeliydi.

Bahçe kapısının yanında onunla vedalaşırken;

—Hakkınızı helal edin! Bana yaptıklarınızdan dolayı çok teşekkürler! dedi Ognev.
Tıpkı yaşlı babasıyla konuşurken yaptığı gibi, ilahi okuyan papazların sesiyle, aynı göz kırpmalar, omuz oynatmalarla Veroçka’ya gösterdiği konukseverlikten, ilgiden, sevgiden dolayı teşekkür ediyordu.

—Anneme sizden her mektubumda söz ettim. Herkes size, babanıza benzeseydi bu dünya cennete dönerdi. Zaten burada herkes iyi, candan, sade...

—Peki, şimdi nereye gidiyorsunuz?

—Oryol’a, annemin yanına. Orada bir-iki hafta kalıp Petersburg’a, görevimin başına döneceğim.

—Ya sonra?

—Sonra mı? Bütün kış çalışacağım. Bahar gelince gene bir ilçeye gidip bilgi toplayacağım. Hadi, size mutluluklar, uzun bir yaşam dilerim. Hakkınızı helal edin! Belki bir daha hiç görüşmeyeceğiz.

Ognev eğildi, Veroçka’nın elini öptü. Sonra konuşmak-sızın, heyecan içinde sırtındaki pelerini düzeltti, kitap paketini daha rahatça koltuğunun altına yerleştirdi. Bir süre sessizliğin ardından;

—Neçoksis var! dedi.

—Evet... Bizim evde bir şeyinizi unutmuş olmayasınız?

—Yoo, sanmam...

Ognev birkaç saniye durdu, sonra beceriksiz bir hareketle yüzünü bahçe kapısına döndü, kapıyı açıp dışarı çıktı. Vera da onun arkasından çıkarak;

—Durun, sizi ormana dek geçireyim! dedi.

Yolda yürümeye başladılar. Buralarda ağaçlar çevreyi kapamıyor, dört bir yan rahatça görülebiliyordu. Doğa duvakla örtülmüşçesine saydam, donuk bir sisin arkasına gizlenmişti; ama tüm güzelliğiyle bu duvağın arkasından insana neşeyle bakıyordu. Daha kalın, daha yoğun sis kümeleri ise sanki enginliklerin güzelliğini örtmemek için şurada-burada, ot yığınlarının ya da ağaçların yanına sığınıyor, parça parça yollarda sürünüyor, toprağın üzerine sinmiş duruyordu. Yol sisler arasından ormana kadar gözükmekteydi; ormanın iki yanında koyu renkli hendekler vardı, hendeklerde sisin rahatça dolaşmasını engelleyen bodur çalılar büyümüştü. Kuznetsovların orman sınırı bahçe kapısından yarım fersah ötede başlıyordu.

Genç kızın yüzüne yandan bakan Ognev, “Niye benimle birlikte geldi? Şimdi ben de onu geriye, bahçeye kadar geçirmek zorunda kalacağım.” diye düşündüyse de tatlı tatlı gülümseyerek;

—Bu güzel doğada yaşarken insan buralardan ayrılıp gitmek istemiyor, dedi. Tam romantik bir akşam; ay ışığı, sessizlik, her şey... her şey çok güzel... Biliyor musunuz, Vera Gavrilovna, yirmi dokuz yaşındayım, tek aşk serüvenim yok... Gizli buluşmalar, sevgililer yolunda öpüşmeler benim için yalnız kulaktan duyma. Doğal bir durum değil bu. insan kentlerde, otel odalarında yaşarken bu eksikliği anlamıyor, ama burada, temiz havada çok kuvvetle hissediliyor bu istek, insanın canı sıkılıyor, doğrusu.

—Peki, niçin böylesiniz?

—Bilmem... Belki buna vakit bulamadım, belki de beni... şey... öyle bir kadına rastlamadım. Zaten çok az tanıdığım var. Her yere girip çıkmıyorum.

