Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

YALNIZ EFE-ÖMER SEYFETTİN

Başlangıç

Sabahtan beri yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçi yolları, bazen sel yarıntıları içinde kayboluyor, bazen sık fundalıklardan ayrılarak, dibinde sivri çam tepeleri görünen karanlık çukurlara sapıyordu. Ayı avına gidiyordum. Rehberim "Kumdere" köyünün en ünlü nişancılarındandı. Beraber tırmanacağımız yüksek ormanlı dağların daha çok uzağındaydık. Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu. Güneş yoktu. Sonsuz, mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökte faniliğin geçmiş saatlerini hatırlatır kederli guguk sesleri yankılanıyordu. Artık iyice yorulmuştum. Omuzumdaki silah gittikçe ağırlaşıyordu.
-    Biraz dinlensek... dedim.
Rehber güldü. Onun da kır çember sakallı şen
yüzü pembeleşmişti.
-    Kesildin mi? diye sordu.
-    Hayır.
Sırtında çiftesiyle üç günlük yiyeceğimizden başka benim yükümü de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söylemedim.
-    Ha biraz gayret! Dedi. Yarın başına kadar çıkalım. Oradan öte "Akkovuk"a kadar yol iyidir.
Yarım saat daha tırmandık. Ayaklarımızın altında küçük taşlar, kireçli topraklar dökülüyordu. Gayet büyük tek bir çam ağacının yanına gelince, rehberim:
-    İşte yarın başı! Dedi.
Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm. Çamın kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi çıkardım. Sırtından yükünü indiren ihtiyar avcıya uzattım:
-    Yak bir sigara bakalım, yorgunluk alır. Ağır bir tavırla:
-    Burada tütün içilmez! Dedi.
Sordum:
-    Niçin? Namazgâh mı burası?
-    Hayır.
-Ya ne?
Önüne bakarak başını salladı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça:
-    Burası Yalnız Efe'nin sırrolduğu yerdir! Dedi. Serin bir rüzgâr yağmurun fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüze siyah bir çadır gibi açılan çam dalları titriyordu. Anadolu'nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunç tarafı, Bozdağı'na giden bu ıssız yol, eskiden beri bir eşkıya uğrağıydı, bunu biliyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir köyde doğdum. Ger Ali'nin, Köroğlu'nun koşmaları, Develi'nin, Cellav'ın olağanüstü öyküleri içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi, eşkıya hikâyelerini dinlemeyi pek severim.
Paketimi cebime soktum.
-    Anlat bana baba, dedim, "Yalnız Efe" kim? Nasıl sır oldu?
İhtiyar avcı torbasının yanına bağdaş kurdu. Çiftesini kucağına uzattı, iri elâ gözleriyle dik yarın keskin kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren derin granit uçurumlara baktı, baktı. Sonra bana döndü:
-    Anlatayım, dedi. Ben şimdi elli yaşını geçiyorum. O vakit pek ufaktım. Onu gören kadınları dinledim. Kendisi hiç erkeğe gözükmezdi?
-    Niye gözükmezdi? Diye sordum.
-    Çünkü kızdı!
-    Kız mıydı?
-    Evet.
Hayretim hoşuna gitti. Geçmişi seven, bütün harikaları geçmişte sanan, geçmişi kutsayan her yaşlı köylü gibi masum bir şevkle hikâyesine başladı. Bu azap, üzüntü, ıstırap dolu bir intikam destanıydı. Belki bir saat sürdü. İhtiyar onun yaptıklarını anlatırken sevgiden dudakları titriyordu. Ben de bu sevginin yansımasını ruhumda duydum. Yalnız Efe’nin her hareketi ahlâki idi. Halk, yerliler, köylüler ona yüce bir kahraman gibi tapıyorlardı. Anlatırken ihtiyar bazen heyecana geliyor, bazen kederleniyor, unutulmamış bir yasın gölgesi yüzünü karartıyordu. Yalnız Efe'nin akıbetini anlatırken kendini tutamadı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Kalbi sanki ağzına gelmişti. Hıçkırıyordu. Boynunu bükerek, iri nasırlı elleriyle gözyaşlarını silerek söylediği sözler hâlâ kulağımda.
Av peşinde gezerken iki hafta bütün uğradığımız köylerde, yörük obalarında hep Yalnız Efe'nin öykülerini dinlemiştim. O zaman şairdim. Duyduğum canlı bir coşkuyla kahramanın destanını yazmaya kalktım. Fakat niçin bilmem yarım bıraktım. Aradan işte yirmi beş yıl, evet, yirmi beş yıl geçti. Bugün tamamlamak ihtimali kalmadığını görüyorum, ihtiyarlayan hatıramda kafiye yok. Bunayan zevkimde kelimelerin ahengi, şiirin esrarı yaşamıyor. Fakat gençliğimde yazdığım bir destanı şimdi bir roman gibi tekrarlayamaz mıyım?
İşte bunu deniyorum.



BİRİNCİ BÖLÜM KİMDİ?

YÖRÜK HOCA’YLA KIZI

Kırların yorgun sessizliğini taşıyan hazin çıngırak sesleri, uzak yakın ineklerin böğürtüsü, köpeklerin havlayışı, fark olunmaz bir uğultunun içinde kayboluyor; sıcak bir bahar günü, önce şeffaf bir sis gibi başlayan uyuşuk gecenin renksiz gölgeleri altında sanki yavaş yavaş eriyor, dumanlaşıyordu. Küçük bir sürü dört inek birkaç keçi, koyun köye giren geniş yolun ta ağzında durmuştu. Alçak bir çitin önünde bir inek hiddetle acı acı böğürdü. Kapı açıldı, sürü, sayı, sıra tanır akıllı mahlûklar gibi teker teker içeri girdi. Biraz sonra köy içinde bir ihtiyar belirdi. Bembeyaz çember sakalı yuvarlak kırmızı yüzünün etrafında gümüş bir hale gibi parlıyor, kalın sarığıyla uygun bir uyum meydana getiriyordu.
Boyu o kadar yüksek, vücudu o kadar iri idi ki...
Dibinden geçtiği duvarlar, çitler, omuzları hizasına bile gelmiyordu. Ellerini kocaman al kuşağının arasına sokmuştu. Açık kapının önüne yaklaşınca:
-    Kezban! Diye seslendi.
Beyaz başörtülü bir kız göründü. Parlak kara gözleri ihtiyara bakınca, yeni açan bir gülü hatırlatan yüzü güldü:
-    Ne var baba?
-    Kapı neye açık ki!
-    Köpek gelmedi daha.
-    Gelmez uğursuz... Aşağıda derenin kenarında oynaşırlar.
-    Neye girmiyon?
-    Bu gece komşular bize gelecekler. Varıp Tosun Dayı'ya da bir diyeyim. O da gelsin.
-    Tosun Dayı hasta imiş. Bütün gün yatmış. Kızı bana dedi.
-    Ben de bir bakayım. Sen yemeği hazırla. Şimdi gelirim.
-    Peki...
İhtiyar, gözleri yerlerde, karşıki çitin arkasında kayboldu. Bu, bütün köyün kendilerindenmiş gibi sevdikleri Yörük Hoca'ydı. Yirmi sene evvel "Artık ihtiyarladım!" diye buraya gelip yerleşmiş, çift ve tarla almış, evlenmişti. Yetmiş yaşını çoktan aşmıştı. Fakat hâlâ dinçti. Gençliğini önce medresede, sonra dağlarda, savaşlarda geçirmişti. Anadolu'nun, Rumeli'nin her yerini karış karış tanırdı. Yemen'de askerlik etmişti. Dört sene evvel karısı ölmüş, kızı Kezban'la yalnız kalmıştı.
"Evlen!" diyenlere güler, başını sallar:
Evlenmek bana gerekmez. Ben artık orada güvey gireceğim! Diye camiin bahçesindeki sık servili küçük mezarlığı işaret ederdi. Zengince idi. Elli yıl dolaşmak onu biraz para sahibi etmişti. Kumdere'nin eşrafından sayılırdı. Köyün fakirlerine, dullarına, öksüzlerine yardım eder, herkesin ölüsüne kendi sevabı için mevlit okurdu... Dünyada hiç bir isteği kalmamıştı. Elli yıllık tecrübe onda hiç ümit bırakmamıştı. Durumları, halkın, hükümetin gidişini hatırlayınca:
-    Ah, dünyanın sonu! Derdi.
Sivastopol savaşından sonra Silistre bozgununu görmüştü. O andan itibaren Anadolu da bozulmuştu. Eşkıyalık, zulüm, hakaret, hırsızlık, açlık, yağmacılık alevsiz bir yangın gibi bu bin yıllık anayurdu yakıp tutuşturuyordu. Yörük Hoca bunu görürdü. Fenalıkların önüne geçmek, bozulan dünyayı düzeltmek lâzımdı. Fakat nasıl? Gece gündüz bunu düşünür, bunu konuşur, bunu tekrarlardı.
"Bir Mehdi çıksa!" diyenlere gülerdi.
