Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

SİS VE TARİH-İ KADİM-ATİLLA ÖZKIRIMLI


Fikret’in yeni döneminin başlangıcı sayılan “Sis” 18 Şubat 1317/1901 tarihini taşır. Rübab-ı Şikeste'nin üçüncü basımına aldığı bu ünlü şiirini Servet-i Fünun'dan ayrıldıktan sonra yazmış, yayımlamamış, ama şiir dilden dile dolaşarak ezberlenmiştir. Busen Eşrefin söylediğine göre, “O sıralarda bir polis her gün evini gözaltında bulundururmuş, rutubetli bir şubat günü sis denize olanca kesafeti ile çökmüş. Akşama kadar suların üstünden sıyrılamamış. Polisin duvarı ile sisin duvarı arasında kalan şair, o gün bütün bir devri bütün dertleri ile duymuş” ve “Sis”i yazmış.


Bu anlatılanların ne ölçüde doğru öldüğünü bilemiyoruz. Ama Tanpınar'ın deyişiyle “Sis, bir infial anının, herhangi bir istiare ile ifadesi değildir. Belki Abdülhamid devrinin bir hasta odasını andıran vehimli İstanbul'unun geniş bir vision'da toplanmış romanıdır. (...) Bu bir manzume değil, geniş, korkunç ve zatim bir bedduadır ki, faciadan faciaya atlayan ve yer yer hakikaten iptidai olan ıztırabı sonuna doğru payitaht sokaklarında sefil ve sergerdan dolaşan kimsesiz kadınların ve bakımsız çocukların talihine eğilmiş çok İnsanî bir şefkâte kalbolur ve onunla biter.” Böylece kötümserliği de “Sis”le bir anlam kazanır, toplumsal bir boyuta yerleşir. Şiirin içinde iki kez yinelenen şu beyit, Fikret’e egemen olan düşüncenin en iyi özetidir:


Örtün, evet, ey hâile... Örtün, evet ey
                                             şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey facire-i dehr


Şiir, İstanbul'un ufuklarım saran, inatçı, gittikçe artan beyaz karanlığın, sisin betimlenmesiyle başlar. Ardından bütün çirkinliğiyle İstanbul'un anlatımına geçilir. Şair İstanbul'u “Ey köhne Bizans” diyerek bin kocadan artakalmış bir “bâkir duba benzetir. Güzelliğini koruyan, hâlâ herkesi büyüleyen, sana yakın görünüşüyle aldatıcı, Doğu'nun İmrenilen kraliçesidir o... Ama en kanlı sevişmeleri ”sefahata susamış bağrında besleyen” bir kraliçe. Sanki daha kuruluyorken hain bir el yapısına lanetin zehirli suyunu katmıştır da her zerresinde ikiyüzlülüğün pisliği dalgalanır, temiz tek bir zerre bulamazsın... Hep ikiyüzlülük, hep çekemezlik, hep çıkar kollama... Alnı ak kaç kişi çıkabilir bu pislikten:

Milyonla barındırdığın ecsâd arasından
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ü
                                 drahşan?!.
Daha sonra İstanbul'un kendisinde bıraktığı izlenimi dile getirir Fikret. Şiirin bu bölümü, bir kentin somut görünümünün bir sanatçının duygu ve düşünceleriyle, onda bıraktığı etkiyle yansıtılmasıdır, İlk İki dizede açık bir biçimde görürüz bunu:

Ey, debdebeler, tantanalar, şanlar,
                                     alaylar;
Kâtil kuleler, kal'ali, zindanlı saraylar..

Birinci dize parıltılı bir yaşayışın betimlenmesiyse, ikinci dizede bu parıltının altında yatan gerçek vurgulanır. Denilebilir ki bu iki dize altı yüz yıllık bir imparatorluğun siyasal gerçeğinin, yönetimin işleyişinin kısa, yalın, apaçık anlatımıdır. Şiirin sonuna doğru içinde bulunulan siyasal düzenin nitelikleri de sayılacaktır bir bir.
Namus, artık masallarda kalmış bir anıdır. Yükselmenin tek yolu vardır: Ayak öpme. Öksüz ve dulların ağzındaki yakınmalar ise ”havf-i müsellah”ın yıkımlarından ötürüdür. Havf-i müsellah, silâhlı korku... İşte Fikret'in Abdülhamit’i anlatmak için kullandığı sözcükler. Ardından da yaptıkları...

Ey şahsa masuniyet ü hürriyete makrûn
Bir hakk-ı teneffüs veren efsane-i
                                         kânûn!
Ey va'd-i muhâl, ey ebedî kizb-i
                                   muhakkak
Ey mahkemelerden mütemadi sürülen
                                                hak!


Değişik biçimlerde yorumlanan bu dizelerde 1876-1900 yılları arasındaki siyasal tarihin öyküsü yatar aslında. “Efsane-i Kanun” uygulanmayan Kanun-i Esasî'den başka bir şey değildir çünkü. Özgürlüğe kavuşulmuş, ama bu özgürlük salt bir soluk alma özgürlüğüne dönüştürülmüştür. Fikret'in “Midhat Paşa İçin” yazdığı bir şiirinde,

Çok zaman bekledi ey zat-ı mübeccel,
                                      vatanın
Yâd için nâm ü ser-encâmını hürriyetle;
Bize hürriyeti sen verdin, evet sen
                                          verdin
Bize insanlığı, hürriyet ü milliyetle.

dediği anımsanırsa daha iyi anlaşılır bu. Abdülhamit, tahta çıkınca meşrutiyeti ilan edeceğine söz vermiş, ama ardından bir bahaneyle meclisi kapatıvermiştir. Tutulmayan söz (va'd-i muhâl), sonsuz yalan (ebedî kizb-i muhakkak) budur, “hakk”ın sürekli mahkemelerden kovulması da bunu göstermektedir.
Bu kadar da değil... Padişahın kapıldığı kuşkular sonucu gizli kulaklar vicdanlara dek uzanmış, duyulur korkusuyla ağızlar kilitlenmiştir. Kılıç ve kalem (seyf ü kalem), yani askerlerle aydınlar siyasî mahkûmdurlar. Bütün bir ulus, her sınıftan insanıyla iki büklüm gezmeye alışmıştır. Eğilen başlar arasında ak-pak olan, saygı uyandırması gereken başlar da vardır, iğrendirir bunlar şairi. Bütün bu insanlar arasında yalnız analara ve çocuklara acır Fikret:

Ey mader-i hicrân-zede, ey hem-ser-i
                                       muğber;
Ey kimsesiz âvâre çocuklar... Hele
                   sizler, hele sizler...
Ve şiir ünlü lanetle biter:

Örtün, evet, ey haile... Örtün, evet ey
                                               şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr;

“Sis”ten birkaç yıl sonra yazdığı “Tarîh-i Kadim” şiirinde Fikret'in, sorunu başka bir boyuta yerleştirdiği görülür. Daha doğrusu ”Sis” yaşanılan toplumsal durumun saptanmasıysa, “Tarih-i Kadim”, bu toplumsal durumun tarihsel gelişiminin açıklanmaya çalışılmasıdır. Tarihîn yorumlanmasıdır kısacası. Bu nedenle Fikret'in şairlik serüveninde önemli bir yer tutar. Yazıldıktan yıllarca sonra tartışmalara yol açması da düşünsel içeriğinin öneminden gelir.
Sonra, bir hesaplaşmadır “Tarih-i Kadim”. Fikret yalnız çağıyla değil, kendi kendisiyle de hesaplaşır bu şiirinde. Düşüncelerini, inançlarını gözden geçirir.
“Tarîh-î Kadim” 28 Nisan 1905'te yazılmıştır. “Hitab” adıyla bilinen bu şiirin de bir yazılış öyküsü vardır. Ruşen Eşref bunu şöyle anlatır:
“... Şiirlerinden birkaçının sergüzeştini bizzat kendisinden dînledimdi: Meselâ Hitab'ı yağmurlu bir kurban bayramı gecesi yazmış.
— Hava o gece birdenbire bozulmuştu. Yağmur taneleri şiirin mısralarına âhenk tutuyordu, dediydi.
O arife günü refikası, Halûk ve kendisi İstinye'ye doğru bir sandal gezintisi yapmışlar. Kürekleri Halûk çekiyormuş. Onların çıktığı istikâmetten inen bir sandalın içinde iki kurbanlık koyun gidiyormuş. Fikret bunları görünce irticalen:

Din şehîd ister, âsman kurban;
Her zaman, her tarafta kan, kan, kan.

demiş. İşte Hitab'ı yazdırmağa bu sebep olmuş.
(...) Ertesi sabah, kendisini ilk ziyarete gelen adama —Amerikalı şakirdlerinden birine— okumuş. Ve bütün basılamayıp da neşredilmesini istediği şiirleri gibi derhal kendisi ve talebesinden birkaçı, hatları (yazıları) belli olmasın diye kâğıtları ters tutarak, kelimeleri baş aşağı yazarak beş on nüsha tebyiz etmişler (temize çekmişler); bayramlaşmağa gelen emniyetli dostlara dağıtmışlar.
“Tarih-i Kadim”de Fikret, insanlık tarihini bir savaşlar tarihi olarak ele alır ve tarihsel gelişimi metafizik yoruma bağlayanlara karşı çıkar. Ona göre tarih, uygarlıklara son veren, yarattığı kahramanlara boş, saçma bir ün sağlayan, buna karşın her yenginin sonunda açlığa, yoksulluğa yol açan bir savaşlar zincirinden başka bir şey değildir. Bu nedenle geçmişe saldırır şair. Çünkü tarihte hak güçlünündür, yani şeririn; en açık doğru ise şudur: Ezmeyen ezilir. Geçmişe bakınca kan görür yalnız:

Her şeref, her saadet piç;
Her şeyin iptidası, âhiri hiç.
Din şehîd ister, asuman kurban
Her zaman, her tarafta kan, kan, kan!...

Kahramanlık... Esası kan, vahşet;
Beldeler çiğne> ordular mahvet
Kes, kopar, kır, sürükle, ez, yak, yık;
Ne “aman” bil, ne “ah” işit, ne “yazık”,
Geçtiğin yer ölüm, elem dolsun;
Ne ekinden eser, ne ot, ne yosun;
Sönsün evler, sürünsün aileler,
Kalmasın hırpalanmadık bir yer.
Her ocak benzesin mezar taşına,
Damlar insin yetimlerin başına. ’ ;

Bunun sorumlusu cihangirlerdir:

Ey cihangir utan şu makbereden!
Hep senin, işte hep senin eserin.

Bir de şehit isteyen din ya da daha doğrusu savaşı kutsal sayan anlayış. Artık bu ikisinin egemenliği sona ermelidir. Bu anlayış tarihin, geçmişin karanlığında boğulmalıdır. Gelecek için en güzel muştu budur. Savaşçı, başkasına saldıran, zulüm ve istibdat, kısacası savaşlar ortadan kalktığında, gerçek özgürlüğe kavuşulacaktır. Sonuç:

Ben benim, sen de sen, ne rab, ne ibâd.
Yani ben benim, sen de şen olacaksın; ne tanrı ne kul kalacak.

İşte o zaman savaş, ayaklanma, antlaşma gibi olaylar unutulacak, olağanüstü cin-peri öyküleri gibi anlatılacak; tarihin, düşüncelerin mezarı olan sayfaları yırtılacaktır. Ama bunu, bu yaradılış devrimini (inkılab-ı hilkat) kim gerçekleştirecektir? Tanrı mı?

O fakat aslı hep bu kavgaların...

Böylece Fikret, o güne kadar yalnızca inanç planında ele alınan Tanrı düşüncesine toplumsal bir açıdan yaklaşır; Tanrının sıfatlarını, insanın Tanrı karşısındaki durumunu, dinlerin insana karşı kullanılışını anlattıktan sonra,


Ben ki hepsinden iştibâh ederim;
Kime sorsam, diyor ki: “Yok haberim.”
Kim bilir?, belki hepsi vehmiyyât,
Belki aldanmak ihtiyac-ı hayat;
Kim bilir?, belki hepsi doğru da, ben
Bî-haber kendi sehv-i hissimden,
Varı yok bilmek istedim, yoku var.
İştibâh... İşte töhmetim! Ne zarar?
Şüphe bir- nûra doğru koşmaktır,
Hakkı tenvir ukûl için haktır.


diyerek, inancın karşısına aklı çıkarır. Kuşkudur Tanrının en büyük düşmanı. Sorular bir-birini izler, yanıtlarsa indirir Tanrıyı tahtından. İnancını yitiren Fikret'teki değişimin dile gelişidir bu yönüyle “Tarih-i Kadîm”. Daha sonra Tanrının yerine insanı geçirir Fikret
Fikret'in “Tarih-i'Kadîm”de dile getirdiği düşünceler yaşadığı dönem açısından ilerici düşüncelerdi. Ama Türk toplumu için. Yoksa Batı'da, tarihsel gelişimin toplamların sosyoekonomik yapılarına bağlı olduğu gerçeği kanıtlanalı yarım yüzyılı geçmişti. Fikret’in düşünceleri tarihin idealistçe yorumuna dayanıyordu, ulaştığı çözümse romantizm kokuyordu. Büyük bîr tepkiye de yol açmadı. -İslamcılar tedirgin oldular gerçi, ama bu tedirginlik homurdanmadan öte bir sonuç doğurmadı.
Bunun nedeni, Tarih-i Kadîm'in yazıldığı yıllarda ülkede ezici bir baskının egemen olmasında aranmalıdır. Değişik görüşleri de savunsalar, aydın ve sanatçıların çoğunluğu baskıya karşı ortak bir mücadeleyi sürdürüyorlar ve ülkenin tek kurtuluş yolunun meşrutiyet yönetimi olduğuna İnanıyorlardı. Başka bir deyişle, gizli ya da açık, padişahın kayıtsız şartsız egemenliğine son verilmesiydi ortak amaç. Nitekim asıl düşünsel çatışmalar Meşrutiyet'in ilanının hemen ardından başlayacaktı.

SON EKLENENLER

Üye Girişi