İki genç üç-dört yüz adım kadar konuşmadan yürüdüler. Ognev, Veroçka’nın örtüsüz başına, omzuna düşen şalına baktı; buraya ilk geldiği bahar günleri, yaz akşamları canlandı belleğinde. Petersburg’daki karanlık otel odasından uzakta, insanların dostluğundan, doğadan, yaptığı işten zevk alarak geçirdiği zaman süresince tan vakitleri farkına varmadan gün batımı kızıllığına dönüşmüş, yaz mevsiminin sona erdiğini bildiren kuşlardan, önce bülbüller, sonra bıldırcınlar, az sonra da yelveler ötüşlerini kesmişlerdi. Zaman farkına varılmadan geçip gittiğine göre mutlu ve rahat yaşanmış demekti. Bunları düşünürken Ognev nisan sonlarında buraya, N. ilçesine nasıl isteksiz geldiğini anımsadı. Cebinde fazla parası yoktu; insanlara, yolculuğa alışık değildi. Burada can sıkıntısıyla, yalnızlıkla, bilimler arasında önemli bir yer tuttuğuna inandığı istatistik bilimine karşı büyük bir ilgisizlikle karşılaşacağını sanıyordu. O nisan sabahı N. ilçe merkezinde eski tarikattan Riabuhin’in hanına indiği zaman günlüğü yirmi kapiğe temiz, aydınlık bir oda vermişlerdi. İstenen tek koşul odadan dışarda sigara içmesiydi. Önce biraz dinlenip ilçe Çiftçiler Birliği Başkanı’nın kim olduğunu öğrendikten sonra yaya olarak Gavrila Petroviç’in evine yollandı. Görkemli çayırlar, genç korular arasından dört fersah kadar yürüdü. Çın çın öten sesleri havayı dolduran tarlakuşları la yukarlarda kanat çırpıyor, kuyruklarını ağır ağır sallayan kargalar ise yeşil tarlalardan süzülerek geçiyordu.

Ognev şaşkınlıkla şöyle düşünüyordu:

—Aman Tanrım! Buranın havası hep böyle temiz midir, yoksa benim gelişimden dolayı mı her yer mis gibi kokuyor?

Kuznetsovlarda resmi bir karşılama beklediği için, başı önünde, çekingen çekingen sakalıyla oynayarak girdi eve. Onu dinleyen Kuznetsov önce kaşlarını çattı. Çiftçiler Birliği’nin bu genç adama, istatistik çalışmalarına ne gibi yararı olacağını anlamamıştı. Ama Ognev istatistik bilgilerinin ne olduğunu, nerelerden toplandığını ayrıntılarıyla anlatınca birden canlandı, yüzü güldü, bir çocuk merakıyla genç araştırmacının defterlerini incelemeye koyuldu... O günün akşamı Ognev, Kuznetsovlarda yemeğe kaldı, içtiği sert likörden çabucak sarhoş oldu; yeni tanıdığı insanların sakin yüzlerine, tembel hareketlerine baktıkça bütün bedeninde tatlı bir gevşeklik duymaya başladı. Bıraksalar hemen oracıkta uzanır, yüzünde bir gülümsemeyle mışıl mışıl uyurdu. Baba-kız onu dostça süzüyor, annesinin-babasının sağ olup olmadığını, ayda kaç para kazandığını, tiyatroya sık sık gidip gitmediğini soruyorlardı.

Ognev o çevreye yaptığı gezintileri, kır eğlencelerini, balık avlarını, ilçe ileri gelenleriyle birlikte Kızlar Manastırı’na yaptıkları ziyareti, orada herkese boncuktan dizme birer para kesesi armağan eden rahibe Marfa anayı anımsadı. Hele o, Ruslara özgü, ateşli, bilmek-tükenmek bilmez tartışmaları hiç unutmayacaktı. Tartışanlar ağızlarından tükrük saça saça, öfkeyle yumruklarını masaya vururlar, birbirlerini anlamak-sızın konuşmaları keserler, farkına varmadan kendi söyledikleriyle çelişkiye düşerler, ikide birde konu değiştirirler, saatler süren tartışmanın sonunda birden gülmeye başlarlardı.

