Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

TÜRK SAZ ŞİİRİNE GENEL BİR BAKIŞ

“Türk Saz Şiiri Tarihi”ni Orta Asya Türk edebiyatıyla başlatmak bir gelenek haline gelmiştir. Bunda, Türklerin, ilk edebî ürünlerini ortaya koyarken kopuzlarının refakatinde çalıp söylemeleri düşüncesi ön plânda yer almaktadır. Gerçekten, çoğunluğunu Divanü Lügat-it-Türk (DLT)’te bulabildiğimiz, bir kısmı ise daha önceki yüzyıllara ait yazılı belgelerde yer alan bu şiirlerin tamamı kopuz veya benzeri bir saz refakatinde mi söylenmiştir? DLT'deki şiirlerin hepsinin bir saz refakatinde söylendiğini kabul edebilir miyiz? Bize göre her şiir, kendine uygun bir nağme ile seslendirilebilir; bu arada kendine en uygun olan çalgı aleti de bu icrayı daha zevkli, daha sevilebilir bir hale getirmekte büyük bir yardımcı olarak yer alabilir.

Ancak, mevcut bütün edebî parçaların saz şiirimizin atası olarak kabul edilip edilmeyeceği düşüncesi asla hatırdan çıkarılmamalıdır. Bizim, bu gün “Tekke Edebiyatı” ve “Klâsik Edebiyat” adını verdiğimiz iki ayrı edebiyatımız daha vardır. Onları tarihî çerçeveye oturturken başlangıç olarak hangi zamanı ve ne gibi örnekleri ele alacağız? Tekke edebiyatımızı Yesevî ile başlatabilir miyiz? Ya klâsik edebiyatımızın başlangıcı hangi yüzyıla ve kimlere bağlanacak? Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig'i ilk örnek olabilir mi? Ve belki de

Türk Saz Şiiri Tarihi’ni yazmanın niçin güç olduğunu, geçtiğimiz yıllarda ortaya koyduktan sonra (Türk Dünyası Tarih Dergisi, 2, 15 Şubat 1987, 42-44), konu ile uğraşan bazı meslektaşlarından yakın ve sıcak ilgi mektupları aldım. Onlar da bana katılıyorlardı. Gerçekten de saz şiirimizin istediğimiz şekilde ele alınıp işlenebilmesi için önümüzde bir hayli engel vardı ve bizler bunları aşacak güce sahip değildik. Bu çalışma, bazı engellerin aşılmasında bir adım olacaktır. İlk defa pek çok şairnâmede yer alan görüşlerin geniş ölçüde göz önüne alındığı bu yazımızda, belki de engellerin çoğunun çözülmesi için bir çıkış noktasına ulaşılmış olacaktır.

Kanaatimizce, şairnâmelerin değerlendirilmesinin yanında, şairimizin elde bulunan bütün şiirlerinin teker teker değerlendirilmesi de bize büyük ölçüde yardımcı olacaktır. Bunların yanında, hatta önünde yer alması gereken bir nokta da, cönklerde ve diğer yazılı kaynaklarda okunup yayımlanmayı bekleyen binlerce şiirin de, anılan değerlendirmenin konusu olabilmesi için bir an önce gün ışığına çıkarılması hususudur. Millî Kütüphane’de, Millî Folklor Araştırma Dairesi Başkanlığı Kütüphanesi’de, çeşitli kişilerin (ve ölenlerin varislerinin) ellerinde bulunan yüzlerce cönk, bize yeni ufuklar açabilecektir. İnanıyoruz ki, bu yolla nice şairimizi ilk defa tanıyabileceğimiz gibi, bildiğimiz pek çok şairimizin de yeni yeni şiirlerini gün ışığına çıkarmış olacağız. Bu yolla, ayrıca eksik şiirlerin tamamlanması, son haneleri bulunamadığı için kime ait olduğu bilinemeyen şiirlerin gerçek sahiplerinin ortaya konulması gibi problemler de çözülmüş olacaktır. Bu konuda ortaya konulabilecek en güzel çalışmayı, birden fazla şairimize ait olarak görülen şiirlerin gerçek sahiplerinin belirlenmiş olması teşkil edecektir.

İlk defa ortaya atılan bir soru: Hikmetler veya Kutadgu Bilig'in parçalan söylenirken her hangi bir saz refakat ediyor muydu veya belirli hareketler yapılıyor ve onlara bağlı bazı hareketler belli bir tempo ile yardımcı oluyor muydu?

