Kullanıcı Oyu: 1 / 5

Yıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

TEDİRGİN KONUK-ANTON ÇEHOV

Orman korucusu Artem’in yana kaymış, alçak kulübesinde duvara asılı, isten kararmış, kocaman kutsal tasvirin altında iki kişi oturmaktaydı. Bunlardan biri kısa boylu, buruşuk yüzlü, sakalı boynundaki sık kıllarla başlayan, sıska mı sıska bir ihtiyar olan Artem; İkincisi ise kırmızı bir gömlek ile iri balçık çizmeleri giyen, genç, çam yarması gibi bir avcıydı. Üç bacaklı bir sehpa vardı ikisinin arasında, sehpanın üzerinde bir şişe duruyordu, şişenin ağzına ise tembel tembel yanan bir mum sokulmuştu.

Dışarıda, gecenin karanlığında sonu çoğunlukla yağmurlu, sert bir fırtınayla biten, acı bir rüzgâr esiyordu. Rüzgâr öfkeli öfkeli ulurken yana eğilen ağaçlarda ağrılı hastalar gibi inliyordu. Pencerenin tek camına kâğıt yapıştırılmıştı. Dallardan kopan yapraklar gelip gelip kâğıda çarpıyordu.

Kırpışmayan, sanki korku dolu gözlerini karşısındaki avcıya diken Artem ince, kısık sesiyle;

—Bak, Ortodoks kardeşim, sana ne söyleyeceğim, dedi. Ben ne kurtlardan, ne vahşi hayvanlardan, ne de cadılardan korkarım; tek korktuğum şey insanlardır. Vahşi hayvanlara karşı kendini silahla, eline geçirdiğin başka bir şeyle savunabilirsin, ama kötü insandan hiçbir biçimde korunamazsın.


—Orası öyle... Vahşi hayvana ateş etmenin sakıncası yoktur, gelgeldim bir hayduda ateş ettiğin zaman sorumlusu sen olur. Sibirya’yı boylarsın.

—İşte şurada neredeyse otuz yıldır devlete hizmet ediyoruz. Ancak kötü insanlardan çektiklerimi anlatmakla bitiremem. Kimler gelip geçmedi ki şu kulübeden! Burada çevremiz açıktır, yol üzerindeyiz, o nedenle her yola çıkan kör şeytan bizim buraya uğrar. Adamların hepsi de sanki haydut. Ne selam var, ne sabah; şapkalarını başlarından alıp istavroz çıkarmadan ”Biraz ekmek ver, babalık!” diye söze başlarlar. Herkese ekmeği nereden bulurum? Hem ne hakları var? Karşına çıkan her sarhoşu doyuracak bir milyoner miyim ben? Belli... adamların içi kötülük dolu... dinleri imanları yok... senin ne durumda olduğunu düşünmeden “Ekmek!” diye tuttururlar. İster istemez verirsin. Verme de göreyim, başına ne çorap örüyorlar! Öyleleri çıkar ki karşına, omuzları tam bir arşın, yumrukları nah senin şu çizmeler gibi! Oysa beni görüyorsun, ufacık bir adamım... Küçük parmaklarıyla işimi bitirirler. Herif verdiğin ekmeği zıkkımlanır, sonra kulübenin ortasına yan gelip yatar. Sana teşekkür de etmez... Aralarında para isteyenler bile çıkar. ”Paraları çıkar, babalık!” der dururlar. Bende para ne gezer? Nereden bulabilirim ki?..

Avcı alayla gülümsedi.

—Orman korucusunun nasıl parası olmaz? Aylık alıyorsun, gizli gizli de ağaç satıyorsundur.
Artem avcıya yan yan baktı, sakalı saksağanın kuyruğu gibi hopladı.

—Bana böyle sözler söyleyecek yaşta değilsin sen daha. Ağzından çıkanlar yüzünden günaha gireceksin. Nerelisin, bakalım, önce onu söyle! Kimlerden oluyorsun?

—Viazovka köyündenim, muhtar Nefeda’nın oğluyum.