—Tüh be! Deminden beri biz neyi tartışıyorduk? Şuna bakın, neyle başladık, neyle bilirdik!


Ormana yaklaştıkları sırada Ognev, Vera’ya şöyle dedi:

—Hani bir gün doktorla birlikle üçümüz atlarla Şeslovo köyüne gidiyorduk. Yolda Tasladığımız ermişe beş kapik vermiştim. O da üç kere istavroz çıkarmış, beşliği çavdar tarlasına fırlatmıştı. Anımsadınız mı? Tanrım, buradan ayrılırken o kadar çok anı götürüyorum ki, hepsini bir araya toplasam paha biçilmez bir altın külçesi olurdu! Anlamıyorum, bunca zeki, duygulu insan büyük kentlerde burun buruna yaşamaya nasıl razı olurlar da buralara gelmezler? Nevski caddesi üzerindeki o rutubetli büyük evlerde buradan daha çok genişlik, daha çok gerçek mi var sanki? Ressamlarla, bilginlerle, gazetecilerle tıklım tıklım dolu o mobilyalı odalar bana hiçbir zaman ilgi çekici gelmemiştir.

Ormanın yirmi adım kadar yakınında, yolun üstünde küçük, dar, iki ucunda kısa sütunlar bulunan bir köprü vardı. Akşam gezintileri sırasında burası Kuznetsovlar ile konukları için her zaman küçük bir durak yeri olurdu. İsleyenler ormanda yankılanan seslerini dinleyerek eğlenirlerdi. Bu noktadan bakınca yolun orman içinde gözden yittiği görülürdü.

Ognev;

—İşte küçük köprüye geldik, artık buradan dönmelisiniz, dedi.

Vera durdu, biraz soluklandı. Sonra sütunlardan birinin üstüne olurdu.

—Gelin şurada biraz oturalım. Ayrılmadan önce vedalaşırken oturulur.

Ognev, Vera’nın yanına, kitap paketinin üstüne yerleşerek konuşmasını sürdürdü. Bu sırada genç kız yol yürümekten dolayı sık sık soluk alıyor, ona değil de başka bir yöne bakıyordu. Bundan ötürü Ognev kızın yüzünü göremiyordu.

Ognev;

—Şöyle bir düşünün: On yıl sonra ansızın karşılaşıvermişiz! dedi. Kim bilir, nasıl birileri olacağız ikimiz de. Siz saygıdeğer bir anne, bense kütüphanelerdeki binlerce cilt kitap gibi kalın, kimseye bir yararı olmayan bir istatistik kitabının saygıdeğer yazarı... Konuşup eski zamanları anacağız. Şimdi biz içinde bulunduğumuz şu zamanı içimizde duyuyor, onun heyecanıyla dopdolu yaşıyoruz. Ama o zaman karşılaştığımızda şu köprünün üstünde hangi gün, hangi ay, hatla hangi yıl son kez görüştüğümüzü anımsayamayacağız. Siz herhalde çok değişmiş olacaksınız. Değişirsiniz, değil mi?

—Ne dediniz?

—Şey, size bir soru sormuştum...

—Bağışlayın, ne dediğinizi işitmedim.

Vera’daki değişikliği Ognev ancak o anda fark edebildi. Genç kızın yüzü solgundu. Sık sık soluk alıyor; soluk alırken titremesi dudaklarına, kollarına, başına yansıyordu. Alnından sarkan saç perçemleri bir değil, iki olmuştu şimdi. Besbelli Ognev’in yüzüne bakmaktan çekiniyor; heyecanını gizlemeye çalışarak, kâh boynunu sıkmış gibi yakasını düzeltiyor, kâh kırmızı şalını bir omzundan öbürüne aktarıyordu.

Ognev;

—Üşüdünüz galiba, dedi. Bu sisli havada oturmak pek sağlığa uygun değil. Durun, sizi eve kadar götüreyim.

Vera susuyordu. İvan Alekseyiç gülümsedi.

—Size ne oldu? Konuşmuyor, sorularıma yanıl vermiyorsunuz. Rahatsız mısınız, yoksa bir şeye mi kızdınız? Neyiniz var?

Genç kız elini Ognev’e dönük yanağına sertçe bastırdıktan sonra seri bir hareketle geri çekli. Yüzünden büyük bir acı okunuyordu.

—Kötü bir durum! diye fısıldadı. Çok kötü!..

Ognev omuzlarını silkti, şaşkınlığını gizlemeden;

—Kötü olan nedir? diye sordu. Neden söz ediyorsunuz?

Hâlâ derin derin soluk alan, omuzları titreyen Vera, Ognev’e sırtını döndü. Yarım dakika kadar gökyüzüne baktıktan sonra;

—Sizinle konuşmam gerek, İvan Alekseyiç, dedi.

—Buyurun, sizi dinliyorum.

—Belki size tuhaf gelecek, şaşıracaksınız ama artık aldırdığım yok.

Ognev bir kere daha omuz silkti, gene de kızı can kulağıyla dinliyordu.

Başını önüne eğen Vera şalının püskülüyle oynayarak;

—Şey... size söylemek istediğim şuydu... Size tuhaf, son derece saçma gelebilir ama daha fazla dayanamayacağım...

Konuşması anlaşılmaz bir mırıltıya dönüştü, birden hıçkırıklarla kesildi. Genç kız yüzünü atkısıyla örttü, başını daha da eğdi, acı acı ağlamaya başladı. İvan Alekseyiç şaşırmıştı. Ne yapmak, ne söylemek gerektiğini bilmediği için öksürerek umutsuzca çevresine bakınmaya başladı. Ağlamalara, gözyaşlarına alışık olmadığı halde kendi gözleri de doldu. Şaşkınlık içinde;

—Amma da yaptınız! dedi. Vera Gavrilovna, bu da ne demek oluyor? Söyleyin, kuzum, hasta mısınız? Yoksa biri mi gücendirdi sizi? Söyleyin... Belki bir şey... bir yardımım dokunur...

Yatıştırmak için tüm dikkatiyle kızın ellerini yüzünden çekmeye çalıştığı sırada Vera gözyaşları arasından gülümsedi.

—Ben... ben... sizi seviyorum.

Bu sade, sıradan, bildiğimiz insan sesiyle söylenen sözler Ognev’i şaşkına çevirdi; genç adam büyük bir utanma duyarak yüzünü yana döndürdü, korkuyla ayağa kalktı.
Ayrılma sahnesinin, likörün ruhunda uyandırdığı o hüzün, sıcaklık, duygululuk bir anda kaybolarak yerini zor dayanılır bir sıkıntıya bırakmıştı. Ruhu allak bullaktı. Yan gözle Vera’ya bakıyordu. Genç kız onu sevdiğini dile getirdikten sonra kadınlara yaraşan o erişilmezlik konumundan uzaklaşmış; Ognev’in gözünde boyu bile küçülerek basit, soluk bir kadın oluvermişti.

Dehşet içinde kalan Ognev, “Ne biçim şey bu? Ben onu seviyor muyum bakalım? Gel de işin içinden çık!” diye geçirdi içinden.

En önemli, en zor sözü söyledikten sonra Vera rahatlamıştı, şimdi serbestçe soluk alıp veriyordu. Ognev ayağa kalkınca o da kalktı, genç adamın yüzüne gözlerini kaçamaksızın bakarak çabuk çabuk, ateşli, sonu gelmez gibi gözüken bir konuşmaya başladı.