Kısacası, İslâmiyet öncesi Türk edebiyatı hakkında bilebildiklerimiz kadar bilemediklerimiz de vardır ve bunlar bizim saz şiiri tarihimizi ele almamızda bazı güçlüklerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bunların zaman içinde çözüleceğine inanıyoruz.

Saz şiiri üzerine yaptığı araştırmaların ve onunla ilgili olarak ileri sürdüğü görüşlerin büyük bir bölümünü bu gün de kabul ettiğimiz merhum Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’nün çeşitli eserlerinde bu konu değişik cepheleriyle ele alınmış ve incelenmiştir. Konumuza ışık tutacak yeni kaynakların ortaya konulması, bizlerin de yeni görüşler ileri sürmesine vesile olacaktır.

Bir yazma, bir mecmua, bir seyahatname bu konuda bizler için yeni ufuklar açabilecektir. Bu açıdan, çok tekrar edilen bu bilgilerin bizce en önemli olanlarını şahsî görüşlerimizin tenkit süzgecinden geçirerek vermek istiyoruz.

Türklerin, İslam dinini kabul etmelerinden önceki devirlerde, dinî inanışlarını yerine getirirlerken yaptıkları merasimlerde, halk şairlerinin de bulunduğunu kaydeden Köprülü (Edebiyat Araştırmaları, 159), bu şairlerin cemiyette önemli bir yeri olduğunu belirtmektedir. İslamiyet’in kabulünden sonra ise, bu gün metinleri elimizde bulunmamakla beraber bu geleneğin aynen devam ettiğini biliyoruz. Sultan II. Murad’ın (1421-1444/1446-1451) sarayındaki bir ziyafet sırasında dinlediği musikişinasları anlatan seyyah Betrandon de la Broquiere’in notları arasında halk şairleri de yer almaktadır (a.g.e. 162). Bütün bu tarihî gelişmeler H. 11/M. 16. yüzyılda, âşıklığın “Altın Devri”ni yaşamasına varan bir yol takip ettiği ve saz şiiri sahasında gerçekten usta âşıkların çokça yetiştiği bir çağ olmuştur (a.g.e. 209). Bize göre bu, gerçekten zirvelerin şiirimize adlarını yüzyıla bir de 19. yüzyılı eklemek gerekecektir. Bu yüzyılda ortaya çıkan adlar, saz şiirimizin adeta en büyük adlarının yansına yakınını teşkil etmişlerdir.

Merhum Köprülü’nün, görülmesi ihtimallere bağlı olan pek çok kaynaktan faydalanarak saz şiirimize geniş bir ufuktan bakması, bu günün araştırıcılarına en güzel yol göstericilik olmuştur. Kendisine mahsus yorum ve değerlendirme metoduyla belge ve metinlere eğilen Köprülü, galiba saz şiirimiz için söylenebilecek olanların en güzellerini ortaya koymuştur. Onun bu sahadaki çalışmaları, bazı âşıklarla ilgili yorumlarında, faydalandığı kaynağın sahibine bağlı olarak zaman zaman daha az başarılı olmuştur; bunu da tabiî karşılıyoruz.

Türk saz şiirinin birinci derecede yazdı kaynağı cönklerdir; diğer yazılı kaynaklar arasında bize ışık tutacak olanların sayısı ve oranı son derece azdır. Bu konuda belki en fazla bilgiyi Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde bulabilmekteyiz; ancak Çelebi’mize güvenmenin derecesi ne olacaktır? Ama onu kaynak olarak almak zorunda olduğumuzu da unutmamalıyız.

Klâsik Edebiyatımız çeşitli açılardan saz şiirimize göre oldukça şanslıdır. Bir kere tezkire adım verdiğimiz kaynaklar şairlerimiz hakkında bazı istisnalar dışında daima objektif hükümler ortaya koymuşlardır; mecmualar ise metinler için güvenilir birer kaynaktır.

Bu konularda saz şiirimiz için aynı iyimser tavrı takınmak elbette mümkün değildir. İlkini 17. yüzyılda Âşık Ömer’de gördüğümüz “şairnâme” yazma geleneği, yüzyılımızın başına kadar sekiz âşığın dokuz şiirinde hemen hemen 241 hanelik bir ad yığını olarak devam etmiştir. Bunlarda yer alan değerlendirmelerin ne dereceye kadar tarafsız olduğunu tespit etmek de oldukça zordur. Ayrıca bunlarda Bakîlerin de yer aldığı unutulmamalıdır. Yüzyılımızda yazılan ve tamamına yakını, böyle bir sahada örnek vermek amacına yönelik olan bu şairnâmelerdeki değerlendirmelere bir dereceye kadar güvenmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz.

