Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

AÇIL SOFRAM AÇIL – EFLATUN CEM GÜNEY


Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde... Aç tavuk düşünde darı görürmüş; hastalar dersen, narı görürmüş; ben de ben olalı her gece sarı görürüm... Yumurta sarısı mı desem, kanarya sarısı mı desem, altın sarısı mı desem, ne desem; sarı mı dedin sarı; sarıyı görünce erir dağların karı! İşte gör, düşte gör; hayalde gör, düşte gör; olur ya, olamaz mı, olup bitenler az mı? Mademki altınlar sarı, sarılar da altın olsa, ne küp kalsa, ne külek , ağzı beraber dolsa; bununla bir şehir yaptırsam köyü beraber, seksen sekiz oda boyu beraber; içinde bahçesi, suyu beraber; vah neyleyim, yürekte var, elde yok... Dört bacım olsa perde yüzünde, hiçbirinin olmasa dünya gözünde, dört saray kurdursam dağ üzerinde; vah neyleyim, yürekte var, elde yok... Bin melik tarlam olsa su basar; vergi haktır elbet, buna kim küser; otuz beş de sürüm olsa beraber; -vah neyleyim, yürekte var, elde yok... Dört bin devem olsa bir düz ovada, yirmi bin kuşum uçsa havada, beş on batman yağ eritsem tavada; vah neyleyim, yürekte var, elde yok... Bin beş yüz ineğim, körpe danalı; iki yüz cariyem, eli kınalı; doksan da çobanım, beli kamalı; vah neyleyim, yürekte var, elde yok Her sene verirdim, on yük iane ; el avuç açmazdım hana, çobana; on iki bin atlı döksem meydana; vah neyleyim, yürekte var, elde yok... Böyle olsa ile bulsa bir araya gelse görmemişin bir oğlu, kör Memiş’in bir kızı doğsa, seyreyle sen gümbürtüyü, amma velakin lafla peynir gemisi yürümez ki koca koca sal yürüsün; yürüse yürüse yine masal yürür iyisi mi köşkü, sarayı bir yana, kurmayı, kuruntuyu öbür yana bırakalım da, biz kendi ocağımızın başına oturup kendi keyfimize bakalım:

Bir varmış, bir yokmuş; Allah’ın kulu çokmuş, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir Keloğlan varmış...
Günlerden bir gün o Keloğlan bu sokak benim, şu sokak senin dolaşırken iki taş arasında bir on para bulur ama ne alsam, ne alsam diye düşünüp durur: “Üzüm alsam, çöpü çıkar! Erik alsam, çekirdeği çıkar! Et alsam, hani ocak? Ot alsam, hani bıçak? İyisi mi, kaygısız başım, ağrısız dişim; leblebi alırım da kütür kütür yerim, artanını da götürür anama veririm!” der, alır leblebiyi, düşer yola... Yine şura senin, bura benim derken varır bir kuyu başına. “Acep ne kuyudur bu kuyu, içilir mi ki suyu?” diye eğilir bakar; amma derinmiş kuyu, görünmez suyu; daha daha eğileyim derken yarım leblebisi suya düşmesin mi? Keloğlan’ın da aklı başından gider:


“A kara kuyu, kara kuyu! Sen esirge benden bir yudum suyu... Sonra dönüp elsiz, ayaksız gel de, al elimden leblebiyi; hoppala yavrum, hoppala! Nerdeymiş bu yağ bu yağma? De hadi, verirsen ver leblebimi, yok, yoksa taşım kırar, başını yararım senin!” der, bir söyler ses çıkmaz, iki söyler ses çıkmaz, üçüncüsünde bir Arap bacı çıkar kuyudan: “Ne istiyorsun Keloğlan?” diye sorar... Keloğlan da: “Ne isteyeceğim, leblebimi istiyorum!” der. Arap bacı da. A Keloğlan, yarım leblebin, su perisinin düğününe çerez oldu; koca bir düğün halkı yedi yedi, bitmedi, hâlâ da yiyip duruyorlar; eksik, artık helal et! Onun yerine sana öyle bir sofra getirdim, öyle bir sofra getirdim ki, açıl sofram açıl!’ dersin, açılır; yersin, içersin; sana da yeter, ona da yeter; ne tükenir, ne biter. Sonra ‘kapan sofram, kapan!’ dersin kapanır” der, demesiyle kaybolması da bir olur Arabın... Keloğlan, “Bak hele şu kısmete, insanın kaşığına nasıl da çıkıyor!” diye düşünür, sofrayı omzuna vurup eve döner.


Çındılpıt deyip kapıdan girince, anası onu şöyle bir tepeden tırnağa süzer, sonra ağız, dilden söz açıp: “Ne o yine Keloğlan, ağzın kulağına varıyor?” diye sorar. Keloğlan anasının sözünü ağzında kor: “Açıl sofram açıl!” der demez, önlerine öyle bir sofra açılır, öyle bir sofra açılır ki... Çeşit çeşit yemekler; baklavalar, börekler... Bu defa da anasının ağzı kulaklarına varır; yerler yerler bitmez, içerler içerler tükenmez, sonra “Kapan sofram, kapan!” der Keloğlan, kapanır sofra!
Bir gün böyle, beş gün böyle, “Açıl sofram açıl! Kapan sofram kapan!” Ne od istiyor, ne ocak; ne kaşık istiyor, ne çanak...
Günlerden bir gün Keloğlan, anasının karşısına dikilir; .
“Ana, ana, canım ana! Şu konu komşuyu bir yemeğe çağırsak nasıl olur?” diye sorar.
Anası da:
“Aman deyim oğul, herkesin gözü götürmez, ya şu halimize göz değerse? Gene de sen bilirsin... Sen kendi başını kayır, öyle de olur, böyle de olur, ben yarım ekmeği açı, yarım ekmeğin tokuyum!” der, der ama Keloğlan bu söze omuz silker:


“Bak hele şu düşünüp kurduğun şeye!” der, gidip yedi mahalleye birden haber eyler ki, “Nimetimi yesinler devletimi görsünler de kadir kıymetimi bilsinler!” Akşama varmaz, bu haber koca memlekete dağılır. Aklı başındakiler:


“Keloğlan ne ocağın yanıyor, ne bacan tütüyor; elin adamlarını ne ile doyuracaksın?” diye biraz kulağını bükmek isterler ama o bu söze başını kaşır: “Misafir umduğunu yemez, bulduğunu yer, herkesin kısmetinde ne varsa, kaşığına o çıkar; elbet de tok oturanlar, aç kalmaz ya?” diye savuşturur onları. Gelgeldim, ilde ne cingöz adamlar var! Öyle her akıntıya pabuç bırakırlar mı? “Keloğlan daha bir baltaya sap olamadı, kendi karnını doyurdu da bizimki mi kaldı?” diye düşünür, çağırıltıya kulak asmazlar. Ancak, işin alayında olanlar:


“Keloğlan’ın gene bir oyunu var ama gidip de görsek ' mi ki?” diye düşünür. Karınlarını tıka basa doyurup yollarını o yana doğrulturlar; bir de gelip görürler ki, görülmedik, işitilmedik bir sofra. Keloğlan “Açıl sofram açıl!” diyor, açılıyor; gelen yiyor, giden yiyor, oğlan yiyip oyuna, çoban yiyip koyuna gidiyor, ne bitiyor, ne tükeniyor; misafirlerin ardı arası alındıkça “Kapan sofram, kapan!” : diyor, kapanıyor... Gelenler, görenler şaşırıp kalır buna... : Hepsi de içinden “Kanaat sofrası mı desem, keramet sofrası mı desem, ne desem, ne tükenmez bir sofra bu, Keloğlan’ın sofrası!” diye geçirir, yedisinden yetmişine kadar herkes imrenir ve karınlarını, burunlarını doyurduktan sonra hep bir ağızdan:
“Neler yedi bu diş ne altın oldu, ne gümüş; şimdiden geri, bize de böyle bir kanaat sofrası İhsan et hey yeri göğü yaratan!” diye bir sofra duası yaparlar.
Gelgeldim, sür sürelim; bu davet günü Keloğlan’ın başına gelen, pişmiş tavuğun başına gelmez. Ne olur nasıl olur? O gün bu sofracık “sırra kadem” basar! İşte o zaman Keloğlan’ın gözleri fal taşı gibi açılır. Anası başını bir sallar, iki sallar da:


“Demedim mi oğul herkesin gözü götürmez diye? Korktuğumuza uğradık işte! Şimdi yerde ara ki gökte bulasın... Ana sözü dinlemedikten geri, ben gayrı işine, aşına karışmam; ne halin varsa gör” der ve gene kendi yününü eğirmeye başlar.


Keloğlan “Hele bir sorup soruşturayım” diye, önüne gelen kapıyı çalar, her gördüğüne sorar. Kabahati gelin etmişler de kim oğluna almış! Kimsecikler oralı olmaz; herkes birbirinin üstüne atar: “Kim ne yapacak; çalsa, çalsa, eskici baba çalmıştır” derler; bu, dünyasına küsmüş de: “Çok şükür, ben kendi elimle, emeğimle geçinip gidiyorum, elin sofrasında, tasında gözüm yok benim. Alsa alsa Emeti ana almıştır” der; ona gider, o da: “Kudret helvası desen bende, sabır meyvesi desen bende; elin balında, malında gözüm yok benim” der. Sözün kısası, yer demir, gök bakır; bu sofracığı kaşla göz arasında kimin aldığı bir türlü anlaşılamaz. O zaman Keloğlan, kel başını kaşımaya başlar:
“Hımmm bildim, bildim, ne bu almıştır, ne şu çalmıştır; gene onlar yapmıştır bunu” der ve sihirli kuyunun yolunu tutar...


Keloğlan sihirli kuyunun yolunu tutar, tutar ama o gider, yol gider; o gider, yol gider, gölgesi de peşi sıra tin tin eder, derken akşamın bir saatinde kuyunun başına varır:
“A kara kuyu, kara kuyu! Bir verip, bir almak Allah’a yakışır, sen kimden öğrendin bu huyu? Perileri mi gönderdin? Pirleri mi gönderdin? N’ettin, n’eyledin? Ben uyur, anam uyanıkken sofrayı aldırdın evimden? Döne döne pazarlık olacaksa, ver sen de benim leblebiyi!” der. Bir söyler, kuyudan ses çıkmaz, iki söyler ses çıkmaz, üçüncüsünde bir Arap bacı çıkar:


“Gene ne istiyorsun Keloğlan” der. Keloğlan da:


“Ne isteyecekmişim, ya aldığın leblebiyi, ya verdi» sofrayı, öyle ya o gün bugün doyduğum, doyacağı^ yok; anamın el kadar ekmeği de bana yetmiyor, imdi eli boş, yüzüm kara dönemem!” der. Arap bacı da: “Kem küm etme Keloğlan, senin yarım leblebi düğüne, derneğe harcandı, artanı da su perisine çerez oldu; bu defa da sana öyle bir değirmen getirdim, öyle bir değirmen getirdim ki„. Sağa çevirirsen altın öğütür, sola çevirirsen gümüş öğütür; bugüne de yeter, yarına da yeter, düğüne de yeter bayrama da yeter! Bileğine kuvvet; çek çekebildiğin, çevir çevirebildiğin kadar!” der, demesi ile kaybolması da bir olur.


Keloğlan, “Demek, kısmette bu da varmış” der. Değirmeni yüklenip eve döner. Keloğlan kapıdan girince anası baştan ayağa bir daha süzer onu: “Ne o Keloğlan, gene ne dolap çevirdin, gözlerinin içi gülüyor?” der. Keloğlan da: “Ne çevirdiğimi, ne çevireceğimi şimdi görürsün! Sen hele kalk, iki torba bul, getir bana” der.


Anası kalkar, kıyıyı köşeyi arayıp tarar; kırk yıldan kalma iki torba bulup buluşturur; birinin kırk yerinde kırk deliği, ötekinin kırk yerinde kırk yamalığı var ama ne ise...
Keloğlan soyunup dökünür, değirmenin başına geçer! Sağa çevirir, altın akar; sola çevirir, gümüş akar. Keloğlan’ın anası bakar da bakar, bakar da bakar; bir türlü gözlerine inanamaz; sonra “Peh peh peh, maşallah! Bu defa bu kaybolmaz inşallah!” diye, bir maşallah, iki maşallah ile şeytanın elini, kolunu bağlar.


Keloğlan bir gün böyle, beş gün böyle... Gece demez, gündüz demez; ne durur, ne dinlenir, sağ eli yorulsa, sol elini atar; sol eli yorulsa, sağ elini atar; kâh şu yana kâh bu yana çevirir; çevirdikçe de altın akar, gümüş akar; anası da dökülenleri devşirir toplar sandık, sepet, küp, külek demez, doldurur.


Ama gelgeldim, Keloğlan gelgeç akıllının biri… Bir gün olup kel başından yine kavak yelleri esmeye başar; gece gezip gündüz tozar; böylece haftalar, aylar geçer. Bir sabah anası bakar ki, ne baksın, küpteki altınlar eriyip akmış, gümüşler de suyunu çekmiş… Ak bürcekli hatuncağız neye uğradığını bilmez, hemen oğlunun yanına seğirtir; bir de görür ki ne görsün Keloğlan uyuz uykusuna yatmış, horul horul uyuyor; üç defa ‘lahavle" çeker, dördüncüsünde burnuna bir kıl tüttürüp uyandırır: “Keloğlan, Keloğlan beğendin mi, ettiğin işi» diye olup biteni yana yakıla anlatır. Keloğlan yine başını kaşımaya başlar:


“Hay ana, bak hele şu hayıflandığın şeye! Şimdi seni altına boğar, gümüşe gark ederim, getir şu değirmeni!” der, der ama anası rafı dolabı altüst eder, yok! Bereket versin, aklına düşer de, üç defa: “Estane, mestane! Gel kapıma, gir evime; yitirdiğimi ver elime!” der, demesiyle değirmenin ayaklarına dolaşması da bir olur: “Vah vah, keşke sofra için de vaktiyle bunu okuyup üfleseydim!” diye dövünür. Ne ise, değirmeni götürüp Keloğlan’ın karşısına diker. Keloğlan da “Ya Allah” der keçesinden doğrulur, “Ya Pir!” der, değirmenin koluna yapışır; ama sağa çevirmek ister, çevrilmez; sola çevirmek ister, çevrilmez! Paslı, pasaklı değirmen çevrilir mi ya, çevrilmez vesselam!
Anası ağzını açıp da he, yok demez ama. Keloğlan neye uğradığını bilmez, kel başını bir, bir daha kaşıdıktan sonra: “Hımm! Bildim, bildim... Bu ne cin işi, ne şeytan işi; bu gene onların işi! Bunu onların yanına bırakır mıyım sanki?” der, bir daha sihirli kuyunun yolunu tutar.


Keloğlan az gider, uz gider; dere, tepe, düz gider, bir de dönüp ardına bakar ki, bir arpa boyu yol gitmiş.
Hele bir mola verip biraz kestireyim şunun şurasında der; bir dulda yer bulup uzanır; nice sonra gözünü açar bakar ki kuyunun başında... Bir taş üstünde dinlenmeden, mendilini çıkarıp terini kurulamadan seslenir:


“A kara kuyu, kara kuyu, bir değirmen verdin ama hani ya bunun suyu? Sağa çeviriyorum, çevrilmem diyor; Sola çeviriyorum çevrilmem diyor, ya terk ettir buna bu huyu, ya da geri ver leblebimi!” der. Bir durur iki söyler; kuyudan ses çıkmaz; üçüncüsünde bir Arap bacı çıkar, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte… Keloğlan’ın beti benzi atar, dili dişi tutulur, ne “leb” diyebilir, ne “leblebi”, ne “kuyu” diyebilir, ne “suyu”. Amma valakin Arap bacı:


“Ham hum etme Keloğlan, sana öyle bir tokmak getirdim, öyle bir tokmak getirdim ki, kim haksızlık ederse ‘kudur tokmağım kudur’ dersin, kudurur! Vurur da vurur, vurur da vurur… Sonra ‘dur tokmağım dur’ dersin durur” der, demesiyle kaybolması da bir olur.


Keloğlan “Demek kısmette bu da varmış. Her başa yazılan gelir!” der. Tokmağı yüklenip eve gelir. Kapıdan girince anası:
“Ne o gene Keloğlan, yüzünden düşen bin parça oluyor” der, Keloğlan da:


“Görürsün şimdi gününü!” der ve “Kudur tokmağım, kudur” diye bağırır. Vay sen misin diyen! Kara tokmak Keloğlan’ın başına inip kalkmaya başlar. Keloğlan, “Dur tokmağım, dur” der, tokmak duymaz! Gene kel başın üstüne bir inip bir kalkar; Keloğlan iki göz iki pınar bir daha “Dur tokmağım, dur” der; bu defa da tokmak bu vay, vuy arasında dur’ u “vur” anlar; daha daha vurur, vurur da vurur, vurdukça vurur, Keloğlan’ın kel başı al kanlar içinde kalır. Sonunda can acısıyla avaz avaz bağırır da tokmak duyar ve durur.
Anası ocak başında oğlunun bu akıbetini görür- “Gülsem mı ki, ağlasam mı ki!” diye düşünür; ama ne güler, ne ağlar, sadece “Bu akılsız başa bu tokmak bile az!” diye söylenir. Bu söz üstüne Keloğlan köpürür, küplere biner ve anasının üstüne yürüyüp, “Kudur tokmağım kudur. Şu anam o olacağa bir, bir daha vur!” der, der ama tokmak kılını bile kıpırdatmaz. O zaman Keloğlan Hanya’yı Konya’yı anlar ama iş işten geçmiş olur, öyle ya suçun büyüğü kendinde... O sofracığı, çaldıran da kendi el değirmenim paslandıran da. Ettiğine, edeceğine bin pişman olup anasının eline, eteğine varır;


“Ana, ana, canım ana, hanımlardan hanım ana; ben ettim, sen eyleme!” diye yalvarıp yakarır.


Neye derler ki ana gibi yar, vatan gibi diyar olmaz. Kel olsun, kötürüm olsun; ciğerparesini atar, atar ama bası darda kalınca da koşup tutar.
Bundan ötürü Keloğlan’ın anası da kuzucuğunun garip garip meleyişine dayanamaz; suçunu, günahını bağışlar; sonra dizi dibine oturtup bir güzel de öğüt eyler:
“A kel oğlum, keleş oğlum; yılan yılan iken toprağı bile kanaatle yalar. Bundan örnek alacak yerde gösterişe düşüp de el âlemi başına toplamasaydın, o sofracık ne yiter, ne biterdi; o güne de yeter, bugüne de yeterdi.


Haydi, o sofracıktan oldun, ya şu değirmene ne demeli? Allah yine yüzüne bakıp haline acıdı da, bari bu işe koşulup sebeplensin diye bir de tutup bunu gönderdi. Dört ayağını uzatıp Tembel Ahmet gibi yatacağına bu değirmenin kulpuna yapışılacağı gibi yapışsaydın; sağ elin durursa sol elinle, sol elin yorulursa sağ elinle çevirseydin; ne paslanır, ne küflenir, altın, gümüş dediğin evimize oluk gibi akardı.


“Şimdi, son pişmanlık para etmez ama oğul, başına böyle bir felaket tokmağı indikten geri, belki aklın başına gelir de bundan sonra, ya Allah’ın verdiği ile kıt kanaat geçinir gidersin; ya da tuttuğun, tutacağın işe koşulacağın gibi koşulursun. Günün birinde önü söğütlü değirmen olamazsan bile, gözümün bebeği, evimin direği olursun inşallah” der.
Öğüt olur da kim tutmaz ki Keloğlan tutmasın! Ana öğüdü, öğütlerin anasıdır der; ekmeğini tuza batırıp oturacak yerde, varır, bir zorlu işe koşulur; gece demez, gündüz demez yorulur mu yorulur; evlerine altın oluk gibi akmaz ama alın terinden öyle bir pırlanta yapar, öyle bir pırlanta yapar ki, görenler parmağını ısırır. Gerçi sofralarını ne Arap bacı kurar, ne kum hacı kaldırır; ille velakin eli kolu dert görmesin, iki cihanda yüzü ak olsun, yine anacığı serer, anacığı derler; yerler, içerler, öte yana geçerler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...

SON EKLENENLER

Üye Girişi