Birdenbire paniğe kapılan bir insan onu ürküten gürültü-patırtının geliş sırasını nasıl anımsayamazsa Ognev de Vera’nın o sırada hangi sözleri söylediğini, hangi tümceleri kullandığını anımsayamıyor. Anımsadıkları; karşısında duran kızın kendisi, sözlerinin içeriği, heyecandan biraz kısılmış boğuk sesi, konuşmasındaki tutkulu ahenk, sözlerinin onda bıraktığı izlenimlerdi. Vera bazen gülüp hazan kirpiklerinde gözyaşları ışıldayarak ilk tanıştıkları günden beri onun kendisini özgün düşünceleriyle, aklıyla, iyicil, zeki bakışlarıyla, yaşamdaki amaç ve sorunlarıyla etkilediğini; onu ta derinden, delicesine, tutkuyla sevdiğini; bahçeden geçerek eve girdiği, onu peleriniyle sahanlıkla gördüğü ya da uzaktan sesini işittiği zaman kalbine, mutluluğun önsezisi olan bir ürpertinin dolduğunu; onun saçma sapan şakalarının bile kendisini güldürdüğünü, defterinde rakamların her birinde pek mantıklı, büyük bir anlam bulduğunu, budaklı sopasını bütün ağaçlardan daha güzel gördüğünü anlatıyordu...

Orman, ormanın iki yakasındaki koyu renk hendekler, parça parça yayılan sis kümeleri Vera’yı dinlemek için daha bir sessizleşmişlerdi sanki. Ognev’in ruhunda ise kötü, tuhaf bir şeyler oluyordu. Tutkulu sözlerle aşkını dile getiren Vera son derece güzeldi, çekiciydi; gelgeldim Ognev tüm iyi niyetine karşın kızın söylediklerinden haz, mutluluk değil, kendisi yüzünden iyi bir insanın acı çektiğini bildiği için ıstırap, üzüntü duyuyor, ona acıyordu. Kitap mantığıyla düşündüğünden mi, yoksa insanın çoğu kez yaşamdan zevk almasını önleyen nesnel olma çabasından mıdır nedir, Vera’nın heyecanlarına, acı çekmesine fazla önem vermiyor, bunları yapmacık buluyordu. Bununla birlikte depreşen duyguları o an görüp işittiklerinin doğanın gereği ve kişisel mutluluğu bakımından bütün istatistiklerden, kitaplardan, bilimsel gerçeklerden daha derin, daha ciddi olduğunu fısıldıyordu ona. Bu yüzden Ognev kendi kendine kızıp suçlu olduğunu düşünüyor, ama suçunun ne olduğunu çıkaramıyordu bir türlü.

Kızın karşısında ne söyleyeceğini bilmemesi de içinde bulunduğu güç duruma tüy dikiyordu doğrusu. Ona bir şeyler söylemesi kaçınılmazdı. Dobra dobra “Sizi sevmiyorum” dese olmaz, “Seviyorum” demek de gerçeği yansıtmazdı, çünkü tüm aramalarına karşın yüreğinde tek kıvılcım bulamıyordu.

Ognev suskun dikiliyordu. Vera ise onu görmek, o anda bile nereye isterse peşi sıra gelmek istediğini; karısı, yardımcısı olmaktan daha büyük bir mutluluk düşünmediğini; Ognev onu bırakıp giderse buna dayanamayıp öleceğini anlatıyordu.
Genç kız parmaklarını çıtlatarak;