Araştırma ve tespitler bazı saz şairlerinin sultanın huzurunda saz çaldığını ortaya koymaktadır; ancak, sadece bir halk şairi (saz çaldığına dair herhangi bir delil olmadığı için böyle demek zorundayız) Saraya şiirlerini sunabilmiştir: Bayburtlu Zihnî (1839). Ama unutulmasın, bunlar da, Zihnî Efendi’nin aruz vezni ile kaleme aldığı şiirlerinden meydana gelen Dîvân'ıdır.

Kısacası, saz şiirimiz, bu gün de pek çok aydınımız tarafından horlandığı gibi, vaktiyle de aynı şekilde horlanmış, hemen daima halk adını verdiğimiz tabaka arasında gelişip vücut bulmuştur. Aydınlar arasında bu konuya olumlu olarak yaklaşanların sayısı son derece azdır. Acı bir gerçek olmakla beraber söylemekte fayda vardır; âşıklarımız biraz mürekkep yalayınca, “her nedense” hecenin hürriyet dolu ırmağı yerine aruzun sığ koylarında karar kılmışlardır. Aslında, o “her nedense”nin çeşitli sebepleri vardır ve âşıklarımız da bunlara şuurlu olarak sahip çıkmışlardır! Büyük merkezlere, yüksek makamlara yaklaşabilmek! Medrese tahsilini yarım bırakanlar bile birer kâtiplik peşine düşmüş gibidirler. Fakat şu kesin gerçek unutulmamalıdır: Sadece bir iki âşık/saz şairi/ halk şairi aruz ile yazdığı şiirlerinde başardı bulunup tezkire ve benzeri eserlere alınmıştır. Oralarda da haklarında verilen hükümler pek de olumlu değildir. Bu gün Âşık Ömer’i, Gevherî’yi, Şem’î’yi, Dertli’yi, Zihnî’yi, vs. aruz vezni ile yazdıkları şiirlerden dolayı ele alan yoktur; onlar sadece hece vezni ile yazdıkları şiirleri sayesinde edebiyat tarihine mal olmuşlardır. Acaba, böyle olacağım bilselerdi yine aynı yolda yürürler miydi? Sadece bir ağıt/koşması ile bütün antolojilere ve ders kitaplarına girmeyi başaran Zihnî’nin 160 sayfalık Dîvân-ı Zihni’sinin adını anan bile yoktur.

Eğer bu gün onu unutmamışsak, hece ile söylediği şiirleri olduğu içindir. Ancak bu şiirler de, ya dillerde dolaşmakta veya Sergüzeştnâme-i Zihnî’nin son sayfalarına, hatta bazıları sayfa kenarlarına sıkıştırılmış durumdadır.

Türk dünyasının bu günkü durumunu göz önüne aldığımız zaman bazı değişmelerin olduğu görülecektir. Âşıklık geleneğinin en canlı olarak yaşadığı iki ülkede, Türkiye’de ve Azerbaycan’da bu değişmeleri yakından takip etmek mümkündür. Azerbaycan’da, bizde örnekleri bulunmayan pek çok değişik tür vardır: Geraylı, herbezorba, üstadname, vs. Buna karşılık bizdeki semaî ve varsağı da oralarda yoktur. Gerçi, bir bakıma geraylı ile semaî birbirine hatırlatıyorsa da, ilkinin pek çok alt dalının olması bile önemli bir farktır. Ayrıca, Azerbaycan’da söylenen cinaslı manilerin (bayatıların) büyük bir bölümünde şairinin adı yer almaktadır ki bu Anadolu sahası ile Azerbaycan sahası arasındaki en büyük farktır; çünkü Anadolu sahasındaki cinaslı maniler anonim olup her hangi bir ada bağlı değildir.