—Demek, tüfekle caka satıyorsun... Çocukken ben de severdim tüfekle oynamayı. Of, günahkâr başımız, of! -Esnedi.- Sonumuz iyi gelmeyecek! Yeryüzünde iyi adam az, kötüler, cana kıyıcılar her yerde kol geziyor!

—Sen sanki benden de korkuyor gibisin...

—Şunun dediğine bak! Senden niçin korkacakmışım? Gözlerim görmüyor mu? Anlamıyor mu sanıyorsun beni? İçeri girince istavroz çıkardın, adam gibi selam verdin. Birkaç kuru lokmamı yesen ne çıkar? Helal olsun sana! Bekâr adamım ben. Fırını yakmıyorum, semaveri de sattım. Yoksulluktan et gibi şeyler bulundurmuyorum, ama ekmek istersen başım üstüne!

O sırada sıranın altından bir hırlama duyuldu, bunun ardından da ince bir miyavlama. Artem irkildi, bacaklarını topladı, avcıya sorarcasına baktı.

—Benim köpek senin kediyi sıkıştırıyor, dedi avcı. -Sıranın altına doğru sertçe çıkıştı.- Kesin sesinizi! Hoşt! Sopayı yersiniz, ha! Senin kedi de amma sıskaymış, be amca! Şuna bak, bir deri, bir kemik!

—Çok kocadı. Gebermesi yakın... Demek oluyor ki, Viazovka’dansın, oğul?

—Göründüğü kadarıyla beslemiyorsun hayvanı. Kedidir ama o da can taşıyor. Acımak gerekir...

Artem avcının söylediklerini işitmemiş gibi yaptı.

—Sizin köyün insanları pek temiz insanlar sayılmaz, dedi. Bir yılda iki kez kiliseyi soydular. Bunların hepsi dinsiz, değil mi? insanlardan korkmadıkları gibi Tanrı’dan da korkmuyorlar. Tanrı’nın evi soyulur mu? Hepsini asmak gerekir. Eskiden valiler bu gibileri cellatlara teslim ederlerdi.

—Böylelerini assan da, kessen de bir şey değişmez. Kötü insanların ruhundan kötülüğü ne yapsan çıkaramazsın.

Korucu içini çekti.

—Meryem anamız. Sen bizleri koru! Bizleri düşmanlardan, kötülüklerden sakın! Geçen hafta Volovı Zaymişe’de bir orakçı bir başkasının karnını orakla deşmiş. Ölmüş adam, kurtaramamışlar. Tanrım, ne yüzünden oldu bunlar, biliyor musun? Adamlardan biri meyhaneden çıkmış, gidiyormuş, meyhaneden sarhoş çıkan öbür orakçıyla karşılaşmış...
Korucuyu dikkatle dinleyen avcı titredi, başını ileri uzattı, kulak kabarttı.
—Dur! Birisi mi bağırıyor, nedir!

Avcı ile korucu gözlerini karanlık pencereye dikerek dikkat kesildiler. Her gergin bekleyiş içindeki kulağın dışardaki şamatanın içinden seçebileceği birtakım sesler geliyordu; ancak bunun bir yardım çağrısı mı, yoksa fırtınanın bacadaki uğultusu mu olduğu anlaşılmıyordu. Derken, bora olanca hızıyla çalıya yüklendi, cama yapıştırılan kâğıdı çatırdattı, “imdat!” çığlığı açıkça duyuldu.

Yüzü sapsarı kesilen avcı ayağa kalktı.

—İli an, sopayı yanına koy! Birini soyuyorlar!

Kulübenin içinde dolaşmaya başladı, gözlerini amaçsızca pencereye dikti.

—Şuna bak, ne gece! Göz gözü görmüyor! Tam soygun zamanı! İşittin mi? Gene bağırdılar!
Orman bekçisi gözlerini tasvire dikti, oradan avcıya çevirdi, korkulu bir haber karşısında tüm gücünü yitiren bir adam tavrıyla oradaki sıraya çöktü.

—Ortodoks kardeşim, dedi ağlamaklı bir sesle. Aralığa çık da kapının arkasını sürgüle! Işığı da söndürsek iyi olur!

—Niçin böyle yapmamı istiyorsun?

—İnsanlar belli olmaz, bakarsın, buraya geliverirler. Ah, günahkâr başımız!

—Yardıma gitmemiz gerekirken sen kapıyı sürgülememizi söylüyorsun. Akıl mı seninkisi?

Hadi, gidelim!

Avcı böyle diyerek tüfeğini omuzladı, şapkasına davrandı.

—Giyin çabuk, tüfeğini al! Gel buraya Fliorka! İsi! Fliorka! 

Setter ile zağar karışımı, uzun kulakları çentik çentik olmuş bir köpek sıranın altından çıktı. Sahibinin ayaklarının dibinde gerindikten sonra kuyruğunu sallamaya başladı.

Avcı;

—Daha ne oturuyorsun? dedi korucuya. Gelmiyor musun benimle?

—Nereye gelecekmişim?

—Dışardakinin yardımına.

Beriki elini salladı, büzüştü.

—Yok, canım! Ne işim var?

—Niçin gelmek istemiyorsun, söyler misin?

—Deminki korkunç konuşmalardan sonra bu karanlıkta dışarı adımımı atmam! Tanrı yardımcısı olsun! Ormanda neler görmedim ben!

—Niçin korkuyorsun, anlamadım ki! Elinde tüfeğin var... Gel hadi, terslik etme! T ek başıma ben de çekiniyorum, ikimiz gidersek iyi olur. Bak, işittin mi? Gene bağırdılar. Kalk, haydi!

—Delikanlı, neden anlamak istemiyorsun? Ben kendi ölümüne gidecek bir adama benziyor muyum?

—Ya! Demek, gitmiyorsun?

Korucu susuyordu. Dışardaki çığlığı duymuş olacak ki köpek acı acı havladı.

Ülkeden gözleri ateş saçan avcı:

—Gitmiyor musun? diye bağırdı bir daha.

—Amma da belaya çattık! Gideceksen kendin git!

—Seni namussuz! İsi, Fliorka!

Avcı böyle diyerek dışarıya fırladı, kapıyı kapatmadan çekli gitti. Açık kalan kapıdan rüzgâr sökün elli içeriye, mum alevi birkaç kez yalpaladı, son bir parlayışın ardından tümüyle söndü.

Korucu kalkıp kapıyı kapattı: o sırada orman açıklığındaki su birikintilerinin, çevredeki camların, avcının uzaklaşan karartısının keskin bir simsek ışıltısıyla parladığını gördü. Uzaklarda bir yıldırım şakırdadı.

—Tanrım, sen bizi koru! dedi korucu. Ne biçim fırtına bu? Kalın sürgü demirini yuvasına soktuktan sonra fırının üzerine uzandı, örtüyü başına çekli. Gocuğun altında yatıp kulak kesilerek dinlediği sırada arlık insan çığlığı gelmiyordu, ama gök gürültüsünün gittikçe şiddetlendiğini, gümbürtülerin art arda sıralandığını açıkça işitiyordu. Bu arada rüzgârın savurduğu iri yağmur damlaları pencerenin camını, cama yapıştırılan kâğıdı dövmekleydi.
Avcının yağmurda şırıl sıklam ıslandığını, durmadan kütüklere çarpıp tökezlediğini gözünün önüne getirerek, “Kör şeytana uydu! Şimdi korkudan dişleri takırdıyordur!” diye geçirdi içinden.

Aradan tın dakika bile geçmemişti ki. ayak seslerinin ardından kapı şiddetle yumruklandı.

—Kim o? diye bağırdı korucu.

—Benim. Aç kapıyı!

Gelen avcıydı. Orman bekçisi fırından aşağı indi, el yordamıyla mumu bulup yaktı, kapıyı açmaya gitti. Avcı ile köpeği iliklerine değin ıslanmışlardı. Yağmurun en hızlı zamanında dışarda dolaştıkları için sıkılmamış çamaşır gibi su sızıyordu üzerlerinden.

—Neymiş o? diye sordu korucu.

Avcı soluk soluğa;

—Arabasıyla giden bir köylü kadını yoldan çıkıp çalılara saplanmış, dedi.