—Burada kalamam artık, dedi. Bu ev, bu orman, bu hava canıma tak etti. Sürekli sessizliğe, amaçsız yaşamaya, birbirine iki su damlası gibi benzeyen soluk, renksiz insanlara artık katlanamıyorum. Hepsi de iyi yürekli, candan insanlar. Çünkü karınları tok; acı çekmek, güçlüklerle boğuşmak nedir, bilmiyorlar. Bense sefillik çeken, yoksulluktan, çalışmaktan sertleşmiş insanların yaşadığı o kocaman, rutubetli evlerde yaşamak istiyorum...
Bu sözler de Ognev’e ciddilikten uzak, yapmacık göründü Vera konuşmasını bitirmişti, ama o hâlâ kararsızdı, ne diyeceğini bilemiyordu. Oysa bir şeyler söylemeden durmak olmazdı. Sonunda şunları mırıldanmak zorunda kaldı:

—Vera Gavrilyovna, sözünü ettiğiniz duygulara layık değilsem de... gene de size çok müteşekkirim. İkincisi, dürüst bir insan olarak belirtmeliyim ki, mutluluk denge üzerine kurulur. Yani iki taraf da aynı biçimde... sevdikleri zaman...

Ama Ognev mırıldandığı bu sözlerden utanarak hemen sustu.

O anda yüzünden budalalık, suçluluk, bayağılık okunduğunu hissediyordu. Yüzü gerçekten gergin, çok sinirli olmalıydı. Vera da yüzünü tümüyle okumuş olacak ki, birdenbire ciddileşti, rengi uçtu, başını önüne eğdi.

Sessizliğe dayanamayan Ognev;

—Beni bağışlayın, dedi. Size o kadar saygım var ki, içim sızlıyor.

Vera sertçe geriye döndü, çiftlik evine doğru yürüdü... Ognev de onun peşinden.

Vera elini salladı.

—Hayır, gerek yok! Gelmeyin, ben kendim de giderim!

—Ama olmaz! Sizi eve kadar geçireyim.

O sırada ağzından çıkan her söz ona çirkin, bayağı geliyor; suçluluk duygusu arttıkça artıyordu. Kendine kızdı, yumruklarını sıktı, soğukluğuna, kadınlara nasıl davranacağını bilmeyişine içerledi. Yüreğinde heyecan yaratmak için Veroçka’nın biçimli bedenine, saç örgüsüne, küçük ayaklarının tozlu yolda bıraktığı izlere bakıyor; onun söylediklerini, gözyaşlarını anımsamaya çalışıyor; ama bunlar onu duygulandırmaktan öte bir etki yapmıyordu. O heyecan, o coşku uyanmıyordu bir türlü.

Bir yandan kendini “Ama insan zorla da sevmez ya!” diye inandırmaya çalışıyor, bir yandan da “Peki, ama zorla olmazsa ben ne zaman seveceğim? Otuz yaşıma geliyorum. Vera’dan daha iyi bir kıza rastlamadım, hiçbir zaman da Taslamayacağım... Ah, şu kahrolası içi geçmişlik! İnsanın otuzunda da içi geçer mi?” diye düşünüyordu.

Adımlarını hızlandırdıkça hızlandıran Vera, başı önünde, arkasına bakmadan yürüyordu. Üzüntüsünden boyu kısalmış, omuzları daralmış gibi geldi Ognev’e.

Kızın arkasından bakarken, “Ruhunda olup bitenleri tasavvur ediyorum. Utancından, çektiği acılardan ölmek istiyordur. Tanrım, bütün bunlarda o kadar çok şiir, yaşama isteği, anlam var ki, taş olsa gene duygulanır! Ben ne budalayım, ne saçma sapan bir adamım!” diyordu kendi kendine.

Bahçe kapısının önünde Vera ona kaçamak bir bakış fırlattı, boynunu eğip atkısına sarınarak ağaçlı yoldan hızla yürüdü.