İlki 1931’de Sivas’ta toplanan ve daha sonraki yıllarda Bayburt (1938) ve yine Sivas’ta (1964) yapılan âşıklar bayramı/şöleni günümüzde düzenli olarak Konya’da yapılmaktadır. Bir ara Erzurum’da da birkaç yıl yapılan bu bayram, sadece yetkililerin olaya yanlış bakmaları sonucunda durdurulmuştur. İstanbul Festivali içinde birkaç yıldan beri Gülhane Parkında düzenlenen toplantıyı da hatırlatmakta fayda vardır. Ayrıca son yıllarda bazı âşıkları anmak gibi güzel birer vesile ile gerçekleştirilen toplantılar da bu sahaya hizmette bulunmuştur: Şenlik (Çıldır), Emrah (Erçiş), Sümmânî (Narman), Veysel (Sivas), Seyrânî (Develi), Ferrâhî (Ceyhan) vs.

Her türlü olumsuz gelişmelere rağmen geleceğine umutla bakmak istediğimiz saz şiirimiz için söylenecek çok sözümüzün olacağı muhakkaktır. Burada âşıklara olduğu kadar biz araştırıcılara da görev düşmektedir. Onlar, geleneği yaşatmak için aslına sadık kalınarak yeni ve mükemmel örnekler ortaya koyacaklardır. Sanatlarını geçimleri için basamak olarak kullanmaları, her halde âşıklığın geçmişinde var olagelmiştir. Ancak burada sanat yönünün ağır basacağı eserler ortaya konulmalıdır. Dinleyicilerin günlük basit ihtiyaçlarına cevap verecek olan örnekler ne yazık ki kalıcı olamayacaktır. Pek çok âşığımız bu şuura ulaşmış durumdadır.

Araştırıcılara düşen görev de, en azından âşıklara düşen görev kadar önemlidir. Âşıklara yön vermek, onları bir usta gibi yetiştirmek, yaptıkları işin önemini vurgulamak başta gelen görevler arasında yer almalıdır. Yüzyılımızın başından beri sahada adını duyuran pek çok âşığımızın yanında böyle bir araştırıcı olmasa idi ne Veysel, ne T. Coşkun, ne de bazıları bu günkü yerlerine gelebilirlerdi. İnanıyoruz ki, bu iki yönlü çalışma âşıklık geleneğimizin yaşamasında üzerlerine düşeni yerine getirebilecek güçtedir.

“Saz Şairi” olarak ele aldığımız bu insanlarımızın bazılarının saz çalıp çalmadıklarını bilemiyoruz. Bayburtlu Zihnî gibi güçlü bir şairimizin dilinde “saz”ın izine rastlamak mümkün olamamıştır. Bazıları da, ilerleyen yaşlarında veya “Hacı” olduktan sonra sazı bırakmışlardır. Birinci bölüme girenleri, yani-hiç saz çalmayanları “Saz Şiiri Tarihi” içine almanın doğru olup olmadığı her türlü tartışmaya açıktır. Ancak, bir tek heceli şiiriyle edebiyat tarihine girebilecek kadar şöhrete kavuşan bir insanımızı (Zihnî) bu sayfaların dışında bırakmaya gönlümüz razı olamazdı.

Hazırlık safhası oldukça uzun süren bu çalışmada, aynı şaire ait ve farklı kaynaklarda yer alan şiirlerin imlâsı da bizler için önemli bir problem oldu. Bilhassa Doğu Anadolu Bölgemizin şairlerinde görülen söyleyişlerin korunması, belki de bizden önceki bazı kaynaklarla ters düşmemize yol açacaktır. Şenlik’in ünlü koçaklamasındaki “vermeniz” kelimesini, günlük hayattaki şekline getirip “vermeyiz” dersek, Şiirin güzelliğinin kaybolacağı kanaatindeyiz. Bu konuda da elimizden geldiği kadar dikkatli olunmaya çalışılmıştır.

Bu çalışmaya, şairlerimizin en güzel şiirlerinin alınması gibi özel bir gayret sarf edilmiştir. Bizim söyleyemediğimiz bazı hususları sizler o şiirlerden bulup çıkaracaksınız. Kaldı ki her şairin “en güzel” şiirleri araştırıcıdan araştırıcıya değişebilecektir.

İleride daha geniş çaplı bir araştırmayı plânlamaktayız. Belki, meslektaşlarımızın yeni çalışmaları bizlere ışık tutacak ve ne hikmetse belki bir grup aydınımız tarafından küçümsenmeye yeltenilen bu edebiyatımız gerçek yerini almış olacaktır.

Bütün saz şairlerimizi saygıyla anıyorum.

Prof. Dr.Saim Sakaoğlu, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı III (Halk Edebiyatı)

Erzurum 1988 - Konya 1989

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi