Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 


BİRİNCİ BÖLÜM KİMDİ?

YÖRÜK HOCA’YLA KIZI

Kırların yorgun sessizliğini taşıyan hazin çıngırak sesleri, uzak yakın ineklerin böğürtüsü, köpeklerin havlayışı, fark olunmaz bir uğultunun içinde kayboluyor; sıcak bir bahar günü, önce şeffaf bir sis gibi başlayan uyuşuk gecenin renksiz gölgeleri altında sanki yavaş yavaş eriyor, dumanlaşıyordu. Küçük bir sürü dört inek birkaç keçi, koyun köye giren geniş yolun ta ağzında durmuştu. Alçak bir çitin önünde bir inek hiddetle acı acı böğürdü. Kapı açıldı, sürü, sayı, sıra tanır akıllı mahlûklar gibi teker teker içeri girdi. Biraz sonra köy içinde bir ihtiyar belirdi. Bembeyaz çember sakalı yuvarlak kırmızı yüzünün etrafında gümüş bir hale gibi parlıyor, kalın sarığıyla uygun bir uyum meydana getiriyordu.
Boyu o kadar yüksek, vücudu o kadar iri idi ki...
Dibinden geçtiği duvarlar, çitler, omuzları hizasına bile gelmiyordu. Ellerini kocaman al kuşağının arasına sokmuştu. Açık kapının önüne yaklaşınca:
-    Kezban! Diye seslendi.
Beyaz başörtülü bir kız göründü. Parlak kara gözleri ihtiyara bakınca, yeni açan bir gülü hatırlatan yüzü güldü:
-    Ne var baba?
-    Kapı neye açık ki!
-    Köpek gelmedi daha.
-    Gelmez uğursuz... Aşağıda derenin kenarında oynaşırlar.
-    Neye girmiyon?
-    Bu gece komşular bize gelecekler. Varıp Tosun Dayı'ya da bir diyeyim. O da gelsin.
-    Tosun Dayı hasta imiş. Bütün gün yatmış. Kızı bana dedi.
-    Ben de bir bakayım. Sen yemeği hazırla. Şimdi gelirim.
-    Peki...
İhtiyar, gözleri yerlerde, karşıki çitin arkasında kayboldu. Bu, bütün köyün kendilerindenmiş gibi sevdikleri Yörük Hoca'ydı. Yirmi sene evvel "Artık ihtiyarladım!" diye buraya gelip yerleşmiş, çift ve tarla almış, evlenmişti. Yetmiş yaşını çoktan aşmıştı. Fakat hâlâ dinçti. Gençliğini önce medresede, sonra dağlarda, savaşlarda geçirmişti. Anadolu'nun, Rumeli'nin her yerini karış karış tanırdı. Yemen'de askerlik etmişti. Dört sene evvel karısı ölmüş, kızı Kezban'la yalnız kalmıştı.
"Evlen!" diyenlere güler, başını sallar:
Evlenmek bana gerekmez. Ben artık orada güvey gireceğim! Diye camiin bahçesindeki sık servili küçük mezarlığı işaret ederdi. Zengince idi. Elli yıl dolaşmak onu biraz para sahibi etmişti. Kumdere'nin eşrafından sayılırdı. Köyün fakirlerine, dullarına, öksüzlerine yardım eder, herkesin ölüsüne kendi sevabı için mevlit okurdu... Dünyada hiç bir isteği kalmamıştı. Elli yıllık tecrübe onda hiç ümit bırakmamıştı. Durumları, halkın, hükümetin gidişini hatırlayınca:
-    Ah, dünyanın sonu! Derdi.
Sivastopol savaşından sonra Silistre bozgununu görmüştü. O andan itibaren Anadolu da bozulmuştu. Eşkıyalık, zulüm, hakaret, hırsızlık, açlık, yağmacılık alevsiz bir yangın gibi bu bin yıllık anayurdu yakıp tutuşturuyordu. Yörük Hoca bunu görürdü. Fenalıkların önüne geçmek, bozulan dünyayı düzeltmek lâzımdı. Fakat nasıl? Gece gündüz bunu düşünür, bunu konuşur, bunu tekrarlardı.
"Bir Mehdi çıksa!" diyenlere gülerdi.
Anadolu, Rumeli karma karışıktı. Bir değil, bin Mehdi az gelirdi. Köyün ihtiyarları onun karanlık düşünceleriyle daha beter bunalmışlar, gençleri daha beter sersemlemişlerdi.