—Aptal karı! Çok korkmuş olmalı... Arabasını kurtardın mı bari?

—Senin gibi alçaklara yanıl verecek değilim!

Avcı böyle diyerek ıslak şapkasını sıranın üstüne allı.

—Şimdi senin kim olduğunu iyice anladım. Sen bayağının, en adi adamın birisin! Orman bekçisisin üstelik o yüzden sana aylık veriyorlar! Meğer ne aşağılıkmışsın!
Fırına doğru suçlu suçlu yürüyen korucu yukarıya tırmanıp yattı. Sıraya oturan avcı ise bir an düşündükten sonra üstündeki ıslak giysisini çıkarmaksızın oraya boylu boyunca uzandı. Biraz sonra kalktı, mumu söndürdü, yeniden yattı. O sırada düşen bir yıldırımın gümbürtüsüyle birlikle yerinde döndü, tükürdü, kendi kendine homurdandı:

—Korkuyormuş. hergele!.. Kadını oracıkta kesselerdi ne olacaktı? Orman bekçisinden başka kim koruyacak onu? Üstelik yasını basını almış, vaftiz edilmiş bir Hıristiyan! Yok, canım, domuzun teki bu!

Orman bekçisi boğazını temizledi, içini çekli. Karanlıkla silkelenen Fliorka’nın üstünden sıçrayan damlalar her yere saçıldı.

—Demek, kadıncağızı oracıkta kesselerdi aldırmayacaktın? Allah cezamı versin, senin böyle biri olduğunu anlayamadım!

Avcının bu sözlerinden sonra ortalığa bir sessizlik çöktü. Fırtına bulutu geçip gitmişti, gök gürlemeleri uzaklardan geliyordu, ancak yağmur yağıyordu durmadan. Sessizliği gene avcı bozdu.

—Yardım isleyen sen olsaydın buna ne derdin acaba? Kimse yardımına gelmese, domuz herif, hoşuna gider miydi? Ne kadar alçakmışsın, şimdi iyice anladım.

Uzun bir sessizlikten sonra avcı yeniden başladı:

—insanlardan korktuğuna göre bir sürü paran var demektir. Yoksul olsan niçin korkacaksın ki?
Artem fırının üstünden hırıltılı sesiyle şöyle dedi:

—Söylediğin bu sözler için günaha giriyorsun. Para bende ne arasın?

—Yok, canım! Senin gibi alçaklarda para bulunur. İnsanlardan niçin korkuyorsun, söyler misin? Demek ki, var. Aklın başına gelsin diye tutup seni bir güzel soymalı.

Artem sessizce fırının üstünden indi, mumu yaktı, tasvirin altına olurdu. Yüzü sapsarıydı, gözünü avcıdan ayırmıyordu.

Avcı doğruldu.

—Yok, yok, soyacağım seni. Soymayacağımı mı sandın? Senin gibilere iyi bir ders vermek gerekir. Söyle şimdi, paralar nerede?

Artem ayaklarını altına aldı, gözlerini kırpıştırmaya başladı.

—Söyle hadi, ne büzüşüp duruyorsun? Paraları nereye sakladın? Dilini mi yuttun, be adam? Niçin susuyorsun?

Ava bir sıçrayışta Artem’in yanına vardı.

—Gözlerini kukumav gibi dikip durma! Sökül paraları! Yoksa şu tüfekle ateş ederim!

—Sen de amma üstüme vardın! Niçin yapıyorsun bunları? Tanrım görmüyor mu sanıyorsun? Sonunda cezanı çekeceksin. Benden para istemeye hakkın yok!

Avcı Artem’in ağlamaklı suratına baktı, yüzünü buruşturdu, öfkeyle şapkasını başına geçirdikten sonra tüfeğine davrandı.

—İnsan şu suratına bakmaya iğrenir! dedi dişlerinin arasından. Gözüm görmesin seni! Pis kulübende geceleyecek değilim. Hadi. Fliorka!

Tedirgin konuk kapıyı çarparak çıktı gitti. Artem onun arkasından sürgüyü sürdü, istavroz çıkardı, yerine yattı...

SON EKLENENLER

Üye Girişi