Kullanıcı Oyu: 3 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

VAHDET-İ VÜCUT NEDİR?

XIII. asırda olgunlaşarak, İran ve Türk edebiyatında derin akisler ve büyük eserler meydana getiren, üstün bir tasavvuf sistemi, vahdet-i vucûd inanışıdır. Bu sebeple varlığın birliği manasındaki bu görüş ve inanışı, burada mümkün olduğu kadar sâdeleştirerek izaha çalışacağız:

Yaratılıştaki sırrı aramaktan doğan bu inanışa göre varlık tek’dir ve tek varlık, Allah’tır. Diğer bütün yaratılmışlar bunun bilinmesi içindir. Bizim görebildiğimiz her şey, Allah varlığının sıradağlar gibi devamlı görünüşünden başka bir şey değildir:

Birer ayrı varlık gibi görünen deniz dalgalan, hakikatte denizden ayrı değildir. Bir insana, duvarları aynadan bir odaya girdiğinde, sayılamayacak kadar çok, kendi hayâli görünür. Ancak onlar gerçek varlık değildir. Eğer gerçek varlık sayarsak odada yalnız bir insan vücûdu vardır.
İşte bizim gördüğümüz bütün yaratılmışlar, aslında mutlak fakat tek varlık olan Allah’ın türlü hayalleridir.

Daha zaman yokken, yalnız Allah vardı ve Allah varlığı, kendi gayb âleminde bir define gibi gizliydi. Hâlbuki aynı varlık, sonsuz bir güzellikle “güzel”di ve yalnız güzellikleri seven İlâhî fazilet’le doluydu.

Hz. Muhammed'in “Gerçekten Allah güzel’dir ve güzelliği sever.” beyânı, bunun ifadesiydi.
Evet, Allah güzeldi fakat bu güzelliği çevreleyen uçsuz bucaksız yokluk’da ne bu güzelliği görecek bir göz, ne de onu sevecek bir gönül vardı.

Hâlbuki güzellik, görülmek ve sevilmek duygusundadır.
Güzelliğin yapısında, harcında böyle bir cevher vardır; onun tabiatı, hikmeti ve manası budur: Kendini görecek bir göz ve sevecek bir gönül arar.

Tanrı güzelliği, aradığı değerleri şu davranışla buldu:
Allah, aynada hayâlini gören bir insan gibi, adem denilen yokluk ve hiçlik deryâsına, yaratıcı rûhuyla baktı. Orada kendi aksini gördü. Aslında Allah’ı bildirmekle vazifeli ve geçici birer hayâl’den başka bir şey olmayan bütün bu yaratılmışlar, işte böyle var oldu.
Yaratılmışlar içinde bedenine İlâhi rûh üflenen, insan’dı. Aynadaki hayâlinin göz bebeğinde kendini gören insan gibi, büyük yaratıcı da kendi vasıflarını insan’da toplamıştı. Varlığı, iyiliği, güzelliği görebilecek, sezebilecek, duyabilecek üstün mahlûk, insandı.


Birer ayrı varlık gibi görünen deniz dalgaları, aslında deniz'den başka bir şey değildir.


Allah da kendi varlığını ve güzelliğini, yine bir hayâl hâlinde, bu insan’da görmüştü. Böylelikle, Allah kendi güzelliğini görecek, sevecek gözler, gönüller bulmuş; insan da kendinde ilâh! rûh bulunan bir hayâl olmak tâliine ermişti.

Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın meleklere şu hitâbı, bundandı: “Ben işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yaratıp, ona ruhumdan üflediğim anman ona secde ediniz.” (Hicr suresi, 29)
İnsan’ın bu sırra ermesinde bir sebep daha vardı; Allah, ruhundan üflemeyi, yâni kendinden kudret verip kendi güzelliğini bilecek ve sevecek ölçüye yükseltmeği insan’dan önce göklere, yerlere, dağlara teklif etmiş fakat onlar bu ağır mes’ûliyeti yüklenmekten çekinmişlerdi.
Yine Kur’ân-ı Kerim’de: “Biz emâneti göklere, yeryüzüne ve dağlara sunduk. Onlar yüklenmekten çekindiler, endişeye düştüler fakat insan onu aldı, yüklendi.”(Ahzap suresi)  buyurulması, hâdisenin derin manasını belirtir.

Nihâyet, Dâvûd Peygamber’in: “Allâhım halkı ne diye yarattın?” suâline Allah’ın şöyle cevap verdiği, Hz. Muhammed’in kudsî hadîs’leri arasındadır: “Ben gizli bir define idim; bilinmeyi sevdim, bilinmek için halkı yarattım.”

Demek ki: “Allah kendi gizli âleminde bir defîne gibi saklı bulunuyorken İlâhî tabîatindeki varlık, iyilik ve güzellik unsurları bu gizli kalıştan kurtularak bir yaratılış âleminde kendilerini göstermeğe yönelmişlerdir. Böyle bir zuhur ve tecelli ise o varlığı, o iyiliği, bilhassa o güzelliği idrâke muktedir bir vâsıtaya ihtiyaç duymuştur. İşte insan bu varlığı, bu güzelliği idrâk vazifesiyle yaratılmıştır. Hâdise, ”Allah, insan'ı kendi rahman suretinde yarattı.” meâlindeki kudsî hadis’in bildirdiği şekilde olmuş ve insan, kendisini yaratanın isim ve sıfatlarıyla değerlendirilmiştir.”

Varlık, güzellik ve iyilik... Bunlar Allah’ın vasıflandır. Hiçlik, çirkinlik ve kötülük..”. Bunlar da Allah’ın vasıflarını tanımamıza yarayan, geçici hayâller’dir. Çünkü bir şeyi hakkıyla bilmek, onu tam zıddı olan şeyle yanyana getirmekle mümkündür.

Aydınlıkla karanlık buna misaldir. Aydınlığın kıymetini hatta ne olduğunu bilmemiz, karanlıkta kalmamızla mümkündür. Sıhhat ve hastalık da böyledir: İnsan, sıhhatinin kadrini ancak hasta olunca anlar.

Yokluk, çirkinlik, kötülük.... Birer acı gerçek gibi görünen bütün bu geçici vehimler, hakikatte varlığı, güzelliği ve iyiliği anlamamız içindir.

Nitekim insanlar ölmeseydi, yaşamanın, var olmanın manasını bilemez, hele tek, mutlak, ezelî ve ebedî varlık mefhûmunu kavrayamazdı.

Çirkinlik olmasaydı güzel’i bilmek; kötülük olmasaydı iyiliğin kıymetini anlamak da olmazdı.
Allah’ta bu vasıfların yalnız üçü, insanda hepsi vardır. Nitekim insanlar öldüğü, ölünce mutlaka çirkinleştiği için; yaşadığı müddetçe de türlü kötülükler yaptığı için; aslında birer hayâl olan bu üç geçici vasıf, insan’ın varlığında daha gerçek görünür.

İnsan, bir yolunu bulup kendindeki üç İlahi unsuru saklar ve kötülük, çirkinlik hatta hiçlik vasıflarını yok edebilirse o zaman yalnız güzel, iyi ve var olacaktır ki bu, Allah’ın vasıflarıyla vasıflı olmak; onun varlığına katılmak; O’nda ve O’nunla ebedî olmak demektir.
Esasen Allah’tan kopmuş bir nûr ve kudret cevheri taşıyan insandaki bu varlık unsuru, aslına yâni kendi bütün'üne karşı derin bir çekiliş hâlindedir. Fakat İlâhi ruh’un bir beden bulması ile meydana gelen insan vücûdunda, nefs denilen, maddî ve maddeci, geçici unsur, bu çekiliş’i durdurmak, önlemek gafletindedir. Şöyle ki:

SON EKLENENLER

Üye Girişi