YAPMA MASAL ÖRNEĞİ HAKAN'IN YENİ GİYSİLERİ
Bir varmış bir yokmuş, bundan nice yıllar önce yeryüzünde bir hakan varmış, giyime kuşama pek düşkünmüş. Arkasındakiler her gün yeni olsun istermiş, bunun için de bütün parasını kumaşa, terziye harcarmış. Askerlerine baktığı olmazmış; tiyatrodan, musikiden bir şeyden hoşlanmazmış; varsa yoksa giyinmek. Uyrukları arasında bir dolaştı da arkasındaki yeni giysileri gösterdi mi, başka bir dileği kalmazmış. Dolapları giysilerle doluymuş, her gün değil, her saat bir başkasını kuşanırmış.
Kalabalıkmış o hakanın başkenti; her gün yeryüzünün köşesinden bucağından türlü türlü kişiler gelirmiş. Bir yere o kadar insan geldi mi, eee! İçinde soysuzu hırsızı da bulunur. Bir gün o kente iki hırsız gelmiş, ama ne hırsız! Kendilerinin dokumacı ustası olduklarını söylemişler: "Biz öyle kumaş dokuruz ki dünyada eşi emsali bulunmaz... Üstüne o ne renkler, o ne çiçekler! Bizim dokuduğumuz kumaşın başka hiçbir kumaşta bulunmaz üstünlüğü daha vardır: Öyle her göze görünmez o kumaş, işlerini başaramayanlar sakalsız olanlar göremez onu!" demişler.
Hakan bunu duyunca çok sevinmiş: "İsterim ben o kumaştan, ondan kendime bir giysi yaptırdım mı, ülkemde hangi memurlar işlerini başaramıyor, onu anlayacağım gibi, akıllıyı da akılsızdan kolayca ayırt edebilirim. İsterim ben o kumaştan." diye düşünmüş.
Hemen çağırmış o iki hırsızı. Ama hırsız olduklarını ne bilsin, onları dokumacı ustası sanıyormuş. Kesenin ağzını açmış, işe başlamak için ne istedilerse esirgememiş, vermiş.
O iki düzenbaz saraya gelmişler, odalardan birine koca bir tezgâh kurmuşlar, başlamışlar harıl harıl çalışmaya. Bir uğraşma, bir hamaratlık, sorma gitsin!... Ama doğrusunu istersen bir şey dokudukları yokmuş. Boyuna ipek istiyorlar, boyuna sırma istiyorlarmış. Gelen ipliği de, sırmayı da ceplerine indiriyor; gece yanlarına kadar tezgâh başından ayrılmıyorlarmış.
(Hakan, işin ne halde olduğunu merak ettiği için başbakanı ustaların yanma gönderir.)
Başbakan ne yapsın? Hakan buyurmuş bir kere... Kalkmış dokuma tezgâhının kurulduğu odaya gitmiş. Bakmış ki dokumacıların ikisi de kan ter içinde hani harıl harıl çalışıyor. Ama doğrusunu söyleyelim, kumaşı görememiş.
Görememiş, görememiş ama göremediğini söyler mi hiç? Şaşırmış şaşırmış ama şaşırdığını da belli etmemiş. Başbakan bu, söylesin belli etsin de kendini alaya mı aldırsın?
İçinden: "Yoksa ben budala mıyım? Hiç sanmazdım... Budalaysam bile gizli tutmalı, herkesin ağzına düşürmemeli... Yoksa ben başbakan olmaya lâyık mı değilim? Bunu da halka duyurmaya gelmez. İyisi mi susarım, kumaşı görmediğimi kimseye belli etmem!..." diye düşünmüş.
Dokumacılardan biri: Ne buyuruyorsunuz efendimiz? Beğendiniz mi? diye sormuş, Başbakan da gözlüğünü düzeltmiş, biraz daha yaklaşmış, böyle şeylerden çok iyi anlar bir kişi olduğunu göstermek için:
"Eşsiz, emsalsiz bir kumaş!... Siz daha güzel olacağını söylüyordunuz ya, dediğinizden de daha güzel olmuş. Çiçeklerin bütün çizgilerinde bir incelik var, sizin gibi büyük ustaların elinden çıktığı belli. Ya renk uyumu, insan baktıkça hayran oluyor." demiş.
Dokumacılar, gene yerlere kadar eğilip bu iltifata teşekkür etmişler. Kumaşın üstünde ne türlü çiçekler bulunduğunu, renkleri birbirine nasıl karıştırıp bu uyumu elde ettiklerini uzun uzun anlatmışlar.
Başbakan, onların söylediklerinden birini bile kaçırmamış. Kaçırır mı hiç? Gidip hakana anlatacak!... Gitmiş, o görmeden gördüklerini ballandıra ballandıra saymış dökmüş.
(Hakan da, bu eşsiz kumaşı yerinde incelemeğe gider. O da göremez ama görmüş gibi davranır. Yanındakiler, hem aptal sayılmamak hem de kralın gözüne girmek için kumaşı övmeğe başlarlar)
"-Eşi emsali yok, dünyada şaşılacak yedi anıt varmış derler, bu da sekizincisi" gibi sözleri arka arkaya sıralayıvermişler. Sonra, hakana, birkaç gün sonra yapılacak büyük törene, bu kumaştan biçilecek giysi ile gitmesini öğütlemişler.
Dokumacılar: Ama bu kumaşı bizden başka kimse biçip dikemez, o işi biz yapalım, demişler.
(Tören gecesi, düzenbazlar, elbiseyi hakana getirirler.)
İki düzenbaz, ellerinde çok değerli bir şey tutuyormuş gibi, ellerini yukarı kaldırmışlar: " İşte ulu hakanımızın pantolonu... İşte kaftanı... Örümcek ağı gibi hafifçecik. O kadar rahat ki, insanın üstünde sanki bir şey yokmuş gibi, ağırlığını belli etmez. Yoksa ne sırma var bunun üstünde!...
Sonra "Ulu hakanımız kerem buyursun da arkasındakileri çıkarsın, büyük aynanın önünde kendisine yeni giysileri giydirelim" demişler.
Hakan soyunmuş, iki usta düzenbaz da ona sözde, önce pantolonunu sonra kaftanını giydirmişler; daha sonra da, sözde gayretle ağır bir üstlük geçirmişler. Hakan, aynanın Önünde, kıvam kıvam bir aşağı bir yukarı dolaşıyormuş... Sarayın büyükleri: "Bu ne güzel kaftan! Bu ne güzel üstlük! Ulu Hakanımıza ne kadar da yaraştı, renklerin parlaklığına göz dayanmıyor!" gibi sözlerle alkışlamışlar.
Tören başlamış.... Hakan sokaklardan geçerken, bütün uyrukları da, kimi dışarıda, kimi pencereden hayran hayran bakıyor: "Ne güzel giysi! Yeryüzündeki bü
tün atlaslardan, bütün kadifelerden daha güzel!.. Ya eteği! Renkler de ne parlak, birbirine ne de uymuşlar!" diyorlarmış.
Hakanın üzerinde bir şey görmediğini şöyle dosdoğru söyleyecek kimse çıkmamış. Ne yapsınlar? Kiminin bir işi var, onu kaybetmek istemez; kimi de herkesin kendisini budala bilmesine razı olmaz...
Ama yolun ortasında ufacık bir çocuk varmış, o: "Aaa! Hakan çırçıplak!..." diyivermiş. Babası: "Çocuktan al haberi, derler. Tanrı söyletiyor bu yavrucağızı" demiş ve sonra çocuğun dediğini yavaşça yanındakine söyleyivermiş... Bir söz bir kere söylendi mi artık, ağızdan ağza dolaşıverir. Arası çok geçmemiş, bütün halk: "Ulu hakan çırılçıplak dolaşıyor!" demeğe başlamış.
Hakan da duymuş bunu, o da doğru bulmuş, doğru bulmuş ya, sesini çıkarmamış, içinden: "Oldu bir kere!... Devlet işi bu... Ben bugünlük kendimi feda edeyim de tören bitinceye kadar böyle kalayım!" demiş. Eteğini tutan saray adamları ise, biraz daha kurulmuşlar, o var olmayan eteği biraz daha çalımla taşımışlar.
(Andersen, Masallar, Çeviren: Nurullah Ataç)
İLGİLİ İÇERİK