"Yörük Hoca dünyanın direğini almış!" derlerdi. Ağzından düşmeyen bir üzüntüsü vardı:
"Ah genç olsam!..."
-    Genç olsan ne yapardın hoca? Diye soranlara cevap vermez, gülümser, başını sallar, köyün her tarafından görünen ormanlı, çamlı dağlara bakarak dalıp giderdi.
... Akşam yemeğini ocağın başında yemişlerdi.
Kezban, siniyi, sofra örtüsünü kaldırdı. Yörük Hoca, boz renkte keçe kaplı sedire çıktı. Çubuğunu yaktı. Kezban, ocağın ateşini düzeltti. Sol taraftaki sedirin üzerinde duran küçük bir iskemleyi çekti. Cezveyi destiden doldurdu. Babası:
-    Şimdi kahve yapma, dedi. Misafirlerle içerim.
-    Peki...
Kezban, dolu cezveyi ocağın önüne bıraktı.
Kalktı. Küçük odanın içinde adeta bir dev yavrusunu andırıyordu. Babası gibi çok iriydi. Elini biraz kaldırsa, isle kararmış basık tavana dokunabilecekti. Başını eğerek kapıdan çıktı.
Bir köpek havladı. Yörük Hoca çubuğunu ağzından çekti. Galiba geliyorlardı. Öksürükler, konuşmalar işitildi. Kezban avluya çıkan kapıyı açıyordu. Gelenler yedi kişiydi. Oda doldu. Sedirlere çıkmayanlar ocağın etrafına çöktüler. En ihtiyarları Hacı Durmuş, Yörük Hoca'nın yanına oturdu. Birbirlerini Sivastopol'den tanıyorlardı. Hoca'yı yirmi sene evvel bu köyde yerleşmeye razı eden bu arkadaşıydı. Mavi gözlü, köse, kamburu çıkmış bir ihtiyardı. Bölükte ona "Cin Durmuş" derlerdi. Bir gece Rus generalinin şapkasını, kılıcını çadırından aşırmış, bizim ordugâha getirmişti.
İki arkadaş yan yana geldiler mi, her defasında:
"Hey gidi günler, hey!" diye birbirlerine bakarlar, gülümserlerdi. Sanki bu onların özel bir selâmı idi. Yörük Hoca oradakilerin hepsine ayrı ayrı hal ve hatır sorduktan sonra Hacı Durmuş'a döndü:
-    Hey gidi günler, hey!... Dedi. Öteki:
-    Keşke görmeyeydik! Diye yüzünü buruşturdu.
Kezban iri vücuduyla ocağın başına çömeldi.
Dörtlük cezveleri sürdü. Yörük Hoca, karşı sedirde oturan bir köylüye baktı.
-    Ey bakalım Muhtar Mehmet, ne var ne yok!
-    Hayırlar Hoca...
-    Dün kasabaya gittin mi?
-    Gittim.
-    Ordan hayır haber gelmez!
Kumdere köyü kasabaya iki saatti. Ovaya inince birdenbire büyüyen dere, kasabada hemen hemen bir nehir olurdu. Halk artık yavaş yavaş bu nehre "Ese Suyu" demeye başlamıştı. Son on beş sene içinde faizciliğiyle zenginleşen Eseoğlu, Kumdere'nin dibinden başlayan ova tarlalarını birer birer satın almağa başlamıştı. Kasabada hükümetin adamıydı. Gelen kaymakamları evlerinde bedava oturtur, polisleri kendi çiftliklerinde aylarca misafir ederdi. Adamlarının hepsi yabancıydı. Çobanları, uşakları, hergelecileri, Arnavutlardan, Rumlardandı. Şehirdeki meşhur Hıristo Çorbacı ortağıydı. Yazları ona misafir gelir, bütün civar köylülere ortalama yüzde iki yüz faizle borç verirlerdi.
Muhtar:
-    Eseoğlu üç senedir borcunu veremeyen "Küçükalan’lıları mahkûm etmiş, dedi.
Küçükalan, ovanın öte başında Kumdere'den biraz büyücek bir köydü.
Hoca sordu:
-    Nasıl mahkûm etmiş?
-    Dava şehirde olmuş. Hıristo Çorbacı, ta İstanbul'dan usta bir avukat getirmiş! Davayı kazanmışlar. Meğer köyde Eseoğlu'na borcu olmayan yokmuş. Şimdi Eseoğlu ile Hıristo bütün köyün tarlalarını, çiftliğini zapt etmişler.
-    Eey ...
-    Eey, işte böyle.
Hacı Durmuş:
-    Şimdi yersiz, yurtsuz kalan Küçükalanlılar ne olacaklar? Dedi.
Çubuğunu derin derin çeken Yörük Hoca cevap verdi:
-    Ne olacaklar? Eseoğlu ile Hıristo'ya esir!
-    Nasıl olur ya!
-    Bayağı olur işte.
Misafirlerin içinde köyün imamı da vardı. Bu az görmüş, fakat çokbilmiş bir adamdı. Köyden olmadığı halde, Yörük Hoca gibi yerlileşmişti. Hacı Durmuş'a izah etti:
-    Nasıl esir olacaklar? Köyün, tarlaların tapuları Eseoğlu'na geçmedi mi ya... Geçti değil mi? İyi ya işte... Tarlaları kim sürecek, çiftini kim toplayacak? Hıristo, Yunanistan'dan Rum getirmeyecek? Eseoğlu kendi çiftliğine bile güç ırgat buluyor. Küçükalanlılar ikisinin hesabına eşek gibi boğaz tokluğuna çalışacaklar.
Yörük Hoca:
-    Boğaz tokluğuna deme, aç acına... dedi. İmam bu sözleri tekrarlardı:
-    Aç acına! Aç acına!
Kezban kahveyi kabartmış, kotarıyordu. Ocakta devrilen bir odun birdenbire alev aldı. Oradakilerin çehrelerini feci bir kırmızıya boyadı. Sanki komşu hemşehrilerinin bu manevi ölümünden duydukları matem hepsinin yüzüne yansıyordu. Sessizlik ağırlaştı. Herkes önüne bakıyordu, Yörük Hoca'nın çubuğu sönmüştü. Kezban, bu karamsar havanın içinde yıkılmaz bir ümit, genç, dinç, güzel bir azim timsalinin hayali gibi yavaş yavaş kalktı. Fincan tepsisini önce Durmuş'a uzattı. Ondan sonra sıra ile bütün oturanlara kahvelerini dağıttı.
Kimi sigara sarmıştı. Kimi bellerinden çıkardıkları çubukları dolduruyorlardı. Kezban babasının lülesini yaktı. Sonra herkese ateş gezdirdi. Sonra gitti, kapının yanındaki alçak iskemleye çöktü. Evde yalnız olduğu için ihtiyar misafirlerin yanından ayrılmazdı. Açık perdeden giren serince bir rüzgâr çubukların, sigaraların dumanlarını ocağa doğru sürüyordu.
Çubuğunu fosurdatan Yörük Hoca:
-    Ah genç olsaydım! Dedi.
Hacı Durmuş'un solundaki gür siyah sakallı kısa boylu, küçük gözlü bir adam -Kamçısızların Veli- Yörük Hoca'nın yüzüne bakmadan:
-    Genç olsaydın ne yapardın, hoca? Diye sordu.
İhtiyar Yörük kahvesinden büyük bir yudumu "ah" la içti. Gözlerini çubuğunun dumanları içinden ayırmak istiyormuş gibi başını kaldırdı. Odanın içi pek dardı, pencereler arkasındaydı. Bakacak bir yer bulamadı. Gözlerini kapadı.
-    Dağa çıkardım! Dedi.
-    Dağa çıkıp da ne yapabilirdin?
-    Ne mi yapabilirdim? Eseoğlu gibi millet düşmanlarını gebertirdim!
Muhtarın sağındaki uzun boylu, hasta yüzlü, perişan bir köylü -Nalbant İsmail- adeta inledi:
-    Eseoğlu bir değil ki...
-    Bin olsun, önce birden başlanır...
Muhtar:
-    Yaşa Hoca! diye bağırdı, sonra ilave etti:
-    Şendeki cevher hepimizde olsa...
Hacı Durmuş:
-    Bizden cevher olsa da para etmez, diye kafasını hafif omuzlarının arasına çekti. Yaş yetmiş, iş bitmiş! Gün gençlere kaldı. Hâlbuki onlar da kendi havalarında... Hiç bir şeye akılları eriniyor. Her şeye eyvallah diyorlar. Anadolu adeta bir tekke olmuş... Bizim zamanımızda kimse kimseye haksızlık edemezdi. Herkes birbirinden çekinirdi. Hele yabancılar memlekete adım atamazlardı. İş, para, çift çubuk bizimdi. Köy değil, hatta kasabaya bile Rum, Ermeni, Yahudi, madrabaz giremezdi.
Verdiği haber, koca bir köyün sütü bozuk bir faizciyle, şehirden yabancı bir Rum'un malı oluşu hepsinin kalbine zehirli bir hançer gibi etki etmişti. Küçükalan, ovanın en zengin köyüydü. Kasabaya alışan gençler hep Eseoğlu'nun yanma gitmeğe başlamışlardı.
Yörük Hoca, Eseoğlu'nun ne kötü bir herif olduğunu bildiği için zavallılara haber gönderdi. "Onunla alışveriş etmeyin. Sizi mahveder" dedi. Fakat sözünü dinletemedi. Beş yıl içinde yedi yaşından yetmiş yaşına kadar hepsi Eseoğlu'na borçlandılar. İşte bugün bütün arazilerini alıyordu. İmansız, merhametsiz, dinsiz bir faizciydi. Bu aklı İstanbul'a, İzmir'e gittikçe manifatura aldığı Rumlardan öğrenmişti. Bu gidişle bütün köyleri esir edecekti. Korkusundan, çiftliğine silahlı Arnavutlarla gidip geliyordu. Kasabada bile canını yakmadığı, yuvasının bir direğini olsun yıkmadığı adam yoktu. Daha elini Kumdere'ye atamamıştı. Kışın köyden her rast geldiğine:
-    Ben size de iyilik etmek isterim. Kim para isterse bana gelsin! Derdi.
Fakat Yörük Hoca borcun, hele bir faizciye edilecek borcun nasıl bir ateş olduğunu, nasıl ev, bark, köy kent yaktığını hemşehrilerine iyice anlatmıştı. "Olmadı mı sabır, kanaat! Oldu mu idare, tedbir!.." Köy bu nasihati tuttuğu halde yine eziliyor, yine sefalete düşüyordu. Her yirmi yaşına giren genç asker olunca Yemen'e gidiyor, bir daha gelmiyordu. Nüfus azalmıştı. Köyde çoğunluğu ihtiyarlarla kadınlar oluşturuyordu. Eseoğlu, borç verip yutamadığı için Kumdere'ye kinliydi. Oraya polisleri belâ ediyordu. Her yeni gelen Kaymakama:
-    Bütün vilayet içinde eşkıya yatağı Kumdere'dir! Devlet burasını topa tutmazsa, rahat görmez! Derdi.
Hâlbuki Kumdere'den şimdiye kadar ne bir adam dağa çıkmış, ne de dağdakilerden biri misafir gelmişti.
Köy, dik bir dağın eteğinde olduğu için halkı hem ovada işleriyle uğraşırlar, hem de kışın dağlarda ayı, kurt, geyik avı yaparlardı.
Avcılık, onları ova köyleri gibi karanlık bir sefalete düşürmüyordu. Nihayet geçen sene Eseoğlu, onların silahlarını da hükümete toplattırmayı başardı. Artık ava gidemiyorlardı. Silahsız kalan halk ne yapacağını şaşırmıştı. Yörük Hoca:
-    Sünnet bozuldu! Demişti.
"Ata binmek, silah kullanmak yüzme öğrenmek" Peygamberin emriydi. Silah olmadıktan sonra av nasıl kovalanırdı? Silahsız at ne işe yarardı. Esir gibi kaldıktan sonra yüzmeye ne lüzum vardı? İnsanın kendisini suya atıp boğuluvermesi daha hayırlıydı! Köyün en büyük üzüntüsü işte bu, silahsız kalmaktı. Polislerin evleri basıp çeyiz sandıklarına varıncaya kadar arayıp ucu sivri bir bıçak bile bırakmadıkları gün, bütün köy sanki ölmüş gibi susmuştu. Kambur Hasan-bu köyün en tuhaf adamıydı- hepsini teselli kabul etmez matemleri içinde güldürdü. Polisler gittikten sonra köylüler Cami meydanında toplanmış, düşünüyorlardı. Kambur Haşan:
-    Hey ağalar! İşte biz de "Çınarlı'ya döndük. Ama bizi nereye çıkaracaklar? Dedi.
Çınarlıların başına gelen felâketi hatırlayınca hepsi gülüştüler. Bu köyün macerası ova halkının eğlencesiydi. Çınarlı, en çok efe çıkaran sarp tabiatlı, haşin bir köydü. Polisler bir gün bunları kandırıp en son silahlarına varıncaya kadar almışlardı. İçlerine fesat düşmüştü. Kim silahını sakladıysa gidip biri haber veriyordu. Bir gün yine bunlardan "yardım" adı altında bir para toplamak istiyorlardı. Çınarlılar:
-    Vermeyiz! Dediler.
Silahlarının toplandığını unutuyorlardı. Kaymakam kızdı. O gün bir polis gönderdi.
-    Kerataların hepsini topla! Ama hiç birisini kaçırma. Ben gelir, onlara para vermeyi öğretirim, dedi.
Polis köye gelince silahını doldurmuş:
-    Kim kımıldarsa, vururum! Diye haykırmıştı. Kimse kımıldayamadı. Suyun kenarında kocaman bir çınarlık vardı. Çoluk-çocuk, ihtiyar, kadın, halkın hepsini bu ağaçların altına getirdi.
-    Hepiniz, şimdi şu çınarın üstüne çıkacaksınız. Beş dakikaya kadar yerde kim kalırsa öldürürüm! Diye ikinci bir emir verdi.
Silahım omzuna dayadı. Halkın üzerine doğrulttu. Köylü, can korkusuyla bir maymun sürüsü gibi çınarlara tırmandılar. O zaman polis:
-    Kim aşağıya inerse vururum! Diye tekrar bağırdı.
Derenin dibindeki gölgelere uzandı. Sigarasını yaktı. İçti. Uyuyuverdi. Köylüler polisin uyuduğunu gördükleri halde, yine rol yapıyor diye yere inemiyorlardı. Bu esnada Kaymakam gelmişti. Köyde tavuklardan, köpeklerden başka canlı yaratığa rast gelemeyince, ürktü, "Acaba hepsi dağa mı çekildi?" diye düşündü. Gönderdiği polisi sonunda derenin kenarında uyumuş görünce, kafasına bir tekme indirdi:
-    Ulan hani köylüler? Diye haykırdı.
-    Burada efendim.
-    Nerede?
Polis havaya havaya bakıyor, kaymakam bir şey anlamıyordu. Bir de gözlerini kaldırınca gördü ki, bütün köylü çınarların üstünde.... Bir kahkaha attı.
-    Aferin ulan! Dedi, iyi akıl etmişsin!
Polis:
-    Ne yapayım efendim! Uykum vardı. Kaçmasınlar diye hepsini ağaçlara çıkardım. Cevabını verdi.
Kaymakam parası olanın aşağı inmesini emretti.
Parası olmayan çınarların dalları içinde mahpus kalacaktı. Parası olmayanlara da borç para bulup indirdiler.
İşte Çınarlı köyünün bu macerası, Anadolu'nun henüz silahı elinde kalan çocuklarını çok güldürmüştü. Zavallılar atalarının:
"Gülme komşuna, gelir başına" dediğini unutmuşlardı. Eseoğlu, hükümete ihbarcılık yapa yapa ovadaki her köyü Çınarlılar gibi silahsız bırakmıştı. Yalnız kendi korucuları, kolcuları, çobanları, mandıracıları, hergelecileri silahlıydı. Bu adamları da hep Arnavutluk'tan, Yanya'dan filan getirtiyordu. Hizmetinde hiç yerli kullanmazdı. Bir nevi silahlı derebeylik kurmuştu. Civarda korkmadığı, ürkütmediği insan kalmamıştı. Vurduruyor, öldürüyor, kendisine karşı gelebilecek hiçbir kuvvet bırakmıyordu. "Eşkıya, yataklık, filan..." yalanlarıyla hükümeti kendine uydurmuştu. Civarın en güzel kızlarını zorla nikâhına alıyor, bir hafta sonra boşayıveriyordu. Yaptığı fenalıklar sınırları aştığı için son günlerde kasabadan dışarı çıkamaz olmuştu. Hep bir eşkıya hücumundan korkardı. Muhtar, tekrar bir sigara tellendirerek onun korkularını anlatmaya başladı.
Nalbant İsmail:
-    Pekâlâ, korkuyor emme, gene fenalık etmekten vazgeçmiyor... dedi.
-    Elinde değil.
-    Eli kopsun....
Muhtar, Yörük Hoca'ya döndü.
-    Ha! Azıcık daha unutacaktım... Dedi. Eseoğlu dermiş ki: "Yörük Hoca ölsün, Kumdere'yi de zapt edeceğim!"
-    Kime demiş ki?
-    Herkese...
-    Ecel yaşa bakmaz oğul! Sayısı, sırası yoktur.
Ben öleceğim de, o dünyada kazık mı dikecek! Hem o daha bizim köye elini uzatacağına bana borcunu versin!
Odadakilerin hepsi Yörük Hoca'nın gözlerine baktı, Muhtar da şaşmıştı.
-    Sana borcu mu var?
-    Var ya...
-    Ne kadar?
-    Yüz elli lira kadar.
-    Ne vakit almıştı?
-    Üç sene oluyor. Bir cuma günü kasabadaydım. Harmanı yeni satmıştık. Köylülerden alacaklarımı da almıştım. Bu herif bana rast geldi: "Aman hoca, şu dakika çok sıkıştım. Bana üzerindeki paraları ver... Dedi.
-    Eey, sen de verdin mi?
-    Verdim.
-    Senet filan almadın mı?
-Almadım.
Kamçısızların Veli güldü:
Öyleyse, artık ahirette alırsın.
-    Hayır, dünyada alırım.
Hacı Durmuş da başını salladı:
-    O herif dünyada borcunu vermez... Dedi
-    Ben alırım.
-    Görürüz.
-    Hem yarın...
Muhtar yemin etti:
-    Hoca inat etme, vallahi vermez.
-Ben alırım.
-Boşuna başına belâ alacaksın!
Kapının yanında duran Kezban hiç lafa karışmıyor, yalnız dinliyordu. O da babasının Eseoğlu'ndan alacağı olduğunu yeni işitmişti. Bu herifi, üç sene evvel, bir gün pazarda görmüştü. Sarı, esmer, çirkin suratı, çarpık burnu, dişlek ağzı gözünün önüne geldi. Gizli bir nefretle titredi. Şimdi köylüler av hikâyelerine başlamışlardı. Henüz köyde iki gizli silah vardı. Kışın onunla nöbetleşe ayı avına gidiyorlardı. Ama postu kasabaya götüremiyorlar, daha yukarıdaki köylere satıyorlardı. Eğer kasabada ayı postu görseler, "Ne vurdunuz?" diye hemen polis memuru insanı yakalıyordu. Laf Tosun Dayı'nın hastalığına geldi.
"İnce dert!" diyorlardı.
Beş yetişmiş oğlunun hepsi Yemen'e gitmiş, hiç biri geri gelmemişti. Bu ihtiyar, geri dönmeyen oğullarını düşüne düşüne eridi. Sapsarı oldu. Bir deri bir kemik kaldı. Şimdi ölüyordu. Bütün çifti, çubuğu kimsesiz bir ihtiyar kadıncağıza kalacaktı. Oradan lafı Moskof'lara getirdiler. Köyde her toplanmanın sonu Moskof hikâyesiyle biterdi. Yine her vakit ki gibi Hacı Durmuş, Yörük Hoca birer olay anlattılar. Bu, bitmez tükenmez bir romandı. Elle tutulan patlamamış gülleler! Gece hücumları! "Allah, Allah" sesini duyunca Rus ordularının silahlarını atıp kaçışı! Kurşun vurmaz komutanlar! Yeşil sarıklı hayal ordularının yol açması! Yörük Hoca anlattıkça dinleyenler heyecana geliyorlardı. Bu sefer anlattığı vücudu yarı beline kadar donmuş bir nöbetçinin macerasıydı. Kendini değiştirmeğe gelen arkadaşını görünce, şahadet getirmeğe başlamış, yürü-yememiş, hemen oracıkta ölmüştü. Köylülerden biri:
-    Ah, şu Moskof'la bir kere daha karşı karşıya gelsek!
Dedi.
Yörük Hoca güldü:
-    Oğul! Şimdi Moskof içimizde! Hacı Durmuş onayladı:
-    Moskof içimizde! Her gün ölüyoruz. Küme küme ölüyoruz işte!
Sonra Anadolu'nun çektiği ıstırabı anlatmağa başladı. Halk daha içerilerde ot yiyor, çuval giyiyordu.
Mısır koçanından yapılma ekmeği bile ömründe görmeyen Türkler vardı. Kaç yıl vardı ki hayvanlar gibi ormanlarda, kırlarda kökleri topluyorlar, ince toprak killeri un gibi midelerine indiriyorlardı.
Yörük Hoca:
-    Bu gidişle bizim de olacağımız o... dedi. Ver, ver, ver! Elde yok, avuçta yok! Sonumuz n'olacak?
Açlığın, çıplaklığın korkunç hayali içerlerden gölgesini bu verimli ovalara bile uzatıyordu. Konuşurlarken, hepsinin yüzünde bu günün karartısı belli oluyordu. Hacı Durmuş, içerlerinin haraplığım, perişanlığını anlattıkça hep bir nakarat gibi:
-    Bu bizim her şeye "eyvallah" deyip boyun eğmemizdendir! Sözünü tekrarlıyordu.
O ihtiyardı. Zaten birkaç günlük ömrü kalmıştı.
Fakat eli ayağı tutanlar hiç bir haksızlığa razı olmamalıydı. "Ah!" diyordu, "her memlekette bir adam çıksa... Ne rüşvet kalır, ne zulüm kalır, ne fesat kalır! Bir kişi... Bir kişi..." Yörük Hoca da onun fikrindeydi.
İçlerinden biri dedi ki: "Yemen, Arabistan kasaphanesi durdukça köylerimizde genç kalmıyor!" Bu pek doğruydu. Hepsi gözlerini yerlere indirdiler. Köyde, en aşağı iki dinç evlâdını Yemen çöllerinde kaybetmemiş aile yoktu. Sanki durmak dinlenmek Türk'ün nasibi değildi. Bir savaş biterken biri çıkıyordu. Ha Mora, ha Sivastopol, ha Sırp, ha Karadağ, ha Moskof! Sonra bunlar yetmiyormuş gibi bir de Arabistan! Bu kadar fedakârlıklara karşı ya görülen zulüm! Çektiklerini hatırlayan köylülerin benizleri soluyordu.
Geç vakit gitmeğe kalktılar. Bu gece hep acı şeyler konuşmuşlardı. Çam Hüseyin, tavana varan uzun boyu ile kapıdan çıkarken:
-    Keşke hoca, bize biraz kitap okuyuverseydin! Konuştuk, zehirlendik! Dedi.
Gündüz gibi bir mehtap avluyu aydınlatıyordu.
Kezban ile Yörük Hoca dış çite kadar misafirleri uğurladılar. Dönerlerken Kezban ahıra uğramak için ayrıldı.
Babası:
-    Yarın kasabaya gideceğim! Atı erken hazırla! Dedi.
-    Nereye gideceksin?
-    Şu Eseoğlu'ndan benim parayı istemeğe!
-    Pekâlâ...
İhtiyar durdu. İri, güzel kızının gidişine baktı.
Gayri ihtiyarî:
-    Ah, şu bir erkek olsaydı! Diye içini çekti. Kezban döndü:
-Bir şey mi dedin ki baba?
-    Yok, bir şey demedim!
Fakat Kezban, onun dediğini, onun niçin "ah" ettiğini duymuştu. Evet, erkek olsaydı, erkek olsaydı... Gözünün önüne çamlı dağlar, karlı yollar, hainlerin, hırsızların, namussuzların, zalimlerin, kirli çamurlara, kanlara bulanmış ölüleri geldi. Ah erkek olsaydı... Fakat işte kızdı! Erkek olmanın çaresi yoktu. Düşüne düşüne ahıra girdi. Atın önüne ot koydu. Eşek köşeye tıkılmıştı. Onu çekti çıkardı. Sonra eve girdi. Babası odasına çekilmiş, yatmıştı. O, yatağı serdiği sedirin kenarına oturdu. Gözlerini, ayın mavi ışığıyla etrafı gümüşlenen yüksek, çamlı dağlara dikti. Gece işittikleri birer birer aklından geçiyordu. Kulakları çınlamağa başladı. Bülbüllerin sesini duymuyordu.
-    Ah, erkek olsaydım! Dedi.
Yatağına soyunmadan yüzükoyun uzandı. Sabaha kadar uyuyamadı.

SON EKLENENLER

Üye Girişi