Anadolu, Rumeli karma karışıktı. Bir değil, bin Mehdi az gelirdi. Köyün ihtiyarları onun karanlık düşünceleriyle daha beter bunalmışlar, gençleri daha beter sersemlemişlerdi.
"Yörük Hoca dünyanın direğini almış!" derlerdi. Ağzından düşmeyen bir üzüntüsü vardı:
"Ah genç olsam!..."
-    Genç olsan ne yapardın hoca? Diye soranlara cevap vermez, gülümser, başını sallar, köyün her tarafından görünen ormanlı, çamlı dağlara bakarak dalıp giderdi.
... Akşam yemeğini ocağın başında yemişlerdi.
Kezban, siniyi, sofra örtüsünü kaldırdı. Yörük Hoca, boz renkte keçe kaplı sedire çıktı. Çubuğunu yaktı. Kezban, ocağın ateşini düzeltti. Sol taraftaki sedirin üzerinde duran küçük bir iskemleyi çekti. Cezveyi destiden doldurdu. Babası:
-    Şimdi kahve yapma, dedi. Misafirlerle içerim.
-    Peki...
Kezban, dolu cezveyi ocağın önüne bıraktı.
Kalktı. Küçük odanın içinde adeta bir dev yavrusunu andırıyordu. Babası gibi çok iriydi. Elini biraz kaldırsa, isle kararmış basık tavana dokunabilecekti. Başını eğerek kapıdan çıktı.
Bir köpek havladı. Yörük Hoca çubuğunu ağzından çekti. Galiba geliyorlardı. Öksürükler, konuşmalar işitildi. Kezban avluya çıkan kapıyı açıyordu. Gelenler yedi kişiydi. Oda doldu. Sedirlere çıkmayanlar ocağın etrafına çöktüler. En ihtiyarları Hacı Durmuş, Yörük Hoca'nın yanına oturdu. Birbirlerini Sivastopol'den tanıyorlardı. Hoca'yı yirmi sene evvel bu köyde yerleşmeye razı eden bu arkadaşıydı. Mavi gözlü, köse, kamburu çıkmış bir ihtiyardı. Bölükte ona "Cin Durmuş" derlerdi. Bir gece Rus generalinin şapkasını, kılıcını çadırından aşırmış, bizim ordugâha getirmişti.
İki arkadaş yan yana geldiler mi, her defasında:
"Hey gidi günler, hey!" diye birbirlerine bakarlar, gülümserlerdi. Sanki bu onların özel bir selâmı idi. Yörük Hoca oradakilerin hepsine ayrı ayrı hal ve hatır sorduktan sonra Hacı Durmuş'a döndü:
-    Hey gidi günler, hey!... Dedi. Öteki:
-    Keşke görmeyeydik! Diye yüzünü buruşturdu.
Kezban iri vücuduyla ocağın başına çömeldi.
Dörtlük cezveleri sürdü. Yörük Hoca, karşı sedirde oturan bir köylüye baktı.
-    Ey bakalım Muhtar Mehmet, ne var ne yok!
-    Hayırlar Hoca...
-    Dün kasabaya gittin mi?
-    Gittim.
-    Ordan hayır haber gelmez!
Kumdere köyü kasabaya iki saatti. Ovaya inince birdenbire büyüyen dere, kasabada hemen hemen bir nehir olurdu. Halk artık yavaş yavaş bu nehre "Ese Suyu" demeye başlamıştı. Son on beş sene içinde faizciliğiyle zenginleşen Eseoğlu, Kumdere'nin dibinden başlayan ova tarlalarını birer birer satın almağa başlamıştı. Kasabada hükümetin adamıydı. Gelen kaymakamları evlerinde bedava oturtur, polisleri kendi çiftliklerinde aylarca misafir ederdi. Adamlarının hepsi yabancıydı. Çobanları, uşakları, hergelecileri, Arnavutlardan, Rumlardandı. Şehirdeki meşhur Hıristo Çorbacı ortağıydı. Yazları ona misafir gelir, bütün civar köylülere ortalama yüzde iki yüz faizle borç verirlerdi.
Muhtar:
-    Eseoğlu üç senedir borcunu veremeyen "Küçükalan’lıları mahkûm etmiş, dedi.
Küçükalan, ovanın öte başında Kumdere'den biraz büyücek bir köydü.
Hoca sordu:
-    Nasıl mahkûm etmiş?
-    Dava şehirde olmuş. Hıristo Çorbacı, ta İstanbul'dan usta bir avukat getirmiş! Davayı kazanmışlar. Meğer köyde Eseoğlu'na borcu olmayan yokmuş. Şimdi Eseoğlu ile Hıristo bütün köyün tarlalarını, çiftliğini zapt etmişler.
-    Eey ...
-    Eey, işte böyle.
Hacı Durmuş:
-    Şimdi yersiz, yurtsuz kalan Küçükalanlılar ne olacaklar? Dedi.
Çubuğunu derin derin çeken Yörük Hoca cevap verdi:
-    Ne olacaklar? Eseoğlu ile Hıristo'ya esir!
-    Nasıl olur ya!
-    Bayağı olur işte.
Misafirlerin içinde köyün imamı da vardı. Bu az görmüş, fakat çokbilmiş bir adamdı. Köyden olmadığı halde, Yörük Hoca gibi yerlileşmişti. Hacı Durmuş'a izah etti:
-    Nasıl esir olacaklar? Köyün, tarlaların tapuları Eseoğlu'na geçmedi mi ya... Geçti değil mi? İyi ya işte... Tarlaları kim sürecek, çiftini kim toplayacak? Hıristo, Yunanistan'dan Rum getirmeyecek? Eseoğlu kendi çiftliğine bile güç ırgat buluyor. Küçükalanlılar ikisinin hesabına eşek gibi boğaz tokluğuna çalışacaklar.
Yörük Hoca:
-    Boğaz tokluğuna deme, aç acına... dedi. İmam bu sözleri tekrarlardı:
-    Aç acına! Aç acına!
Kezban kahveyi kabartmış, kotarıyordu. Ocakta devrilen bir odun birdenbire alev aldı. Oradakilerin çehrelerini feci bir kırmızıya boyadı. Sanki komşu hemşehrilerinin bu manevi ölümünden duydukları matem hepsinin yüzüne yansıyordu. Sessizlik ağırlaştı. Herkes önüne bakıyordu, Yörük Hoca'nın çubuğu sönmüştü. Kezban, bu karamsar havanın içinde yıkılmaz bir ümit, genç, dinç, güzel bir azim timsalinin hayali gibi yavaş yavaş kalktı. Fincan tepsisini önce Durmuş'a uzattı. Ondan sonra sıra ile bütün oturanlara kahvelerini dağıttı.
Kimi sigara sarmıştı. Kimi bellerinden çıkardıkları çubukları dolduruyorlardı. Kezban babasının lülesini yaktı. Sonra herkese ateş gezdirdi. Sonra gitti, kapının yanındaki alçak iskemleye çöktü. Evde yalnız olduğu için ihtiyar misafirlerin yanından ayrılmazdı. Açık perdeden giren serince bir rüzgâr çubukların, sigaraların dumanlarını ocağa doğru sürüyordu.
Çubuğunu fosurdatan Yörük Hoca:
-    Ah genç olsaydım! Dedi.
Hacı Durmuş'un solundaki gür siyah sakallı kısa boylu, küçük gözlü bir adam -Kamçısızların Veli- Yörük Hoca'nın yüzüne bakmadan:
-    Genç olsaydın ne yapardın, hoca? Diye sordu.
İhtiyar Yörük kahvesinden büyük bir yudumu "ah" la içti. Gözlerini çubuğunun dumanları içinden ayırmak istiyormuş gibi başını kaldırdı. Odanın içi pek dardı, pencereler arkasındaydı. Bakacak bir yer bulamadı. Gözlerini kapadı.
-    Dağa çıkardım! Dedi.
-    Dağa çıkıp da ne yapabilirdin?
-    Ne mi yapabilirdim? Eseoğlu gibi millet düşmanlarını gebertirdim!
Muhtarın sağındaki uzun boylu, hasta yüzlü, perişan bir köylü -Nalbant İsmail- adeta inledi:
-    Eseoğlu bir değil ki...
-    Bin olsun, önce birden başlanır...
Muhtar:
-    Yaşa Hoca! diye bağırdı, sonra ilave etti:
-    Şendeki cevher hepimizde olsa...
Hacı Durmuş:
-    Bizden cevher olsa da para etmez, diye kafasını hafif omuzlarının arasına çekti. Yaş yetmiş, iş bitmiş! Gün gençlere kaldı. Hâlbuki onlar da kendi havalarında... Hiç bir şeye akılları eriniyor. Her şeye eyvallah diyorlar. Anadolu adeta bir tekke olmuş... Bizim zamanımızda kimse kimseye haksızlık edemezdi. Herkes birbirinden çekinirdi. Hele yabancılar memlekete adım atamazlardı. İş, para, çift çubuk bizimdi. Köy değil, hatta kasabaya bile Rum, Ermeni, Yahudi, madrabaz giremezdi.
Verdiği haber, koca bir köyün sütü bozuk bir faizciyle, şehirden yabancı bir Rum'un malı oluşu hepsinin kalbine zehirli bir hançer gibi etki etmişti. Küçükalan, ovanın en zengin köyüydü. Kasabaya alışan gençler hep Eseoğlu'nun yanma gitmeğe başlamışlardı.
Yörük Hoca, Eseoğlu'nun ne kötü bir herif olduğunu bildiği için zavallılara haber gönderdi. "Onunla alışveriş etmeyin. Sizi mahveder" dedi. Fakat sözünü dinletemedi. Beş yıl içinde yedi yaşından yetmiş yaşına kadar hepsi Eseoğlu'na borçlandılar. İşte bugün bütün arazilerini alıyordu. İmansız, merhametsiz, dinsiz bir faizciydi. Bu aklı İstanbul'a, İzmir'e gittikçe manifatura aldığı Rumlardan öğrenmişti. Bu gidişle bütün köyleri esir edecekti. Korkusundan, çiftliğine silahlı Arnavutlarla gidip geliyordu. Kasabada bile canını yakmadığı, yuvasının bir direğini olsun yıkmadığı adam yoktu. Daha elini Kumdere'ye atamamıştı. Kışın köyden her rast geldiğine:
-    Ben size de iyilik etmek isterim. Kim para isterse bana gelsin! Derdi.
Fakat Yörük Hoca borcun, hele bir faizciye edilecek borcun nasıl bir ateş olduğunu, nasıl ev, bark, köy kent yaktığını hemşehrilerine iyice anlatmıştı. "Olmadı mı sabır, kanaat! Oldu mu idare, tedbir!.." Köy bu nasihati tuttuğu halde yine eziliyor, yine sefalete düşüyordu. Her yirmi yaşına giren genç asker olunca Yemen'e gidiyor, bir daha gelmiyordu. Nüfus azalmıştı. Köyde çoğunluğu ihtiyarlarla kadınlar oluşturuyordu. Eseoğlu, borç verip yutamadığı için Kumdere'ye kinliydi. Oraya polisleri belâ ediyordu. Her yeni gelen Kaymakama:
-    Bütün vilayet içinde eşkıya yatağı Kumdere'dir! Devlet burasını topa tutmazsa, rahat görmez! Derdi.
Hâlbuki Kumdere'den şimdiye kadar ne bir adam dağa çıkmış, ne de dağdakilerden biri misafir gelmişti.
Köy, dik bir dağın eteğinde olduğu için halkı hem ovada işleriyle uğraşırlar, hem de kışın dağlarda ayı, kurt, geyik avı yaparlardı.
Avcılık, onları ova köyleri gibi karanlık bir sefalete düşürmüyordu. Nihayet geçen sene Eseoğlu, onların silahlarını da hükümete toplattırmayı başardı. Artık ava gidemiyorlardı. Silahsız kalan halk ne yapacağını şaşırmıştı. Yörük Hoca:
-    Sünnet bozuldu! Demişti.
"Ata binmek, silah kullanmak yüzme öğrenmek" Peygamberin emriydi. Silah olmadıktan sonra av nasıl kovalanırdı? Silahsız at ne işe yarardı. Esir gibi kaldıktan sonra yüzmeye ne lüzum vardı? İnsanın kendisini suya atıp boğuluvermesi daha hayırlıydı! Köyün en büyük üzüntüsü işte bu, silahsız kalmaktı. Polislerin evleri basıp çeyiz sandıklarına varıncaya kadar arayıp ucu sivri bir bıçak bile bırakmadıkları gün, bütün köy sanki ölmüş gibi susmuştu. Kambur Hasan-bu köyün en tuhaf adamıydı- hepsini teselli kabul etmez matemleri içinde güldürdü. Polisler gittikten sonra köylüler Cami meydanında toplanmış, düşünüyorlardı. Kambur Haşan:
-    Hey ağalar! İşte biz de "Çınarlı'ya döndük. Ama bizi nereye çıkaracaklar? Dedi.
Çınarlıların başına gelen felâketi hatırlayınca hepsi gülüştüler. Bu köyün macerası ova halkının eğlencesiydi. Çınarlı, en çok efe çıkaran sarp tabiatlı, haşin bir köydü. Polisler bir gün bunları kandırıp en son silahlarına varıncaya kadar almışlardı. İçlerine fesat düşmüştü. Kim silahını sakladıysa gidip biri haber veriyordu. Bir gün yine bunlardan "yardım" adı altında bir para toplamak istiyorlardı. Çınarlılar:
-    Vermeyiz! Dediler.
Silahlarının toplandığını unutuyorlardı. Kaymakam kızdı. O gün bir polis gönderdi.
-    Kerataların hepsini topla! Ama hiç birisini kaçırma. Ben gelir, onlara para vermeyi öğretirim, dedi.
Polis köye gelince silahını doldurmuş:
-    Kim kımıldarsa, vururum! Diye haykırmıştı. Kimse kımıldayamadı. Suyun kenarında kocaman bir çınarlık vardı. Çoluk-çocuk, ihtiyar, kadın, halkın hepsini bu ağaçların altına getirdi.
-    Hepiniz, şimdi şu çınarın üstüne çıkacaksınız. Beş dakikaya kadar yerde kim kalırsa öldürürüm! Diye ikinci bir emir verdi.
Silahım omzuna dayadı. Halkın üzerine doğrulttu. Köylü, can korkusuyla bir maymun sürüsü gibi çınarlara tırmandılar. O zaman polis:
-    Kim aşağıya inerse vururum! Diye tekrar bağırdı.
Derenin dibindeki gölgelere uzandı. Sigarasını yaktı. İçti. Uyuyuverdi. Köylüler polisin uyuduğunu gördükleri halde, yine rol yapıyor diye yere inemiyorlardı. Bu esnada Kaymakam gelmişti. Köyde tavuklardan, köpeklerden başka canlı yaratığa rast gelemeyince, ürktü, "Acaba hepsi dağa mı çekildi?" diye düşündü. Gönderdiği polisi sonunda derenin kenarında uyumuş görünce, kafasına bir tekme indirdi:
-    Ulan hani köylüler? Diye haykırdı.
-    Burada efendim.
-    Nerede?
Polis havaya havaya bakıyor, kaymakam bir şey anlamıyordu. Bir de gözlerini kaldırınca gördü ki, bütün köylü çınarların üstünde.... Bir kahkaha attı.
-    Aferin ulan! Dedi, iyi akıl etmişsin!
Polis:
-    Ne yapayım efendim! Uykum vardı. Kaçmasınlar diye hepsini ağaçlara çıkardım. Cevabını verdi.
Kaymakam parası olanın aşağı inmesini emretti.
Parası olmayan çınarların dalları içinde mahpus kalacaktı. Parası olmayanlara da borç para bulup indirdiler.
İşte Çınarlı köyünün bu macerası, Anadolu'nun henüz silahı elinde kalan çocuklarını çok güldürmüştü. Zavallılar atalarının:
"Gülme komşuna, gelir başına" dediğini unutmuşlardı. Eseoğlu, hükümete ihbarcılık yapa yapa ovadaki her köyü Çınarlılar gibi silahsız bırakmıştı. Yalnız kendi korucuları, kolcuları, çobanları, mandıracıları, hergelecileri silahlıydı. Bu adamları da hep Arnavutluk'tan, Yanya'dan filan getirtiyordu. Hizmetinde hiç yerli kullanmazdı. Bir nevi silahlı derebeylik kurmuştu. Civarda korkmadığı, ürkütmediği insan kalmamıştı. Vurduruyor, öldürüyor, kendisine karşı gelebilecek hiçbir kuvvet bırakmıyordu. "Eşkıya, yataklık, filan..." yalanlarıyla hükümeti kendine uydurmuştu. Civarın en güzel kızlarını zorla nikâhına alıyor, bir hafta sonra boşayıveriyordu. Yaptığı fenalıklar sınırları aştığı için son günlerde kasabadan dışarı çıkamaz olmuştu. Hep bir eşkıya hücumundan korkardı. Muhtar, tekrar bir sigara tellendirerek onun korkularını anlatmaya başladı.
Nalbant İsmail:
-    Pekâlâ, korkuyor emme, gene fenalık etmekten vazgeçmiyor... dedi.
-    Elinde değil.
-    Eli kopsun....
Muhtar, Yörük Hoca'ya döndü.
-    Ha! Azıcık daha unutacaktım... Dedi. Eseoğlu dermiş ki: "Yörük Hoca ölsün, Kumdere'yi de zapt edeceğim!"
-    Kime demiş ki?
-    Herkese...
-    Ecel yaşa bakmaz oğul! Sayısı, sırası yoktur.
Ben öleceğim de, o dünyada kazık mı dikecek! Hem o daha bizim köye elini uzatacağına bana borcunu versin!
Odadakilerin hepsi Yörük Hoca'nın gözlerine baktı, Muhtar da şaşmıştı.
-    Sana borcu mu var?
-    Var ya...
-    Ne kadar?
-    Yüz elli lira kadar.
-    Ne vakit almıştı?
-    Üç sene oluyor. Bir cuma günü kasabadaydım. Harmanı yeni satmıştık. Köylülerden alacaklarımı da almıştım. Bu herif bana rast geldi: "Aman hoca, şu dakika çok sıkıştım. Bana üzerindeki paraları ver... Dedi.
-    Eey, sen de verdin mi?
-    Verdim.
-    Senet filan almadın mı?
-Almadım.
Kamçısızların Veli güldü:
Öyleyse, artık ahirette alırsın.
-    Hayır, dünyada alırım.
Hacı Durmuş da başını salladı:
-    O herif dünyada borcunu vermez... Dedi
-    Ben alırım.
-    Görürüz.
-    Hem yarın...
Muhtar yemin etti:
-    Hoca inat etme, vallahi vermez.
-Ben alırım.
-Boşuna başına belâ alacaksın!
Kapının yanında duran Kezban hiç lafa karışmıyor, yalnız dinliyordu. O da babasının Eseoğlu'ndan alacağı olduğunu yeni işitmişti. Bu herifi, üç sene evvel, bir gün pazarda görmüştü. Sarı, esmer, çirkin suratı, çarpık burnu, dişlek ağzı gözünün önüne geldi. Gizli bir nefretle titredi. Şimdi köylüler av hikâyelerine başlamışlardı. Henüz köyde iki gizli silah vardı. Kışın onunla nöbetleşe ayı avına gidiyorlardı. Ama postu kasabaya götüremiyorlar, daha yukarıdaki köylere satıyorlardı. Eğer kasabada ayı postu görseler, "Ne vurdunuz?" diye hemen polis memuru insanı yakalıyordu. Laf Tosun Dayı'nın hastalığına geldi.
"İnce dert!" diyorlardı.
Beş yetişmiş oğlunun hepsi Yemen'e gitmiş, hiç biri geri gelmemişti. Bu ihtiyar, geri dönmeyen oğullarını düşüne düşüne eridi. Sapsarı oldu. Bir deri bir kemik kaldı. Şimdi ölüyordu. Bütün çifti, çubuğu kimsesiz bir ihtiyar kadıncağıza kalacaktı. Oradan lafı Moskof'lara getirdiler. Köyde her toplanmanın sonu Moskof hikâyesiyle biterdi. Yine her vakit ki gibi Hacı Durmuş, Yörük Hoca birer olay anlattılar. Bu, bitmez tükenmez bir romandı. Elle tutulan patlamamış gülleler! Gece hücumları! "Allah, Allah" sesini duyunca Rus ordularının silahlarını atıp kaçışı! Kurşun vurmaz komutanlar! Yeşil sarıklı hayal ordularının yol açması! Yörük Hoca anlattıkça dinleyenler heyecana geliyorlardı. Bu sefer anlattığı vücudu yarı beline kadar donmuş bir nöbetçinin macerasıydı. Kendini değiştirmeğe gelen arkadaşını görünce, şahadet getirmeğe başlamış, yürü-yememiş, hemen oracıkta ölmüştü. Köylülerden biri:
-    Ah, şu Moskof'la bir kere daha karşı karşıya gelsek!
Dedi.
Yörük Hoca güldü:
-    Oğul! Şimdi Moskof içimizde! Hacı Durmuş onayladı:
-    Moskof içimizde! Her gün ölüyoruz. Küme küme ölüyoruz işte!
Sonra Anadolu'nun çektiği ıstırabı anlatmağa başladı. Halk daha içerilerde ot yiyor, çuval giyiyordu.
Mısır koçanından yapılma ekmeği bile ömründe görmeyen Türkler vardı. Kaç yıl vardı ki hayvanlar gibi ormanlarda, kırlarda kökleri topluyorlar, ince toprak killeri un gibi midelerine indiriyorlardı.
Yörük Hoca:
-    Bu gidişle bizim de olacağımız o... dedi. Ver, ver, ver! Elde yok, avuçta yok! Sonumuz n'olacak?
Açlığın, çıplaklığın korkunç hayali içerlerden gölgesini bu verimli ovalara bile uzatıyordu. Konuşurlarken, hepsinin yüzünde bu günün karartısı belli oluyordu. Hacı Durmuş, içerlerinin haraplığım, perişanlığını anlattıkça hep bir nakarat gibi:
-    Bu bizim her şeye "eyvallah" deyip boyun eğmemizdendir! Sözünü tekrarlıyordu.
O ihtiyardı. Zaten birkaç günlük ömrü kalmıştı.
Fakat eli ayağı tutanlar hiç bir haksızlığa razı olmamalıydı. "Ah!" diyordu, "her memlekette bir adam çıksa... Ne rüşvet kalır, ne zulüm kalır, ne fesat kalır! Bir kişi... Bir kişi..." Yörük Hoca da onun fikrindeydi.
İçlerinden biri dedi ki: "Yemen, Arabistan kasaphanesi durdukça köylerimizde genç kalmıyor!" Bu pek doğruydu. Hepsi gözlerini yerlere indirdiler. Köyde, en aşağı iki dinç evlâdını Yemen çöllerinde kaybetmemiş aile yoktu. Sanki durmak dinlenmek Türk'ün nasibi değildi. Bir savaş biterken biri çıkıyordu. Ha Mora, ha Sivastopol, ha Sırp, ha Karadağ, ha Moskof! Sonra bunlar yetmiyormuş gibi bir de Arabistan! Bu kadar fedakârlıklara karşı ya görülen zulüm! Çektiklerini hatırlayan köylülerin benizleri soluyordu.
Geç vakit gitmeğe kalktılar. Bu gece hep acı şeyler konuşmuşlardı. Çam Hüseyin, tavana varan uzun boyu ile kapıdan çıkarken:
-    Keşke hoca, bize biraz kitap okuyuverseydin! Konuştuk, zehirlendik! Dedi.
Gündüz gibi bir mehtap avluyu aydınlatıyordu.
Kezban ile Yörük Hoca dış çite kadar misafirleri uğurladılar. Dönerlerken Kezban ahıra uğramak için ayrıldı.
Babası:
-    Yarın kasabaya gideceğim! Atı erken hazırla! Dedi.
-    Nereye gideceksin?
-    Şu Eseoğlu'ndan benim parayı istemeğe!
-    Pekâlâ...
İhtiyar durdu. İri, güzel kızının gidişine baktı.
Gayri ihtiyarî:
-    Ah, şu bir erkek olsaydı! Diye içini çekti. Kezban döndü:
-Bir şey mi dedin ki baba?
-    Yok, bir şey demedim!
Fakat Kezban, onun dediğini, onun niçin "ah" ettiğini duymuştu. Evet, erkek olsaydı, erkek olsaydı... Gözünün önüne çamlı dağlar, karlı yollar, hainlerin, hırsızların, namussuzların, zalimlerin, kirli çamurlara, kanlara bulanmış ölüleri geldi. Ah erkek olsaydı... Fakat işte kızdı! Erkek olmanın çaresi yoktu. Düşüne düşüne ahıra girdi. Atın önüne ot koydu. Eşek köşeye tıkılmıştı. Onu çekti çıkardı. Sonra eve girdi. Babası odasına çekilmiş, yatmıştı. O, yatağı serdiği sedirin kenarına oturdu. Gözlerini, ayın mavi ışığıyla etrafı gümüşlenen yüksek, çamlı dağlara dikti. Gece işittikleri birer birer aklından geçiyordu. Kulakları çınlamağa başladı. Bülbüllerin sesini duymuyordu.
-    Ah, erkek olsaydım! Dedi.
Yatağına soyunmadan yüzükoyun uzandı. Sabaha kadar uyuyamadı.




II

Hocanın Ölümü

Yörük Hoca, daha güneş doğmadan yola çıkmıştı. Kezban sebepsiz bir üzüntü içinde sıkılıyordu. Âhırı temizledi. Biraz çamaşır yıkadı. Sonra, tahtaları sildi, işi bitince, Kambur Hasan'lara gitti. İkindiye kadar oturdu. Hasan'ın karısı onun sütanasıydı. Boş kaldığı zamanlar hep bu kadının yanına gelir, tezgâhında bez dokurdu. Bugün tezgâha elini süremedi.
-    N'oldu sana? Hasta mısın ki?
-Yo....
-    Neye öyle durup bakarsın?
-Hiç.
-    Deyiver, deyiver.
-    Bir şey yok vallaha.
-    Benzin solmuş.
-    Gece uykum kaçtı da.
Sabahleyin babası ata binerken, sanki uzak, dönülmez bir gurbete gidiyormuş gibi kederlenmişti. Kasaba ona zulüm, fenalık dolu bir yer hissini verirdi. Sebepsiz duyduğu, bu kederden bir türlü silkinip sıyrılamıyor, aklından gece işittiği şeyler birer birer geçiyordu. Eseoğlu'nun çirkin hayali gözünün önündeydi. İçinden: "Şimdi ihtimal babamla konuşuyor" dedi. Yüksek, iri, levent babasının karşısında çarpık, bodur, iğrenç herifin çürük dişlerinin sırıttığını görür gibi oluyordu. Kim bilir borcunu vermemek için ne yalanlar uyduracaktı. Hacı Durmuş'un geceki iddiasını hatırladı:
-    O herif dünyada borcunu vermez. Babası:
-    Ben alırım! Demişti.
Acaba Muhtarın yeminle iddia ettiği gibi "Boşuna, başına belâ" mı alacaktı? İkindiye doğru tekrar döndü. Boş durmamak için eline çorabını aldı. Örmeğe başladı. Tığları parmaklarına batıyordu. Kalktı, ahırdaki folluklardan yumurtaları topladı. Gübre yığınlarının üstündeki tavuklar sanki yorulmuşlardı. Eşinmiyorlar, öyle duruyorlar, başlarını eğerek ona bakıyorlardı. Hava güzel olduğu halde ortalıkta gizli bir hüzün vardı. Büyük kırmızı horoz başını altın tüylerinin içine çekmiş gözlerini kapamış, ayakta uyukluyordu. Onları kümes tarafına kışkırttı. Sonra, çitin kapısına doğru yürüdü. Açtı eşiğe oturdu.
-    Neredeyse gelir! Diyordu.
Akşam oldu. Kırdan sürüler döndü. Fakat babası gelmedi. İnekleri ahıra soktuktan sonra yine kapının eşiğine oturdu. Hava iyice karardı. Yıldızlar parladı. Korudan bir bülbül inledi. Kezban ellerinin tersiyle gözlerini oğuşturuyor:
-    N'oldu ki? N'oldu ki? Diye kıvranıyordu. Babası geceleyin hiç kasabada kalmazdı. Ansızın yanından bir gölge atladı. Bu köpekti. Gözüyle hayvanı takip etti. Kasaba yoluna doğru koşuyordu. "Acaba bir gelen mi var?" ümidine düştü. Doğruldu. Karanlıkta pek ilerisi gözükmüyordu. Fakat köpek koşarak geri döndü. Kezban'ın eteklerini kokladıktan sonra, arka ayaklarının üstüne oturdu. Gözlerini Kezban gibi karanlıklara dikti. Sanki sahibinin gelmediğini hissetmişti. Kezban, boğulacağını sanıyordu. Ağır, sökülmez bir hıçkırık göğsünden kabarıyor, boğazına tıkanıyordu. Köpek, acı acı ulumağa başladı. Bu uluyuş kalbi parçalayacakmış gibi içine yansıyordu.
-    Hoşt! dedi.
Köpeği içeri kovdu. Sonra kapıyı çekti. Karşı çite doğru yürüdü. Belki artık yatsı olmuştu. Aralık bir kapıdan girdi. Önce havlayan köpek yanına gelince sustu. Sonunda ışık görünen bir pencereye gitti. Burası Tosun Dayı’nın eviydi.
-    Kim o?
-    Benim.
-    Ne arıyon Kezban?
Tosun Dayı’nın karısı Fatma Molla bir cevap alamayınca genç kıza dikkatle baktı:
-    Söyle, ne istiyon?
-Hiç.
-    Neye geldin?
-    Babam bugün kasabaya gitti. Gelmedi.
-    Belki bir işi çıktı. Yarın gelir. Ne merak ediyon?
-    Hiç kalmazdı.
İçeriden Tosun Dayı’nın titrek, solgun, halsiz sesi işitildi:
-    Yahu, kim o?
-    Kezban.
-    Buraya gelsenize ...
Kapıda ayakta duran ihtiyar kadın, kızı içeri aldı. Hasta, yerden bir karış kadar yüksek bir sedirin üzerinde uzanmış yatıyordu. Sakallı, giysili bir iskelet sanılacak derecede zayıflamıştı. Karanlık ağzının içindeki uzun dişleri bembeyaz görünüyordu. Gözleri, parlak birer karanlık saklayan iki derin çukurdu. Kezban, ocak başındaki mindere çöktü. Fatma Molla da oturdu. Hasta, nefesini topladı. Dinlene dinlene sordu:
-    Ne ... var... ki?
Kezban:
-    Babam kasabaya gitti, gelmedi amca...
-    Niçin gitti?
-    Eseoğlu'ndan alacağı vardı da... Onu istemeğe...
-    Erken mi gitmişti?
-    Çok erken.
-    Gelir kızını.
Ocağın üstündeki kandilin sarı ışığı, bu küçük odaya canlı bir mezar şekli veriyordu. Tosun Dayı ölmek üzereydi. Ocağın dibindeki siyah kedigözlerini yummuş ve sanki bu hayatın çirkinliğini, ihtiyarlıkla hastalığı görmek istemiyordu. Bir süre sustular. Birden dışarıda pek yakından bir baykuş kahkahası yansıdı. Kedigözlerini açtı. Hasta, ihtiyar kadın, genç kız bakıştılar.
Fatma Molla:
-    Üç gecedir bu uğursuz musallat oldu. Tepemizde ötüp duruyor, dedi.
Hasta daha çok sarardı. Sanki işitmemiş gibi davranıyordu. Sonra yavaş yavaş koyunlardan, ekinlerden konuşmağa başladılar. Bu sene, Tosun dayının üç ineği de gebeydi. Fakat Kezban anlamını duymadan cevaplar veriyor, babasının nerede kalabileceğini düşünüyordu. Yatsı ezanı okundu. Fatma Molla abdeste kalktı.
Kezban:
-    Ben de gideyim, dedi. Babam gelirse, beni beklemesin.
Kapının dışarısı simsiyahtı. Bastığı yerleri görmeyerek yürüdü. El yordamıyla çitten çıktı. Karanlığa alışan gözleri şimdi duvarları, ağaçları, sokakları fark ediyordu. Kendi kapılarının önünde bir gölge gördü. Yüreği "hop" etti. Babası mıydı? Hayır, kısa boylu bir adam.
-    Kimdir o? diye seslendi.
-    Recep.
-    Ne var?
-    Sana baktım.
Kezban hızla kapıdaki adama yaklaştı. Bu Nalbant İsmail'in genç oğluydu. Beraber büyümüşlerdi. Heyecanla sordu.
-    Beni ne yapacaksın?
-    Şey-
-Ne?
-    Söyle be?
Delikanlı bir şey söylemiyor, başını arkaya çeviriyor, Kezban'ı sanki görmek istemiyordu. Köpek, arkadan çitin kapısını tırmalayarak havlıyordu. Kezban, yüreğinin çarpıntısından düşeceğim sandı. Eliyle çite dayandı.
-    Ülen, söyle ne var?
-    Amcamı vurmuşlar.
-    Babamı mı?
-Ha!
Birdenbire nefesi tıkanır gibi oldu. Dişleri kilitlendi. Ağzını açamadı. Recep aptal aptal genç kıza bakıyordu. Kezban son bir gayretle sordu:
-    Nerde?
-    Eseoğlu'nun çiftliğinde.
-    Kim haber verdi?
-    Çobanlar! Korucular... "Gelin cenazenizi alın!" diye köye haber göndermişler.
Kezban olduğu yere çöktü. Başını ellerinin içine aldı. Hüngür hüngür ağlamağa başladı. Recep gidemiyor, genç kızın başucunda duruyordu. Ağlaya ağlaya sanki gözyaşları bitti. Hıçkırıkları seyrekleşti. Recep, üzerine eğiliyor:
-    Galk gardaşım, galk, hadi bize gidelim... diyordu.
Kezban karanlığın içinde birdenbire doğruldu.
-    Ben gidiyorum, dedi.
-    Nereye?
-    Babamın ölüsüne.
-    Şimdi gece, yarın bütün köylü gidecek.
-    Ben duramam.
-    Ben de geleyim.
-    İstemez.
Hızlı hızlı kasabaya inen yola atıldı. Recep, kapının önünde ayakta kalmıştı. Çitin içindeki köpek havlıyor, kapıyı paralayacak gibi sarsıyordu. Kezban karanlıklar içinde kayboldu. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Ayaklarına taşlar vuruyor, etekleri çalılara takılıyordu. Belki dört saatten çok koşmuştu. Yorgunluk hıçkırıklarını dindirmişti. Dağların üstü morlaşıyor, yıldızlar siliniyordu. Uzakta, yolun solunda çiftliğin binaları artık görünmeğe başladı. Esmer bir sis, dere kenarında gölgeden bir duvar halinde boyuna uzanan söğütlerden, kavaklardan çıkmış bir duman gibi çatıları sarıyordu. Durmadı. Hiç dinlenmedi. Bir an evvel babasına kavuşmak istiyordu. Suyun üzerindeki dar tahta köprüyü geçti. Kalabalık horoz sesleri işitiliyordu.
Dış çitleri geçince, üzerine birkaç köpek atıldı. Havlıyorlardı. Kezban çitten bir kazık çekti. Etrafında havlayan köpeklere savurarak ilerledi. Çiftliğin büyük kapısı henüz kapalıydı. Tekmeledi. Köpeklerle uğraşıyordu. Kapının üstündeki odadan çıplak bir baş uzandı.
-    Kimdir o, mori?
-    Gel aç.
-    Sen kimsin?
-    Kumdere'li Yörük Hoca'nın kızıyım.
-    Bre, bre! Amma kabadayı şey bre!
-    Haydi aç diyorum.
-    Korkmaz mısın bre mori, geceleyin gelirsin burda?
-    Aç be çabuk.
-    Ne yapacaksın?
-    Babamı göreceğim.
Korucu çirkin bir baykuş kahkahası attı.
-    O, öldü bre!
Kezban gülen herife dehşetle baktı. Dişlerini sıktı. Birdenbire kalbinin çarpışı hafifledi. Sesini yumuşattı:
-    Haydi korucu ağa. Ölüsünü göreyim bir kere.
-    Ölünün nesini göreceksin?
-    Yapma korucu ağa.
Herif eğleniyordu. Diyordu ki:
-    Daha gece, sonra kâhya darılır. Sen biraz dere kenarında dolaş. Hava iyice açılınca gel.
Köpekler Kezban'ın etrafında sıçrayıp havlıyorlardı. Genç kız büyük kapının eşiğine oturdu. Havlamaktan yorulan köpekler karşısına yattılar. Gözlerini elindeki kazığa diktiler. Böyle ne kadar vaktin geçtiğini anlamadı. Ortalık ağarıyordu. Ne yapacaktı? Babasını acaba neresinden vurmuşlardı. Şimdi gece gibi üzüntüsünü hissedemiyordu. Sanki kalbi gerilemiş, katılaşmıştı. Ne olmuştu? Niçin babasını vurmuşlardı? Mutlaka bunu Eseoğlu yaptırmıştı. Eseoğlu... Köyün, babasının, herkesin düşmanıydı. Yine çarpık burnu, dişlek ağzıyla gözünün önüne geldi. Yumruklarını sıktı. Dişlerini sıktı. Başını salladı. Karanlık, gizli, şekilsiz düşüncelere daldı. Dayandığı kapı büyük bir tıkırtıyla açılırken, bir kâbustan uyanıyormuş gibi silkindi. Doğruldu. Karşısında yaşlı bir Rum gördü. Bu Eseoğlu'nun hizmetçisiydi. İçerde, beyaz küçük bir sarayı andıran çiftlik kulesinin pencerelerinde, hâlâ aydınlıklar parlıyordu. Rum eğildi. Gözlerini oğuşturdu. Kezban’a dikkatle baktı.
-    Kız ne arıyon burda? Dedi.
Kezban gayet soğukkanlı cevap verdi:
-    Babamı?
-    Baban kim senin?
-    Kumdere'li Yörük Hoca ...
-    Hesto diyavolo (Haydi defol şeytan). O öldü.
-    Biliyorum.
-    Görüp ne yapacaksın?
-    Ölüsü nerede?
-    Ben bilmem.
Rum, sabah mahmurluğuyla gözlerini oğuşturuyor, Kezban'ın cepkeninden taşan memelerine, başörtüsünün altında solgun bir nur ile parlayan güzel yüzüne baktı. "Omorfo koriçe, diyavolo" (Ne güzel kız, Tanrım.) diye mırıldanmağa başladı. Genç kız içeri girmemişti.
-    Dur, uşaklar kalksın, soralım!
-    Peki...
Rum, cebinden çıkardığı metal bir tabakadan sigarasını sarıyor, yanındaki oda kapıları açılıp kapanıyordu. Kapının üstündeki taraçada bir merdiven vardı. Parmaklar arasında birkaç adamın dolaştığı görüldü. Kapıcı çakmakla sigarasını yaktı. Merdivenin altında ilerledi. Yukarıda gezinenlere bağırdı.
-    Kâhya kalktı mı?
-    Kalktı, dediler.
-    Bir kız gelmiş. Dünkü vurulan Kumdere'li Yörük'ün kızıymış. Söyleyin ne yapalım?
Taraçadaki seslerden biri sordu:
-    Ne istiyormuş, Hıristo?
Kapıcı genç kıza bakarak cevap verdi:
-    Babasının ölüsünü.
-    Kâhyaya haber verelim.
-    Haydi.
Kezban bekledi. Yukarıda kapılar açıldı, kapandı. Sonra merdivenin yarısına kadar inen genç bir köylü:
-    Gel buraya, kâhyanın yanına gideceksin... diye, Kezban'ı çağırdı.
Kezban yürüdü. Merdivenleri çıktı. Büyük karanlıkça bir odaya girdi. Yerler siyah keçe döşeli, duvarlarda birçok tüfek asılıydı. Ocağın başında kırmızı bir yatağa yan gelmiş çubuğunu fosurdatan iri bir Arnavut, onu baştan aşağı süzdü.
-    Sen o herifin kızı mısın, mori?
-    Kızıyım!
-    Senin baban ne belâymış! Bizim başımızı azıcık daha belâya sokacaktı. Bereket versin kırk paralık kurşuna!
Kezban susuyor, hiç cevap vermiyordu. Sonra kâhya tekrar sordu:
-    Köye akşamdan haber gönderdik, gelip cenazeyi alsınlar diye...
-    Ne susuyorsun?
-    Sen nereden haber aldın?
-    Bir adam haber verdi.
-    İstersen al, omuzla kendin götür. Babanın leşi kaç para eder; yüzüp de derisini satacak değiliz ya...
Kezban donmuş gibiydi. Sanki taş kesilmişti. Sanki artık kalbi çarpmıyordu.
Kâhya, bu iri siyah gözlerin bakışı altında rahatsız oldu. Ayakta duran uşağa:
-    Ölü nerede? Diye sordu.
-    Ahırın yanında gübreliğe attık.
-    Öyleyse bu gece sıcak sıcak epeyce rahat etmiştir. Götürün bu kızı oraya. Köylüler gelinceye kadar beraber beklesinler, mori!
Kezban yine cevap vermeden dışarı çıktı. Uşağın arkasından yürüyordu. Taş döşeli büyük avluyu geçtiler. Uzun su dolu yalakların önünden geçtiler. Ahırlar ta son köşedeydi. Güneşin ilk ışıkları hafif bir duman halinde gübrelere yansıyor, tavuk horoz, hindi, kaz, ördek kalabalığı altında bu yığınları kaplıyordu. Yaklaştılar. Uşak arkasına döndü:
-    Nah! Dedi.
Kezban ilerledi. İki yüksek gübre yığınının arasında uyuyor gibi uzanmış olan babasını gördü. Sağ kolu görünmez bir endamla lânet ediyor gibi yukarı doğru uzanmıştı. Yumrukları kilitlenmişti. Sönük gözleri açıktı. Başından akan kanlar yüzünü boyamış, aksakallarını kıpkırmızı yapmıştı. Ağzı gayet müthiş şeyler söylemek istiyormuş gibi açıktı, kapkaranlıktı, korkunçtu. Kezban sanki bu ölüye görmeden baktı. Heyecan göstermedi.
-    Babamı kim vurdu? Dedi.
Uşak tereddüt etti:
-    Bilmiyom.
-    Ne vakit vurdular?
-    Bilmiyom.
-    Nerede vurdular ki?
-    Bilmiyom.
Kezban acı acı gülümsedi.
-    İyi... Dedi. Ben öğrenirim.
Uşak sanki katilmiş gibi sıkılıyordu. Döndü, arkasına bakmadan uzaklaştı. Kezban, babasının ölüsüne tekrar dik dik baktı. Başı ucuna geçti, oturdu. Elini sürmeğe çekiniyordu. Başını iki ellerinin arasına aldı. Sökülmeyen bir hıçkırık boğazına tıkanıyor, nefes alamayacak gibi oluyordu. Gözyaşları sanki kurumuştu.
...Köylüler gelinceye kadar öyle durdu. Hoca Durmuş ahalinin başındaydı. Hepsinin gözleri yaşlıydı. Nalbant İsmail inledi:
-    Kalk kızım!
Kezban derin bir uykudan uyanır gibi doğruldu.
Köylüler taze ağaç dallarından yapılmış bir sedye getirmişlerdi. Hepsinin yüzünde ağır bir kaderciliğin sakinliği mermerleşmişti.
Muhtar:
-    Allah rahmet eylesin! Dedi.
Kimse kımıldayamıyordu. Herkesin gözleri Keban'daydı.
Hacı Durmuş:
-    Niye duruyoruz ki? Diye sedyeyi tutan genç köylülere
baktı.
-    Allah rahmet eylesin!
-    Katiller...
-    Öğleye yetiştirelim.
-    Kim vurmuş ki?
-    Sormak lazım mı?
Kimin kime cevap verdiği belli olmuyordu. Hacı Durmuş, eski arkadaşının ölüsünü kollarından tuttu. Ayaklarından gençler kaldırdılar. Sedyeye uzattılar. Hacı durmuş eğildi. Ölünün alnından, ta yaranın üzerinden öptü.
-    Öcünü senin kim alacak? Diye bağırdı. Herkes önüne bakıyordu.
Kezban gülümsedi.
... Hava bulutluydu. Bu sakin topluluk Eseoğlu'nun çiftliğinden çıktı. Kimse ağzını açamıyordu. Çiftliğin adamları ortada yoktu. Kezban tek bir kız, arkadan geliyordu. Yolda rast-gelenler:
-    Ne oldu ki? Diye soruyorlar, cenazeyi görünce bir cevap beklemiyorlar, fatihalarını okuyup geçiyorlardı.
Öğleden evvel köye girilmişti. Bütün kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar Cami Meydanı'ndaki büyük çınarın etrafında toplanmış, ellerinde yağlıklar ağlıyorlardı. Yalnız Kezban ağlamıyordu. Gömmeyi ikindiye bıraktılar. Cenazeyi yıkamak için eve götürmek istiyorlardı. İmam:
-    Olmaz! Dedi.
-    Niçin? gibi yüzüne baktılar.
-    Yörük Hoca şehittir! diye haykırdı. Şehit yıkanmaz. Şehidin giysisi üzerinden soyulmaz.
İkindi namazından sonra, bu şehit, mezarlığa götürüldü. Bütün köy hazırdı. Güneş ara sıra bulutların arasından ağlar gibi görünüyor, çiseleyen yağmurun içinden uzak, belirsiz gök-kuşağılar ürperiyordu. Hıçkırıklar sustular. Yalnız kapanan mezarın kürek kürek atılan topraklan boğuk, gizli bir şikâyet gibi duyuluyordu.
Vuran...
Köy, matemi içinde Kezban'ı düşünüyordu. O n'olacaktı? Hısımı, akrabası yoktu. "Everelim!" diyorlardı. Yörük Hoca'nın ölümünden bir ay daha geçmemişti. Hacı Durmuş öksüz kalan kızı evine çağırttı. Ona bin dereden su getirerek evlenmesi gerektiğini anlattı. Fakat Kezban soğukkanlılıkla:
-    Amca, ben babamı vuranı hükümete tutturmadan kocaya varmam... Dedi.
-    Hangi hükümete kızım?
-    Kasabadaki!
-    Orası Eseoğlu'nun elindedir. Onun sözünden çıkmaz!
-    Çıkar, hak yerini bulur.
-    Bulmaz kızım.
-    Ben buldururum.
-    Nasıl idersin, n'idersin?
Kezban bir erkek gibi elini kalçasına dayamış, hücum edecek gibi duruyordu. Fakat yüzü, gözleri son derece sakindi. Yavaş yavaş yapacağını anlattı. Mutlaka babasına kimin kurşun attığını arayıp bulacaktı. Sonra bu katili hükümete verecek, astıracaktı. Fakat Hacı Durmuş ümitsiz bir ihtiyardı:
-    Adliye iki kapılıdır. Birisinden girilir, öbüründen çıkılır diyordu.
Hem polis komiseri, Eseoğlu'nun en baş adamıydı. Mümkün değil onun hizmetçilerini hapsetmez, her suçlarını görmezlikten gelirdi. İhtiyarın inancı, kıza garip göründü. Başını yukarı kaldırdı:
-    Amca, ben âhımı kimsede bırakmam! Dedi.
Başka bir cevap beklemeden dışarı çıktı.
Eseoğlu, öksüz kalan Kezban'ın güzelliğini zaten biliyordu. Şimdi ona daima:
-    Babasını eşkıyalar vurdu, çok acıyorum. Kimsesiz kız! Ne yapacak? Ben Yörük Hoca'yı çok severim. Bu zavallı adamın hatırı için, onu Allah'ın emriyle, peygamberin kavliyle almak isterim, diye boyuna haberciler gönderiyor, Kezban'dan ne evet, ne hayır, bir cevap alamıyordu.
Babasını vuran eşkıyalar kimlerdi? Çiftlik kâhyası ağzından kaçırmamış mıydı? Zaten orada kim öldürülürse, suç ortada olmayan eşkıyaların üzerine atılıyor, soruşturma filan güme gidiyordu. Kezban asıl katilin Eseoğlu olduğunu imanı gibi biliyordu. Fakat asıl vuranı yakalattırıp onun teşvik ettiğini söyletecek, ikisini darağacında sallandıracaktı. Ya sallandıramaz-sa... Bu sonuç aklına gelince dişlerini sıkar, gözlerini küçültür, dik dik önüne bakar, dalar giderdi. Bir aydır artık sürüsünü kendi güdüyor, inekleriyle, koyunlarıyla, keçileriyle her gün dağa gidiyordu. Kimse ile konuşmaz olmuştu. Bazı zamanlar Eseoğlu'nun meralarına kadar uzanır, onun çobanlarına hep babasının nasıl vurulduğunu sorardı. Bu çobanların içinde bir Deli Mustafa vardı. Aptal olduğu için askere almamışlardı. Aptallığı bütün ovaca meşhurdu. Bir gün Kezban, koyunlarını gölgelendirdiği ormanın alanından geçen bu adama rast geldi. Seslendi:
-    Mustafa, Mustafa!
Aptal durdu. Şaşkın şaşkın etrafı aradı. Kezban'ı görünce güldü. Yılıştı.
-    Nereye gidiyon Ülen?
-Hiç.
-    Oelsene buraya?
-Gelmem.
-    Gel, gel.
-Gelmem...
Aptal hızla yürüdü. Uzaklaşacaktı. Kezban uzandığı yerden kalktı, koştu. Aptalı tuttu. Sarı köpek havlamağa başlamıştı. Mustafa'yı ısırmağa çalışıyordu.
-    Gel diyom ülen!
-    Nideceksin?
-    Bana biraz kaval çalıve.
. - Çalman.
-    Çalarsun.
-    Çalman.
-    Ben de seni bırakmam..
Aptal, çocuk gibi yüzünü buruşturdu. Dudaklarını büktü. Ağlamağa başladı. Fakat Kezban onu okşadı. Zavallının saçı sakalına karışmıştı, parça parça mor gömleğinin altından kuvvetli kıllı göğsü görünüyordu. Kezban:
-    Sana ceviz sucuğu vereceğim, dedi.
Aptal birden sustu, elleriyle gözlerini sildi. Sırıttı.
-    Vir hele.
-    Gel ki vireyüm.
-    Vir hele.
Kezban aptalı kolundan tuttu. Oturduğu yere getirdi.
-    Çök, bakayım! Dedi.
Aptal sırıtıyor, ne söylerse yapıyordu. Bağdaş kurdu. Pis kuşağına kavalını bir silah gibi sokmuştu. Kezban torbasını açtı. Çıkardığı tatlı sucuktan bir parça kopardı. Aptala uzattı. Zavallı bu parçayı alır almaz hiç çiğnemeden yuttu.
-    Daha istiyon mu?
-    Vir hele.
-    Ama benimle yarenlik ider müsün?
-    İderün.
-    Al öyleyse...
Bir parça daha koparıp verdi.
-    Kaç yaşındasın Mustafa?
-    Bilmem.
-    Anan baban var mı?
-Yoh.
-    Sen nerde yatarsın?
-    Ahurda.
-    Hangi ahurda?
-    Çiftliğin ahurunda.
Kezban'ın gözleri parladı. Bir parça daha koparıp aptala verdi. Köpek de karşılarına oturmuş, sanki ne konuştuklarını anlamak istiyor gibi dikkatli dikkatli yüzlerine bakıyordu.
-    Sizin çiftliğe eşkıya gelmiş.
-Yalan.
-    Gelmiş, Kumdere'li Yörük Hoca'yı vurmuşlar.
Aptal biraz düşündü. Yine:
-    Yalan, dedi.
-    Öyleyse Yörük Hoca'yı kim vurdu?
-Söylemem.
-    Niçin söylemezsün, ülen?
-    Kâhya tembih etti.
-    Ne dedi ki?
-Sakın bu herifin burada vurulduğunu kimseye dimeyün, dedi.
-Yalan.
-    Elimallah.
-    Yalan.
Aptal kızdı:
-    Ben gözümle vuranı gördüm, dedi.
-    Eşkıya değül mü?
-    Değül be!
-    Kimdi?
-    Kâhyanın gardaşı!
Kezban sucuktan daha büyük bir parça kopardı.
Aptalın ağzına eliyle sokarak sordu:
-    Doğru mu söylüyon?
-    Elimallah.
-    Yalan ülen.
-    Niçin vurdu ki?
Aptal kendini unutmuş, hem sucuğu yiyor, hem söylüyordu.
-    Ağa didi.
-    Ne didi?
-    Ona:" Şu herifi git vur!" didi.
-    Sen gördün mü?
-    Gördüm.
-    Nasıl oldu? Di hele.
-    Yörük Hoca evin gapısında ağayla sövüştü.
-    Eey, di hele.
-    Sonra galktı. Atma bindü, gitdü.
-    Sonra?
-    Ağa: "Hey Zeynel, yetiş, şu herifi gebert!" diye haykırdı.
-    Eey, sonra?
Yalnız Efe
-    Zeynel, ağasının odasına goştu. Martini aldı.
Hoca'nın arkasından çıkdu.
-    Sen o vakit neredeydün?
-    Ahırın önünde gübreleri açıyordum.
-    Sonra ne oldu? Di hele.
-    Ben gapuya goştum. Hoca ıraklaşmamıştı.
Zeynel: "Hoca! Geri dön, ağa paranı virecek" diye bağırdı.
-    Eey?
-    Hoca geri döndü. Yine çiftliğin gapusuna geliyordu. Zeynel, arkasına sakladığı martini birdenbire çıkardı. Omuzuna goydu. Nişan aldu. Bum...
-Ey...
-    Yörük Hoca düştü.
-    Sonra?
Aptal yine sucuktan istedi. Kezban elinde kalan son parçayı da uzattı. Dudakları, elleri titriyordu. Bu sahne hemen gözünün önüne geliverdi. Sanki babasının kır atından yuvarlanışını görüyordu. Aptal gevezeleniyor, ölüyü kendi sırtına yükletip gübrelerin arasına attırdıklarını söylüyordu.
Kezban, babasını kimin vurduğunu anlayınca kasabaya gelir. Hükümete koşar:
-    Babamı vuran filandır! tutun!... der.
Aldıran olmaz. Kız yine köye dönmez. O vakit nerden geldiği nereli olduğu belli olmayan sarhoş bir polis komiseri varmış. Eseoğlu'nun ahbabıymış. Kız her gün onu tutar, "Babamı vuranı daha tutmayacak mısınız?" diye sorar. Bir gün, bu sarhoş kızcağıza öfkelenir, ağzını bozar:
-    Bre kahpe! Bir daha buraya gelirsen, senin kafanı kırarım! der.
Kız korkmaz. Polislerin yanında ona:
-    İşte bunlar da şahit olsun, sen bugün babamı vuranı tutmazsan, ben seni öldüreceğim, der.
Polis komiseri bu lafa bütün bütün gazaplanır.
Fırlar, Yörük'ün kızını iyice döver. Polislerle sokağa attırır.
Kız bir zamanlar görünmez olur. Bir gün sarhoş komiser Eseoğlu’nun verdiği ziyafete giderken kafasına bir kurşun yer. Hemen oracıkta can verir. Vuranı ararlar bulamazlar. "Yörük'ün kızı vurdu!" diye bir laf olur. Ama kimse buna inanmaz. Herkes onu İzmir'e birinin yanına evlâtlık gitti sanır. Fakat bir hafta geçmeden Yörük'ü öldüren korucu da vurulur. Biraz sonra, hükümete, Yörük'ün davasını hasıraltı ettiren çiftlik sahibi Eseoğlu'nun da boğazlanmış ölüsünü bağdaki yatağında bulurlar. Kasabalı ağaların çiftliklerine korucu, hergeleci, çoban gibi gelip silahsız ahali içinde tüfekle gezen ne kadar Arnavut filan yabancı varsa yavaş yavaş hepsi vurulmağa başlar. İş o dereceye varır ki yabancılar yalnız kıra çıkamaz olur. Sonunda takım takım buralarını bırakırlar, kendi yurtlarına dönerler. Zalim zaptiyeleri, köylüyü soyan memurları, rençperleri dolandıran madrabazları hiç görünmeden öldüren bu Efe'nin kim olduğu bir zaman anlaşılmaz.
Malum, Anadolu efeleri uşaklarıyla gezerler.
Hâlbuki bu Efe tek başına... Yanına uşak filan almaz. Müracaat edenleri ters yüzüne çevirir. İşte bunun için köylüler ona "Yalnız Efe" derler. Tam on beş sene Yalnız Efe'nin yüzünü kadınlardan başka kimse göremez. Dağda erkeğe rast geldi mi uzaktan: "Gözlerini yum!" diye bağırırmış. Sonra yanma gelirmiş. Kim gözünü açarsa hemen öldürürmüş. Gözünü açmayan erkeğe:
- Size zulüm eden kim? Rüşvet alan memurunuz var mı? diye sorarmış.
Onun korkusundan kazada kimse kötülük yapamazmış. Zenginlere, kadınlarla haber gönderir:
"Falan fakire yardım ediniz. Filan öksüzü evlendiriniz. Filan köprüyü yapınız. Filan köye bir okul kurunuz." Gibi emirler verirmiş. Hem çok dindarmış. Benim teyzem bir kere odundan gelirken onu görmüş. Anlatırdı: Başında yeşil bir namaz bezi sarılıymış. Arkasında erkek giysisi varmış. Yamaçta namaz kılıyormuş. Peri gibi güzelmiş. Evet, bir zaman onun korkusundan kimse kimseye haksızlık edemez olmuş. Haksızlığa uğrayan düşmanını: "Gidip Yalnız Efe’ye söylerim." diye korkuturmuş. On beş sene ne köyümüze ne kazamıza yabancı, yağmacı gelememiş. Vergiciler, tahsildarlar, polisler köylerde kuzu gibi namuslu namuslu dolaşırmış. Rüşvet değil, ikram olunan yemişi bile kimse almağa cesaret edemezmiş. Yalnız
Efe'den kimsenin şikâyeti yokmuş. Ne kimseyi dağa kaldırmış, ne de fidye istermiş. İstediği hep fakirler, kimsesizler, dullar, öksüzler içinmiş. Camiye bakmayan köye haber gönderir: "Gelecek ramazana kadar mescitlerini tamir etmezlerse samanlıklarını yakarım." dermiş. Onun sayesinde camiler şenlenmiş. Köylü zulümden kurtulmuş. Öksüzlerin, yoksulların yüzü gülmüş. Her köyün korusunda gizli bir ağaçta bir heybe asılıymış. Köy halkı bu heybe boşaldıkça içine somun, sucuk, şeker karlarmış. Yalnız Efe'nin kaza içinde belki elli dalda heybesi varmış. Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, iyilikten başka bir şey yapmaz, herkesin gönlünden kopanla geçinirmiş.
Uzatmayalım... İşte tam o sıralarda Söke taraflarında gayet azgın bir Rum eşkıyası türer. Devlet bu haydutlara karşı bir Nizamiye Taburu çıkarır. Döne dolaşa bu tabur bizim tarafa da gelir. Rumların izlerini bir türlü bulamazlar. Kasabada Yalnız Efe"nin namını işitirler. Boş durmamak için onu tutmağa kalkarlar. Yerli zaptiyeler rehberliği kabul etmezler. "Yalnız Efe" bunu haber alır. Bozdağı'na geçmek ister. Bir bölük asker ondan evvel davranır. Arkadan dolaşır. Akkovuk'u tutar. Bir bölük asker de aşağıdan çıkmağa başlar. Yalnız Efe'yi tam burada sıkıştırırlar. "Teslim ol!" derler. Yalnız Efe:
-    Siz askersiniz, benim kardeşlerindiniz, canınızı yakmak istemem. Savulun, yoluma gideyim, der.
Dinlemezler. Üzerine ateş ederler. Yalnız Efe birkaç askeri elinden, kolundan, kulağından hafifçe yaralar, tekrar:
-    Asker kardeşler! Bırakın beni, sizin canınızı yakmak istemem, diye haykırır.
Yine dinlemezler. Akkovuk'tan gelip dar geçidi saran bölük de ateşe başlar. İki ateş arasında kalınca:
-    Asker kardeşler! Benim yüzümden birbirinizi vuracaksınız! Ben, gidiyorum, ben artık yokum! Ateşi kesin, yürüyün, buluşun! diye haykırır.
Bir zaman daha yaylım ateş ederler. Sonunda Yalnız Efe'nin sesi kesilince vuruldu sanırlar. Yavaş yavaş yürürler. Dik boynun önünü, arkasına adım adım tararlar. İşte bu çamın dibinde Yalnız Efe'nin martiniyle geyik postu seccadesinden, yeşil namaz bezinden başka bir şey bulamazlar.
O vakitten beri Yalnız Efe'ye rastgelen yok! Yazın yamaçlarda hayvanlarını süren Yörükler, buraya her gece nur inerken gördüklerini yemin ederek anlatırlar.
Akkavuk'a biraz erken yetişmek için davranmak gerekiyordu. Yağmur dinmişti. Kalktım, silahımın kayışını omzuma geçirdim, ihtiyar, yemek torbasını, yük torbasını üstlüğünü sırtlıyordu. Yürüdüm. Yarın kenarına geldim. Eğildim. Aşağısı başı döndürecek kadar derin bir uçurumdu. Yeni geçmiş bir kâbus gecesinden kalma korkunç rüyaları andıran parça parça sisler, birbirine karışmış çamlarla kayaları örtüyordu. Yanıma yaklaşan rehbere:
-    Yalnız Efe, askerlerin eline düşmemek için buradan kendisini aşağı atmış olmalı... dedim.
-    Haşa! Tövbe! diye reddetti. O, Allah'tan korkardı. Dini bütündü.
-    Ee, havaya uçmadı ya?
-    Sırroldu!
Gülerek sordum.
-    Ne biliyorsun?
İri ela gözlerini kırptı. Delillerinden emin olan sade insanlara özgü saf bir inançla:
-    Ne bilmeyeceğim dedi. Sır olmasa buraya her gece nur iner mi?

SON EKLENENLER

Üye Girişi