Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 



II

Hocanın Ölümü

Yörük Hoca, daha güneş doğmadan yola çıkmıştı. Kezban sebepsiz bir üzüntü içinde sıkılıyordu. Âhırı temizledi. Biraz çamaşır yıkadı. Sonra, tahtaları sildi, işi bitince, Kambur Hasan'lara gitti. İkindiye kadar oturdu. Hasan'ın karısı onun sütanasıydı. Boş kaldığı zamanlar hep bu kadının yanına gelir, tezgâhında bez dokurdu. Bugün tezgâha elini süremedi.
-    N'oldu sana? Hasta mısın ki?
-Yo....
-    Neye öyle durup bakarsın?
-Hiç.
-    Deyiver, deyiver.
-    Bir şey yok vallaha.
-    Benzin solmuş.
-    Gece uykum kaçtı da.
Sabahleyin babası ata binerken, sanki uzak, dönülmez bir gurbete gidiyormuş gibi kederlenmişti. Kasaba ona zulüm, fenalık dolu bir yer hissini verirdi. Sebepsiz duyduğu, bu kederden bir türlü silkinip sıyrılamıyor, aklından gece işittiği şeyler birer birer geçiyordu. Eseoğlu'nun çirkin hayali gözünün önündeydi. İçinden: "Şimdi ihtimal babamla konuşuyor" dedi. Yüksek, iri, levent babasının karşısında çarpık, bodur, iğrenç herifin çürük dişlerinin sırıttığını görür gibi oluyordu. Kim bilir borcunu vermemek için ne yalanlar uyduracaktı. Hacı Durmuş'un geceki iddiasını hatırladı:
-    O herif dünyada borcunu vermez. Babası:
-    Ben alırım! Demişti.
Acaba Muhtarın yeminle iddia ettiği gibi "Boşuna, başına belâ" mı alacaktı? İkindiye doğru tekrar döndü. Boş durmamak için eline çorabını aldı. Örmeğe başladı. Tığları parmaklarına batıyordu. Kalktı, ahırdaki folluklardan yumurtaları topladı. Gübre yığınlarının üstündeki tavuklar sanki yorulmuşlardı. Eşinmiyorlar, öyle duruyorlar, başlarını eğerek ona bakıyorlardı. Hava güzel olduğu halde ortalıkta gizli bir hüzün vardı. Büyük kırmızı horoz başını altın tüylerinin içine çekmiş gözlerini kapamış, ayakta uyukluyordu. Onları kümes tarafına kışkırttı. Sonra, çitin kapısına doğru yürüdü. Açtı eşiğe oturdu.
-    Neredeyse gelir! Diyordu.
Akşam oldu. Kırdan sürüler döndü. Fakat babası gelmedi. İnekleri ahıra soktuktan sonra yine kapının eşiğine oturdu. Hava iyice karardı. Yıldızlar parladı. Korudan bir bülbül inledi. Kezban ellerinin tersiyle gözlerini oğuşturuyor:
-    N'oldu ki? N'oldu ki? Diye kıvranıyordu. Babası geceleyin hiç kasabada kalmazdı. Ansızın yanından bir gölge atladı. Bu köpekti. Gözüyle hayvanı takip etti. Kasaba yoluna doğru koşuyordu. "Acaba bir gelen mi var?" ümidine düştü. Doğruldu. Karanlıkta pek ilerisi gözükmüyordu. Fakat köpek koşarak geri döndü. Kezban'ın eteklerini kokladıktan sonra, arka ayaklarının üstüne oturdu. Gözlerini Kezban gibi karanlıklara dikti. Sanki sahibinin gelmediğini hissetmişti. Kezban, boğulacağını sanıyordu. Ağır, sökülmez bir hıçkırık göğsünden kabarıyor, boğazına tıkanıyordu. Köpek, acı acı ulumağa başladı. Bu uluyuş kalbi parçalayacakmış gibi içine yansıyordu.
-    Hoşt! dedi.
Köpeği içeri kovdu. Sonra kapıyı çekti. Karşı çite doğru yürüdü. Belki artık yatsı olmuştu. Aralık bir kapıdan girdi. Önce havlayan köpek yanına gelince sustu. Sonunda ışık görünen bir pencereye gitti. Burası Tosun Dayı’nın eviydi.
-    Kim o?
-    Benim.
-    Ne arıyon Kezban?
Tosun Dayı’nın karısı Fatma Molla bir cevap alamayınca genç kıza dikkatle baktı:
-    Söyle, ne istiyon?
-Hiç.
-    Neye geldin?
-    Babam bugün kasabaya gitti. Gelmedi.
-    Belki bir işi çıktı. Yarın gelir. Ne merak ediyon?
-    Hiç kalmazdı.
İçeriden Tosun Dayı’nın titrek, solgun, halsiz sesi işitildi:
-    Yahu, kim o?
-    Kezban.
-    Buraya gelsenize ...
Kapıda ayakta duran ihtiyar kadın, kızı içeri aldı. Hasta, yerden bir karış kadar yüksek bir sedirin üzerinde uzanmış yatıyordu. Sakallı, giysili bir iskelet sanılacak derecede zayıflamıştı. Karanlık ağzının içindeki uzun dişleri bembeyaz görünüyordu. Gözleri, parlak birer karanlık saklayan iki derin çukurdu. Kezban, ocak başındaki mindere çöktü. Fatma Molla da oturdu. Hasta, nefesini topladı. Dinlene dinlene sordu:
-    Ne ... var... ki?
Kezban:
-    Babam kasabaya gitti, gelmedi amca...
-    Niçin gitti?
-    Eseoğlu'ndan alacağı vardı da... Onu istemeğe...
-    Erken mi gitmişti?
-    Çok erken.
-    Gelir kızını.
Ocağın üstündeki kandilin sarı ışığı, bu küçük odaya canlı bir mezar şekli veriyordu. Tosun Dayı ölmek üzereydi. Ocağın dibindeki siyah kedigözlerini yummuş ve sanki bu hayatın çirkinliğini, ihtiyarlıkla hastalığı görmek istemiyordu. Bir süre sustular. Birden dışarıda pek yakından bir baykuş kahkahası yansıdı. Kedigözlerini açtı. Hasta, ihtiyar kadın, genç kız bakıştılar.
Fatma Molla:
-    Üç gecedir bu uğursuz musallat oldu. Tepemizde ötüp duruyor, dedi.
Hasta daha çok sarardı. Sanki işitmemiş gibi davranıyordu. Sonra yavaş yavaş koyunlardan, ekinlerden konuşmağa başladılar. Bu sene, Tosun dayının üç ineği de gebeydi. Fakat Kezban anlamını duymadan cevaplar veriyor, babasının nerede kalabileceğini düşünüyordu. Yatsı ezanı okundu. Fatma Molla abdeste kalktı.
Kezban:
-    Ben de gideyim, dedi. Babam gelirse, beni beklemesin.
Kapının dışarısı simsiyahtı. Bastığı yerleri görmeyerek yürüdü. El yordamıyla çitten çıktı. Karanlığa alışan gözleri şimdi duvarları, ağaçları, sokakları fark ediyordu. Kendi kapılarının önünde bir gölge gördü. Yüreği "hop" etti. Babası mıydı? Hayır, kısa boylu bir adam.
-    Kimdir o? diye seslendi.
-    Recep.
-    Ne var?
-    Sana baktım.
Kezban hızla kapıdaki adama yaklaştı. Bu Nalbant İsmail'in genç oğluydu. Beraber büyümüşlerdi. Heyecanla sordu.
-    Beni ne yapacaksın?
-    Şey-
-Ne?
-    Söyle be?
Delikanlı bir şey söylemiyor, başını arkaya çeviriyor, Kezban'ı sanki görmek istemiyordu. Köpek, arkadan çitin kapısını tırmalayarak havlıyordu. Kezban, yüreğinin çarpıntısından düşeceğim sandı. Eliyle çite dayandı.
-    Ülen, söyle ne var?
-    Amcamı vurmuşlar.
-    Babamı mı?
-Ha!
Birdenbire nefesi tıkanır gibi oldu. Dişleri kilitlendi. Ağzını açamadı. Recep aptal aptal genç kıza bakıyordu. Kezban son bir gayretle sordu:
-    Nerde?
-    Eseoğlu'nun çiftliğinde.
-    Kim haber verdi?
-    Çobanlar! Korucular... "Gelin cenazenizi alın!" diye köye haber göndermişler.
Kezban olduğu yere çöktü. Başını ellerinin içine aldı. Hüngür hüngür ağlamağa başladı. Recep gidemiyor, genç kızın başucunda duruyordu. Ağlaya ağlaya sanki gözyaşları bitti. Hıçkırıkları seyrekleşti. Recep, üzerine eğiliyor:
-    Galk gardaşım, galk, hadi bize gidelim... diyordu.
Kezban karanlığın içinde birdenbire doğruldu.
-    Ben gidiyorum, dedi.
-    Nereye?
-    Babamın ölüsüne.
-    Şimdi gece, yarın bütün köylü gidecek.
-    Ben duramam.
-    Ben de geleyim.
-    İstemez.
Hızlı hızlı kasabaya inen yola atıldı. Recep, kapının önünde ayakta kalmıştı. Çitin içindeki köpek havlıyor, kapıyı paralayacak gibi sarsıyordu. Kezban karanlıklar içinde kayboldu. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Ayaklarına taşlar vuruyor, etekleri çalılara takılıyordu. Belki dört saatten çok koşmuştu. Yorgunluk hıçkırıklarını dindirmişti. Dağların üstü morlaşıyor, yıldızlar siliniyordu. Uzakta, yolun solunda çiftliğin binaları artık görünmeğe başladı. Esmer bir sis, dere kenarında gölgeden bir duvar halinde boyuna uzanan söğütlerden, kavaklardan çıkmış bir duman gibi çatıları sarıyordu. Durmadı. Hiç dinlenmedi. Bir an evvel babasına kavuşmak istiyordu. Suyun üzerindeki dar tahta köprüyü geçti. Kalabalık horoz sesleri işitiliyordu.
Dış çitleri geçince, üzerine birkaç köpek atıldı. Havlıyorlardı. Kezban çitten bir kazık çekti. Etrafında havlayan köpeklere savurarak ilerledi. Çiftliğin büyük kapısı henüz kapalıydı. Tekmeledi. Köpeklerle uğraşıyordu. Kapının üstündeki odadan çıplak bir baş uzandı.
-    Kimdir o, mori?
-    Gel aç.
-    Sen kimsin?
-    Kumdere'li Yörük Hoca'nın kızıyım.
-    Bre, bre! Amma kabadayı şey bre!
-    Haydi aç diyorum.
-    Korkmaz mısın bre mori, geceleyin gelirsin burda?
-    Aç be çabuk.
-    Ne yapacaksın?
-    Babamı göreceğim.
Korucu çirkin bir baykuş kahkahası attı.
-    O, öldü bre!
Kezban gülen herife dehşetle baktı. Dişlerini sıktı. Birdenbire kalbinin çarpışı hafifledi. Sesini yumuşattı:
-    Haydi korucu ağa. Ölüsünü göreyim bir kere.
-    Ölünün nesini göreceksin?
-    Yapma korucu ağa.
Herif eğleniyordu. Diyordu ki:
-    Daha gece, sonra kâhya darılır. Sen biraz dere kenarında dolaş. Hava iyice açılınca gel.
Köpekler Kezban'ın etrafında sıçrayıp havlıyorlardı. Genç kız büyük kapının eşiğine oturdu. Havlamaktan yorulan köpekler karşısına yattılar. Gözlerini elindeki kazığa diktiler. Böyle ne kadar vaktin geçtiğini anlamadı. Ortalık ağarıyordu. Ne yapacaktı? Babasını acaba neresinden vurmuşlardı. Şimdi gece gibi üzüntüsünü hissedemiyordu. Sanki kalbi gerilemiş, katılaşmıştı. Ne olmuştu? Niçin babasını vurmuşlardı? Mutlaka bunu Eseoğlu yaptırmıştı. Eseoğlu... Köyün, babasının, herkesin düşmanıydı. Yine çarpık burnu, dişlek ağzıyla gözünün önüne geldi. Yumruklarını sıktı. Dişlerini sıktı. Başını salladı. Karanlık, gizli, şekilsiz düşüncelere daldı. Dayandığı kapı büyük bir tıkırtıyla açılırken, bir kâbustan uyanıyormuş gibi silkindi. Doğruldu. Karşısında yaşlı bir Rum gördü. Bu Eseoğlu'nun hizmetçisiydi. İçerde, beyaz küçük bir sarayı andıran çiftlik kulesinin pencerelerinde, hâlâ aydınlıklar parlıyordu. Rum eğildi. Gözlerini oğuşturdu. Kezban’a dikkatle baktı.
-    Kız ne arıyon burda? Dedi.
Kezban gayet soğukkanlı cevap verdi:
-    Babamı?
-    Baban kim senin?
-    Kumdere'li Yörük Hoca ...
-    Hesto diyavolo (Haydi defol şeytan). O öldü.
-    Biliyorum.
-    Görüp ne yapacaksın?
-    Ölüsü nerede?
-    Ben bilmem.
Rum, sabah mahmurluğuyla gözlerini oğuşturuyor, Kezban'ın cepkeninden taşan memelerine, başörtüsünün altında solgun bir nur ile parlayan güzel yüzüne baktı. "Omorfo koriçe, diyavolo" (Ne güzel kız, Tanrım.) diye mırıldanmağa başladı. Genç kız içeri girmemişti.
-    Dur, uşaklar kalksın, soralım!
-    Peki...
Rum, cebinden çıkardığı metal bir tabakadan sigarasını sarıyor, yanındaki oda kapıları açılıp kapanıyordu. Kapının üstündeki taraçada bir merdiven vardı. Parmaklar arasında birkaç adamın dolaştığı görüldü. Kapıcı çakmakla sigarasını yaktı. Merdivenin altında ilerledi. Yukarıda gezinenlere bağırdı.
-    Kâhya kalktı mı?
-    Kalktı, dediler.
-    Bir kız gelmiş. Dünkü vurulan Kumdere'li Yörük'ün kızıymış. Söyleyin ne yapalım?
Taraçadaki seslerden biri sordu:
-    Ne istiyormuş, Hıristo?
Kapıcı genç kıza bakarak cevap verdi:
-    Babasının ölüsünü.
-    Kâhyaya haber verelim.
-    Haydi.
Kezban bekledi. Yukarıda kapılar açıldı, kapandı. Sonra merdivenin yarısına kadar inen genç bir köylü:
-    Gel buraya, kâhyanın yanına gideceksin... diye, Kezban'ı çağırdı.
Kezban yürüdü. Merdivenleri çıktı. Büyük karanlıkça bir odaya girdi. Yerler siyah keçe döşeli, duvarlarda birçok tüfek asılıydı. Ocağın başında kırmızı bir yatağa yan gelmiş çubuğunu fosurdatan iri bir Arnavut, onu baştan aşağı süzdü.
-    Sen o herifin kızı mısın, mori?
-    Kızıyım!
-    Senin baban ne belâymış! Bizim başımızı azıcık daha belâya sokacaktı. Bereket versin kırk paralık kurşuna!
Kezban susuyor, hiç cevap vermiyordu. Sonra kâhya tekrar sordu:
-    Köye akşamdan haber gönderdik, gelip cenazeyi alsınlar diye...
-    Ne susuyorsun?
-    Sen nereden haber aldın?
-    Bir adam haber verdi.
-    İstersen al, omuzla kendin götür. Babanın leşi kaç para eder; yüzüp de derisini satacak değiliz ya...
Kezban donmuş gibiydi. Sanki taş kesilmişti. Sanki artık kalbi çarpmıyordu.
Kâhya, bu iri siyah gözlerin bakışı altında rahatsız oldu. Ayakta duran uşağa:
-    Ölü nerede? Diye sordu.
-    Ahırın yanında gübreliğe attık.
-    Öyleyse bu gece sıcak sıcak epeyce rahat etmiştir. Götürün bu kızı oraya. Köylüler gelinceye kadar beraber beklesinler, mori!
Kezban yine cevap vermeden dışarı çıktı. Uşağın arkasından yürüyordu. Taş döşeli büyük avluyu geçtiler. Uzun su dolu yalakların önünden geçtiler. Ahırlar ta son köşedeydi. Güneşin ilk ışıkları hafif bir duman halinde gübrelere yansıyor, tavuk horoz, hindi, kaz, ördek kalabalığı altında bu yığınları kaplıyordu. Yaklaştılar. Uşak arkasına döndü:
-    Nah! Dedi.
Kezban ilerledi. İki yüksek gübre yığınının arasında uyuyor gibi uzanmış olan babasını gördü. Sağ kolu görünmez bir endamla lânet ediyor gibi yukarı doğru uzanmıştı. Yumrukları kilitlenmişti. Sönük gözleri açıktı. Başından akan kanlar yüzünü boyamış, aksakallarını kıpkırmızı yapmıştı. Ağzı gayet müthiş şeyler söylemek istiyormuş gibi açıktı, kapkaranlıktı, korkunçtu. Kezban sanki bu ölüye görmeden baktı. Heyecan göstermedi.
-    Babamı kim vurdu? Dedi.
Uşak tereddüt etti:
-    Bilmiyom.
-    Ne vakit vurdular?
-    Bilmiyom.
-    Nerede vurdular ki?
-    Bilmiyom.
Kezban acı acı gülümsedi.
-    İyi... Dedi. Ben öğrenirim.
Uşak sanki katilmiş gibi sıkılıyordu. Döndü, arkasına bakmadan uzaklaştı. Kezban, babasının ölüsüne tekrar dik dik baktı. Başı ucuna geçti, oturdu. Elini sürmeğe çekiniyordu. Başını iki ellerinin arasına aldı. Sökülmeyen bir hıçkırık boğazına tıkanıyor, nefes alamayacak gibi oluyordu. Gözyaşları sanki kurumuştu.
...Köylüler gelinceye kadar öyle durdu. Hoca Durmuş ahalinin başındaydı. Hepsinin gözleri yaşlıydı. Nalbant İsmail inledi:
-    Kalk kızım!
Kezban derin bir uykudan uyanır gibi doğruldu.
Köylüler taze ağaç dallarından yapılmış bir sedye getirmişlerdi. Hepsinin yüzünde ağır bir kaderciliğin sakinliği mermerleşmişti.
Muhtar:
-    Allah rahmet eylesin! Dedi.
Kimse kımıldayamıyordu. Herkesin gözleri Keban'daydı.
Hacı Durmuş:
-    Niye duruyoruz ki? Diye sedyeyi tutan genç köylülere
baktı.
-    Allah rahmet eylesin!
-    Katiller...
-    Öğleye yetiştirelim.
-    Kim vurmuş ki?
-    Sormak lazım mı?
Kimin kime cevap verdiği belli olmuyordu. Hacı Durmuş, eski arkadaşının ölüsünü kollarından tuttu. Ayaklarından gençler kaldırdılar. Sedyeye uzattılar. Hacı durmuş eğildi. Ölünün alnından, ta yaranın üzerinden öptü.
-    Öcünü senin kim alacak? Diye bağırdı. Herkes önüne bakıyordu.
Kezban gülümsedi.
... Hava bulutluydu. Bu sakin topluluk Eseoğlu'nun çiftliğinden çıktı. Kimse ağzını açamıyordu. Çiftliğin adamları ortada yoktu. Kezban tek bir kız, arkadan geliyordu. Yolda rast-gelenler:
-    Ne oldu ki? Diye soruyorlar, cenazeyi görünce bir cevap beklemiyorlar, fatihalarını okuyup geçiyorlardı.
Öğleden evvel köye girilmişti. Bütün kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar Cami Meydanı'ndaki büyük çınarın etrafında toplanmış, ellerinde yağlıklar ağlıyorlardı. Yalnız Kezban ağlamıyordu. Gömmeyi ikindiye bıraktılar. Cenazeyi yıkamak için eve götürmek istiyorlardı. İmam:
-    Olmaz! Dedi.
-    Niçin? gibi yüzüne baktılar.
-    Yörük Hoca şehittir! diye haykırdı. Şehit yıkanmaz. Şehidin giysisi üzerinden soyulmaz.
İkindi namazından sonra, bu şehit, mezarlığa götürüldü. Bütün köy hazırdı. Güneş ara sıra bulutların arasından ağlar gibi görünüyor, çiseleyen yağmurun içinden uzak, belirsiz gök-kuşağılar ürperiyordu. Hıçkırıklar sustular. Yalnız kapanan mezarın kürek kürek atılan topraklan boğuk, gizli bir şikâyet gibi duyuluyordu.
Vuran...
Köy, matemi içinde Kezban'ı düşünüyordu. O n'olacaktı? Hısımı, akrabası yoktu. "Everelim!" diyorlardı. Yörük Hoca'nın ölümünden bir ay daha geçmemişti. Hacı Durmuş öksüz kalan kızı evine çağırttı. Ona bin dereden su getirerek evlenmesi gerektiğini anlattı. Fakat Kezban soğukkanlılıkla:
-    Amca, ben babamı vuranı hükümete tutturmadan kocaya varmam... Dedi.
-    Hangi hükümete kızım?
-    Kasabadaki!
-    Orası Eseoğlu'nun elindedir. Onun sözünden çıkmaz!
-    Çıkar, hak yerini bulur.
-    Bulmaz kızım.
-    Ben buldururum.
-    Nasıl idersin, n'idersin?
Kezban bir erkek gibi elini kalçasına dayamış, hücum edecek gibi duruyordu. Fakat yüzü, gözleri son derece sakindi. Yavaş yavaş yapacağını anlattı. Mutlaka babasına kimin kurşun attığını arayıp bulacaktı. Sonra bu katili hükümete verecek, astıracaktı. Fakat Hacı Durmuş ümitsiz bir ihtiyardı:
-    Adliye iki kapılıdır. Birisinden girilir, öbüründen çıkılır diyordu.
Hem polis komiseri, Eseoğlu'nun en baş adamıydı. Mümkün değil onun hizmetçilerini hapsetmez, her suçlarını görmezlikten gelirdi. İhtiyarın inancı, kıza garip göründü. Başını yukarı kaldırdı:
-    Amca, ben âhımı kimsede bırakmam! Dedi.
Başka bir cevap beklemeden dışarı çıktı.
Eseoğlu, öksüz kalan Kezban'ın güzelliğini zaten biliyordu. Şimdi ona daima:
-    Babasını eşkıyalar vurdu, çok acıyorum. Kimsesiz kız! Ne yapacak? Ben Yörük Hoca'yı çok severim. Bu zavallı adamın hatırı için, onu Allah'ın emriyle, peygamberin kavliyle almak isterim, diye boyuna haberciler gönderiyor, Kezban'dan ne evet, ne hayır, bir cevap alamıyordu.
Babasını vuran eşkıyalar kimlerdi? Çiftlik kâhyası ağzından kaçırmamış mıydı? Zaten orada kim öldürülürse, suç ortada olmayan eşkıyaların üzerine atılıyor, soruşturma filan güme gidiyordu. Kezban asıl katilin Eseoğlu olduğunu imanı gibi biliyordu. Fakat asıl vuranı yakalattırıp onun teşvik ettiğini söyletecek, ikisini darağacında sallandıracaktı. Ya sallandıramaz-sa... Bu sonuç aklına gelince dişlerini sıkar, gözlerini küçültür, dik dik önüne bakar, dalar giderdi. Bir aydır artık sürüsünü kendi güdüyor, inekleriyle, koyunlarıyla, keçileriyle her gün dağa gidiyordu. Kimse ile konuşmaz olmuştu. Bazı zamanlar Eseoğlu'nun meralarına kadar uzanır, onun çobanlarına hep babasının nasıl vurulduğunu sorardı. Bu çobanların içinde bir Deli Mustafa vardı. Aptal olduğu için askere almamışlardı. Aptallığı bütün ovaca meşhurdu. Bir gün Kezban, koyunlarını gölgelendirdiği ormanın alanından geçen bu adama rast geldi. Seslendi:
-    Mustafa, Mustafa!
Aptal durdu. Şaşkın şaşkın etrafı aradı. Kezban'ı görünce güldü. Yılıştı.
-    Nereye gidiyon Ülen?
-Hiç.
-    Oelsene buraya?
-Gelmem.
-    Gel, gel.
-Gelmem...
Aptal hızla yürüdü. Uzaklaşacaktı. Kezban uzandığı yerden kalktı, koştu. Aptalı tuttu. Sarı köpek havlamağa başlamıştı. Mustafa'yı ısırmağa çalışıyordu.
-    Gel diyom ülen!
-    Nideceksin?
-    Bana biraz kaval çalıve.
. - Çalman.
-    Çalarsun.
-    Çalman.
-    Ben de seni bırakmam..
Aptal, çocuk gibi yüzünü buruşturdu. Dudaklarını büktü. Ağlamağa başladı. Fakat Kezban onu okşadı. Zavallının saçı sakalına karışmıştı, parça parça mor gömleğinin altından kuvvetli kıllı göğsü görünüyordu. Kezban:
-    Sana ceviz sucuğu vereceğim, dedi.
Aptal birden sustu, elleriyle gözlerini sildi. Sırıttı.
-    Vir hele.
-    Gel ki vireyüm.
-    Vir hele.
Kezban aptalı kolundan tuttu. Oturduğu yere getirdi.
-    Çök, bakayım! Dedi.
Aptal sırıtıyor, ne söylerse yapıyordu. Bağdaş kurdu. Pis kuşağına kavalını bir silah gibi sokmuştu. Kezban torbasını açtı. Çıkardığı tatlı sucuktan bir parça kopardı. Aptala uzattı. Zavallı bu parçayı alır almaz hiç çiğnemeden yuttu.
-    Daha istiyon mu?
-    Vir hele.
-    Ama benimle yarenlik ider müsün?
-    İderün.
-    Al öyleyse...
Bir parça daha koparıp verdi.
-    Kaç yaşındasın Mustafa?
-    Bilmem.
-    Anan baban var mı?
-Yoh.
-    Sen nerde yatarsın?
-    Ahurda.
-    Hangi ahurda?
-    Çiftliğin ahurunda.
Kezban'ın gözleri parladı. Bir parça daha koparıp aptala verdi. Köpek de karşılarına oturmuş, sanki ne konuştuklarını anlamak istiyor gibi dikkatli dikkatli yüzlerine bakıyordu.
-    Sizin çiftliğe eşkıya gelmiş.
-Yalan.
-    Gelmiş, Kumdere'li Yörük Hoca'yı vurmuşlar.
Aptal biraz düşündü. Yine:
-    Yalan, dedi.
-    Öyleyse Yörük Hoca'yı kim vurdu?
-Söylemem.
-    Niçin söylemezsün, ülen?
-    Kâhya tembih etti.
-    Ne dedi ki?
-Sakın bu herifin burada vurulduğunu kimseye dimeyün, dedi.
-Yalan.
-    Elimallah.
-    Yalan.
Aptal kızdı:
-    Ben gözümle vuranı gördüm, dedi.
-    Eşkıya değül mü?
-    Değül be!
-    Kimdi?
-    Kâhyanın gardaşı!
Kezban sucuktan daha büyük bir parça kopardı.
Aptalın ağzına eliyle sokarak sordu:
-    Doğru mu söylüyon?
-    Elimallah.
-    Yalan ülen.
-    Niçin vurdu ki?
Aptal kendini unutmuş, hem sucuğu yiyor, hem söylüyordu.
-    Ağa didi.
-    Ne didi?
-    Ona:" Şu herifi git vur!" didi.
-    Sen gördün mü?
-    Gördüm.
-    Nasıl oldu? Di hele.
-    Yörük Hoca evin gapısında ağayla sövüştü.
-    Eey, di hele.
-    Sonra galktı. Atma bindü, gitdü.
-    Sonra?
-    Ağa: "Hey Zeynel, yetiş, şu herifi gebert!" diye haykırdı.
-    Eey, sonra?
Yalnız Efe
-    Zeynel, ağasının odasına goştu. Martini aldı.
Hoca'nın arkasından çıkdu.
-    Sen o vakit neredeydün?
-    Ahırın önünde gübreleri açıyordum.
-    Sonra ne oldu? Di hele.
-    Ben gapuya goştum. Hoca ıraklaşmamıştı.
Zeynel: "Hoca! Geri dön, ağa paranı virecek" diye bağırdı.
-    Eey?
-    Hoca geri döndü. Yine çiftliğin gapusuna geliyordu. Zeynel, arkasına sakladığı martini birdenbire çıkardı. Omuzuna goydu. Nişan aldu. Bum...
-Ey...
-    Yörük Hoca düştü.
-    Sonra?
Aptal yine sucuktan istedi. Kezban elinde kalan son parçayı da uzattı. Dudakları, elleri titriyordu. Bu sahne hemen gözünün önüne geliverdi. Sanki babasının kır atından yuvarlanışını görüyordu. Aptal gevezeleniyor, ölüyü kendi sırtına yükletip gübrelerin arasına attırdıklarını söylüyordu.
Kezban, babasını kimin vurduğunu anlayınca kasabaya gelir. Hükümete koşar:
-    Babamı vuran filandır! tutun!... der.
Aldıran olmaz. Kız yine köye dönmez. O vakit nerden geldiği nereli olduğu belli olmayan sarhoş bir polis komiseri varmış. Eseoğlu'nun ahbabıymış. Kız her gün onu tutar, "Babamı vuranı daha tutmayacak mısınız?" diye sorar. Bir gün, bu sarhoş kızcağıza öfkelenir, ağzını bozar:
-    Bre kahpe! Bir daha buraya gelirsen, senin kafanı kırarım! der.
Kız korkmaz. Polislerin yanında ona:
-    İşte bunlar da şahit olsun, sen bugün babamı vuranı tutmazsan, ben seni öldüreceğim, der.
Polis komiseri bu lafa bütün bütün gazaplanır.
Fırlar, Yörük'ün kızını iyice döver. Polislerle sokağa attırır.
Kız bir zamanlar görünmez olur. Bir gün sarhoş komiser Eseoğlu’nun verdiği ziyafete giderken kafasına bir kurşun yer. Hemen oracıkta can verir. Vuranı ararlar bulamazlar. "Yörük'ün kızı vurdu!" diye bir laf olur. Ama kimse buna inanmaz. Herkes onu İzmir'e birinin yanına evlâtlık gitti sanır. Fakat bir hafta geçmeden Yörük'ü öldüren korucu da vurulur. Biraz sonra, hükümete, Yörük'ün davasını hasıraltı ettiren çiftlik sahibi Eseoğlu'nun da boğazlanmış ölüsünü bağdaki yatağında bulurlar. Kasabalı ağaların çiftliklerine korucu, hergeleci, çoban gibi gelip silahsız ahali içinde tüfekle gezen ne kadar Arnavut filan yabancı varsa yavaş yavaş hepsi vurulmağa başlar. İş o dereceye varır ki yabancılar yalnız kıra çıkamaz olur. Sonunda takım takım buralarını bırakırlar, kendi yurtlarına dönerler. Zalim zaptiyeleri, köylüyü soyan memurları, rençperleri dolandıran madrabazları hiç görünmeden öldüren bu Efe'nin kim olduğu bir zaman anlaşılmaz.
Malum, Anadolu efeleri uşaklarıyla gezerler.
Hâlbuki bu Efe tek başına... Yanına uşak filan almaz. Müracaat edenleri ters yüzüne çevirir. İşte bunun için köylüler ona "Yalnız Efe" derler. Tam on beş sene Yalnız Efe'nin yüzünü kadınlardan başka kimse göremez. Dağda erkeğe rast geldi mi uzaktan: "Gözlerini yum!" diye bağırırmış. Sonra yanma gelirmiş. Kim gözünü açarsa hemen öldürürmüş. Gözünü açmayan erkeğe:
- Size zulüm eden kim? Rüşvet alan memurunuz var mı? diye sorarmış.
Onun korkusundan kazada kimse kötülük yapamazmış. Zenginlere, kadınlarla haber gönderir:
"Falan fakire yardım ediniz. Filan öksüzü evlendiriniz. Filan köprüyü yapınız. Filan köye bir okul kurunuz." Gibi emirler verirmiş. Hem çok dindarmış. Benim teyzem bir kere odundan gelirken onu görmüş. Anlatırdı: Başında yeşil bir namaz bezi sarılıymış. Arkasında erkek giysisi varmış. Yamaçta namaz kılıyormuş. Peri gibi güzelmiş. Evet, bir zaman onun korkusundan kimse kimseye haksızlık edemez olmuş. Haksızlığa uğrayan düşmanını: "Gidip Yalnız Efe’ye söylerim." diye korkuturmuş. On beş sene ne köyümüze ne kazamıza yabancı, yağmacı gelememiş. Vergiciler, tahsildarlar, polisler köylerde kuzu gibi namuslu namuslu dolaşırmış. Rüşvet değil, ikram olunan yemişi bile kimse almağa cesaret edemezmiş. Yalnız
Efe'den kimsenin şikâyeti yokmuş. Ne kimseyi dağa kaldırmış, ne de fidye istermiş. İstediği hep fakirler, kimsesizler, dullar, öksüzler içinmiş. Camiye bakmayan köye haber gönderir: "Gelecek ramazana kadar mescitlerini tamir etmezlerse samanlıklarını yakarım." dermiş. Onun sayesinde camiler şenlenmiş. Köylü zulümden kurtulmuş. Öksüzlerin, yoksulların yüzü gülmüş. Her köyün korusunda gizli bir ağaçta bir heybe asılıymış. Köy halkı bu heybe boşaldıkça içine somun, sucuk, şeker karlarmış. Yalnız Efe'nin kaza içinde belki elli dalda heybesi varmış. Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, iyilikten başka bir şey yapmaz, herkesin gönlünden kopanla geçinirmiş.
Uzatmayalım... İşte tam o sıralarda Söke taraflarında gayet azgın bir Rum eşkıyası türer. Devlet bu haydutlara karşı bir Nizamiye Taburu çıkarır. Döne dolaşa bu tabur bizim tarafa da gelir. Rumların izlerini bir türlü bulamazlar. Kasabada Yalnız Efe"nin namını işitirler. Boş durmamak için onu tutmağa kalkarlar. Yerli zaptiyeler rehberliği kabul etmezler. "Yalnız Efe" bunu haber alır. Bozdağı'na geçmek ister. Bir bölük asker ondan evvel davranır. Arkadan dolaşır. Akkovuk'u tutar. Bir bölük asker de aşağıdan çıkmağa başlar. Yalnız Efe'yi tam burada sıkıştırırlar. "Teslim ol!" derler. Yalnız Efe:
-    Siz askersiniz, benim kardeşlerindiniz, canınızı yakmak istemem. Savulun, yoluma gideyim, der.
Dinlemezler. Üzerine ateş ederler. Yalnız Efe birkaç askeri elinden, kolundan, kulağından hafifçe yaralar, tekrar:
-    Asker kardeşler! Bırakın beni, sizin canınızı yakmak istemem, diye haykırır.
Yine dinlemezler. Akkovuk'tan gelip dar geçidi saran bölük de ateşe başlar. İki ateş arasında kalınca:
-    Asker kardeşler! Benim yüzümden birbirinizi vuracaksınız! Ben, gidiyorum, ben artık yokum! Ateşi kesin, yürüyün, buluşun! diye haykırır.
Bir zaman daha yaylım ateş ederler. Sonunda Yalnız Efe'nin sesi kesilince vuruldu sanırlar. Yavaş yavaş yürürler. Dik boynun önünü, arkasına adım adım tararlar. İşte bu çamın dibinde Yalnız Efe'nin martiniyle geyik postu seccadesinden, yeşil namaz bezinden başka bir şey bulamazlar.
O vakitten beri Yalnız Efe'ye rastgelen yok! Yazın yamaçlarda hayvanlarını süren Yörükler, buraya her gece nur inerken gördüklerini yemin ederek anlatırlar.
Akkavuk'a biraz erken yetişmek için davranmak gerekiyordu. Yağmur dinmişti. Kalktım, silahımın kayışını omzuma geçirdim, ihtiyar, yemek torbasını, yük torbasını üstlüğünü sırtlıyordu. Yürüdüm. Yarın kenarına geldim. Eğildim. Aşağısı başı döndürecek kadar derin bir uçurumdu. Yeni geçmiş bir kâbus gecesinden kalma korkunç rüyaları andıran parça parça sisler, birbirine karışmış çamlarla kayaları örtüyordu. Yanıma yaklaşan rehbere:
-    Yalnız Efe, askerlerin eline düşmemek için buradan kendisini aşağı atmış olmalı... dedim.
-    Haşa! Tövbe! diye reddetti. O, Allah'tan korkardı. Dini bütündü.
-    Ee, havaya uçmadı ya?
-    Sırroldu!
Gülerek sordum.
-    Ne biliyorsun?
İri ela gözlerini kırptı. Delillerinden emin olan sade insanlara özgü saf bir inançla:
-    Ne bilmeyeceğim dedi. Sır olmasa buraya her gece nur iner mi?

SON EKLENENLER

Üye Girişi