İvan Alekseyiç yalnız başına kalmıştı. Ormana dönerken yavaş yavaş adım atıyor, ikide bir durup bahçe kapısına bakıyordu. Sanki Vera oradaymış da göremeyişine inanamıyormuş gibi... Yolda onun ayak izlerini arıyordu şimdi. Çok hoşlandığı bir kızın ona biraz önce aşkını açmasını, buna karşılık onun bu aşkı hödükçe “reddetmesini” bir türlü aklı almıyordu. İnsanın geleceğinin kendi iyi niyetine ne denli az bağlı olduğunu ilk kez bu denemeyle öğrenmiş; ne kadar aklı başında, içten bir insan da olsa bir yakınına istemeye istemeye hak etmediği, büyük bir acı çektirdiğini ilk kez kendi örneğiyle görmüş oluyordu.

Vicdan azabı duyuyordu şimdi. Vera gözden kaybolunca çok yakın, çok değerli, bir daha bulamayacağı bir şeyi tümüyle yitirdiğini, gençliğinin bir parçasının Vera ile birlikte geçip gittiğini, değerlendiremediği şu dakikaların bir daha geri dönmeyeceğini anladı.


Köprüye varınca durdu, derin düşüncelere daldı. Kızcağıza karşı niçin böylesine garip, soğuk davranmıştı? Bunun nedenini bulmalıydı. Asıl nedenin dışarda değil, kendi içinde olduğunu biliyordu. Ve açık yüreklilikle itiraf etti: Bu, zeki adamların böbürlendikleri bir mantık soğukluğu değildi, bencil bir budalanın soğukluğu da değildi. Bir ruhsal zayıflık, güzelliği ta derinden duyma yetersizliğiydi. Öğrenim görme, ekmek parası kazanma yolunda verilen karman çorman bir boğuşmanın, otel odalarında kimsesiz yaşamanın çabuklaştırdığı bir içi geçmişlikti.

Köprüden sonra isteksiz isteksiz, adımları geri geri giderek ormana girdi. Koyu karanlık içinde şuraya-buraya parlak ay ışığı lekeleri düşmüştü. Ama Ognev bunları görmüyor, kafasının içindekilerden başkasıyla ilgilenmiyordu. O anda tek düşüncesi, yitirdiği şeyi yeniden elde etmekti.

Nasıl oldu, bilinmez, yeniden Kuznetsovların evine yöneldiğini anımsıyor. Ruhunu biraz önceki anılarla uyandırıp Vera’nın hayalini zihninde zorla canlandırdıktan sonra hızlı adımlarla bahçeye doğru yürümeye başlamıştı. Ne yolda, ne de bahçede eski sis vardı: ışıl ışıl aydede sanki suyla yıkanmış gibi gökyüzünde parlıyor, yalnız doğu yönü sis içinde biraz koyu gözüküyordu... Ognev her adım atışını, günçiçeği, rezede kokularını, karanlık pencereleri bugünkü gibi anımsıyor. Kendisine alışık olan Karo kuyruğunu ahbapça sallayarak yanına yaklaşıp elini koklamıştı. Ognev’in evin çevresinde iki kez dolaştığını, Vera’nın karanlık penceresi önünde bir süre durduğunu, sonra elini sallayıp derin derin iç çekerek bahçeden çıktığını gören tek canlı yaratık bu köpekti.

Bir saat sonra kasabaya varmıştı. Yorgunluktan bitmiş bedenini, cayır cayır yanan yüzünü hanın kapısına dayayarak tokmağı vurdu. Uzakta bir yerde köpek havlıyordu. Kapı tokmağını vuruşuna bir karşılıkmış gibi kiliselerden birinin gongu çaldı.

Kadın geceliğine benzeyen upuzun bir entari giymiş olan, eski tarikattan hancı kapıyı açarak;

—Gece boyunca sokak sürtüyorsun. Bu kadar sürteceğine Tanrı’ya dua et daha iyi, dedi.


İvan Alekseyiç odasına girer girmez yatağa çöktü, yanan ateşe uzun uzun baktı, sonra başını silkeleyip toparlanarak eşyalarını yerleştirmeye başladı...

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi