Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

OTOBİYOGRAFİ (ÖZ YAŞAM ÖYKÜSÜ

OTOBİYOGRAFİ

• Yazarın kendi yaşamını anlattığı yazı türüdür.
• Otobiyografi türünde yayımlanmış eserler; genellikle bir düşünürün, sanatçının ya da spor, politika gibi bir uzmanlık alanından başarı kazanmış kişilerin yaşamlarını İçerir.
• Biyografide ve otobiyografide hayatı ele alınan kişinin başarıları, İlham verici yönleri açık, sade bir dille anlatılır.
• Otobiyografilerde yazar, aynı zamanda anlatıcıdır, anlatım birinci tekil kişi "ben" ağzından yapılır.
• Otobiyografide doğumdan itibaren otobiyografinin yazıldığı ana kadar yaşananlardan anlatmaya değer olanlar yazılır
• Ele alman olayların ve verilen örneklerin ilgi çekici nitelikte olması gerekir
• Bu türde sanatçı, çoğu zaman kendiyle beraber aile büyüklerinden, çevreden, aile içi durumlarından da söz eder.
• Ancak bu kişiler sadece yazarla ilişkili bir konuyu anlatmak üzere otobiyografiye alınır. Yani amaç başka şahıslardan faydalanarak yine yazarın kendisini anlatmasıdır.
• Yazarın iç dünyasına dönük kaleme alınan otobiyografiler ise hafızaya ve anılara dayanır.
• Otobiyografilerde anlatıcı bireyin kendisi olduğu İçin öznel bir bakış açısı dikkati çeker, bu nedenle otobiyografiler öznel metinledir.
• Otobiyografilerin açık ve anlaşılır bir dille yazılmaları gerekir Ancak her yazarın üslubunun farklı olabileceğini hatırlatmakta yarar var
• Çünkü her yazarın kelime dağarcığı cümle yapısı ve anlatım gücü farklılık göstermektedir
• Otobiyografinin değer geniş ölçüde yazarın içtenliğine, gerçeğe bağlılığına, doğallık ve yalınlığına bağlıdır
• Biyografilerde belgeler önemliyken otobiyografilerde bellek yani yazarın hafızası önemlidir.
• Otobiyografi yazan kişinin hafızasının güçlü olması gerekir.
• Otobiyografiler, anı ve yaşantılara dayanır. Yazarın eklemek istediği belge ve fotoğraflarla desteklenebilir.
• Otobiyografilerde olayların zamanı, kronolojik bir sırayla verilir.
• Otobiyografiler taraflı bir şekilde yazılabileceği için tarihî belge niteliği taşımaz; ancak tarihî olaylara ışık tutabilir.
• Bir otobiyografiden faydalanarak yaşanan dönem hakkında fikir sahibi olmak mümkündür.

HAL TERCÜMLERİ
• Eskiden “tercüme-ı hal" denilen biyografi, öz geçmiş anlamında kullanılırdı
• Hâl tercümeleri, Osmanlı Dönemi'nde daha çok öz geçmiş özelliği gösteren eserlerdir
• Makale hacmindeki hâl tercümelerinde dikkat edilmesi gereken noktaların başında; olayların anlatılışında objektiflik, yazılışında açıklık ve sadelik gibi hususlar gelir. Hâl tercümeciliğinin başından beri ele alınan şahsın çevresi, yaşadığı devir, hayat macerası ve edebî kişiliğinin ayrıntılarıyla aktarılması bir gelenektir
• İslam tarihinde ilk hâl tercümelerini Hz Muhammed'in hayatı özerine kaleme alınan siyer kitaplarının olduğu görülür. İslam tarihinde hâl tercümelerine genel bu adla “tabakat" denilmiştir.
• Osmanlılarda 15 yüzyılda başlayan, 16-17 yüzyıllarda en parlak devresine ulaşan hâl tercümesi yazarlığı genellikle tezkire, menâkıp, vefeyât, tuhfe, hadika, silsilenâme, gazavatnâme gibi türlerde gelişmiştir.

 

CENEVRE
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden az önce, bütün Rasih Bey ailesi (yani bizim aile), iki-üç aylık bir Avrupa seyahatine çıkmış, savaş patladıktan sonra İstanbul’a dönmemiş; anamın kardeşi Cevat Beyler, aşçı, dadı ve hizmetçiler ile beraber Cenevre’ye yerleşmişler. Adres: Maison Royale. Quai des Eaux Vives. (Krallık Evi. Canlı Sular Rıhtımı) Leman gölünün üstünde.

On dört kişiyiz. Zarar yok. Apartman kocaman. Neden Krallık Evi? Orası pek belli değil, ne var ki oturduğumuz evin üst katındaki dairenin tepesinde, kanatları gergin kocaman bir demir kartal var, o hiç sevmediğim.

Bir sürü oda var. Şimdi bilemiyorum, kaç oda, ama pek çok... Salonları annemle babam döşemişler, hatırladığım kadarı ile biraz gösterişli şeyler. Hele kocaman tablolar, İsviçre’den o görüntüler... Leman gölünün yağlıboya resimleri var duvarlarda çok büyük. Salonda, küçük salonda, yemek odasında. Sanki yeterince dağ ve göl yokmuş gibi pencerelerden dışarı bakınca...

(...) Kütüphane odasında bir sürü kitap, hayret hepsi döne dolaşa Cenevre Odasına gelmişler gerisin geriye. Bir sürü misafirin kartviziti. İstanbul’dan getirilmiş tespihler, Beykozlar, Dolmabahçe Sarayı’na benzer gümüş bir reçel takımı, bektaşitaşı, Celal Paşa’nın, Abidin Paşa’nın büyük boy bir yağlı-boya resmi. İstanbulin giymiş. Sivri sakallı, cin gözlü, kulakları çok büyük. Bir eli (güzel elli Abidin Paşa derlermiş ona Beşiktaşlı hanımlar), “tabure”ye dayalı.

İsviçre’nin kışı başka, yazı başka güzel. Kışın, bembeyaz gıcır gıcır bir kar dünyayı kaplamış; yazın her tarafta alabildiğine yemyeşil otlar, rengârenk çiçekler fışkırır, Leman gölü ise yaz kış mavi ile yeşil arası. Kışın kaygan olur yamaçlar, tepelerden göle doğru tahta kızaklarla hızlı inişler yapılır, karlarda yuvarlanılır.

Babam Cenevre’ye dönüp uzunca kalışlarında, bilhassa yazın yandan çarklı beyaz bir vapurla, Lozan’a, Montrö’ye gidilir, büyük otel “tatili” yapılırdı.

Montrö’nün dağ tepesinde, dikey tırmanış vagonları ile (finiculaire) ulaşılan Territé yaylasında büyük oteller “bizimkilere” benzer insanlarla doluydu: Rusya’dan, İspanya’dan, İtalya’dan Hindistan’dan, Yunanistan’dan, Arabistan’dan gelip Avrupa’ya yerleşmişler.

Kocaman kenarlı şapkaları, (...) ipekli elbiseleri içinde, uzun eldivenleri dirseğe kadar, hepsi de baygın ve bezgin bakışlı kadınlar... Mösyö’lerse, sert yakalı, koyu kostümlü, açık renk yelekli, tek gözlüklüler bol olduğu gibi, kravatlarına iri bir inci takanlar da az değil.

Gül kokusundan geçilmez bahçelerde. Orada meyve ağaçları çiçeğe vurmuştur, büyük otelde orkestra duygusal melodiler çalar pesperdeden. Sonraları, filmlerde görebileceğimiz, Fellini ile Visconti karması bir görünüş.

Hepsi iyi, hepsi güzel de, bu parlak görüntünün arkasında bir felaketin var olduğunu sezinlemekte gecikmiyorum. Biraz karışık da olsa, durumu azbuçuk anlıyor olmalıyım. İsviçre, daha doğrusu Cenevre, korkunç bir fırtınanın ortasında bir sal, bir sığınak. Çepeçevre ölesiye bir dünya savaşı sürüyor.
Oluk oluk kanların aktığı, bu, Birinci Dünya Boğazlaşması’nda, Türkiye, Almanya’dan yana ve felaketten felakete sürükleniyor. Büyük salonda, küçük salonda, kütüphanede, yemek odasında hep o felaketten konuşuluyor alçak kademeli seslerle. (Sanki yan odada bir ölü yatıyormuş gibi... Belki pek açık değil bütün bunlar çocuk kafamda, öyle de olsa.) Gazete ve dergi fotoğraflarında da görüyorum, evde ve sokakta (...) çamurlara batmış askerler, kara haberler...

Birinci Dünya Savaşı dünyayı allak bullak ededursun, İsviçre tarafsız. İsviçreliler yurtsever, iri köylüler dağ yamaçlarında, kentlerde saatçi ya da bankacı. Adım başında bir banka, bir saatçi. Üçgen (...) çikolatası. Kartpostallarda gölde kuğu kuşları, (...) göle dökülen minare boyu fıskıye.

İstanbul’da Almancı ittihatçılar iktidarda ve imparatorluk çökmekte... Cenevre sefaları, “servet-i kazibe”nin son kırıntıları, düzen kaçınılmaz olarak çökecektir. Arkası ne olacak daha belli değil o sıralarda. Türkiye’de olup bitenler? Gençler toplaşıp bunu tartışıyorlar sabahlara kadar. Lozan’da Türk Talebe Cemiyeti Başkanı Saracoğlu Şükrü adında ateşli bir delikanlı. Arif’i çok seviyor. Öğrenci sokak geçitlerinde, törenlerinde Türk bayrağını hep Arif taşıyor.
“Fort comme un turc!” diye haykırıyor İsviçreli kadınlar hayranlıkla.
Peki, bu yaşantı, bu Maison Royale, bu bolluk? O yaşta kavrayamadığım bir şey ama daha sonraları anlayacaktım ki, Rumeli ve Anadolu’da, ailenin nerdeyse birer memleket büyüklüğünde “otlakıyeleri” var şurda burda... Preveze’den bu memleket büyüklüğündeki “otlakıyelerden” birtakım paralar geliyordu. Babamın oradaki adamı, Ahmet Dino’nun Sultan’dan satın aldığı, Tepedelenli Ali Paşa’dan kalma çiftliklerin başında, mevsimi gelince binlerce koyun sahibi celeplerden “otlakıye” paralarını topluyor; her yıl gönderiyordu.
Savaş ilerledikçe, İmparatorluk eridikçe, Yunanlıların bu işe el koymamaları olanaksızdı elbet.
Evde hep misafir var dedim.
Kimler mi?
Kimler yok ki...
Anımsayabildiğim, örneğin Reşit Beyler...
Eski nazırlardan Reşit Bey, düşünceli, ciddi bir adam.
Kendi hep evde oturur, çalışır, bize seyrek gelir. Ona karşılık tombul ve güleç bir hanımefendi olan eşi ve çocukları hep bizdedir. “Reşit Bey’inkiler” altı kişi yanılmıyorsam. Anne, baba, arkasından Ekrem
Reşit, mavi gözlü, sarı saçlı afacan bir çocuk; küçük kardeşi Cemal Reşit kısa pantolonlu; çıldırasıya müzik meraklısı tombul bir oğlan.
Piyano çalarken mutlaka biraz dilini çıkarır, alnını kırıştırıp notalara basar cesaretle. İki kız kardeşleri vardır isimleri kafiyeli: Samime ile Samise, Samise benim kadar çukulatalı pasta meraklısı.
Başka?
Reşit Paşalar. Onlarla da içtiğimiz su ayrı gitmez. Reşit Paşaların oğlu Salih, alaycı ve çillidir, gözleri hep baygın, sesi hırıltılı ve kalın.
Operet uzmanı.
Kız kardeşi Ulviye, daha sonra, Mısırlı bir prensle evlenip “Prenses Ulviye” olacaktır İstanbul’da.
Adını unuttuğum başka paşalar vardır Cenevre’de, bir de bir arkadaşım “Serasker”.
Bu Osmanlı kalabalığı içinde, kollarını kavuşturup “lezginka” oynayacakmış gibi belleri incecik, gövde ve başları dimdik kızlı erkekli “Şamiller”.
Kafkas ayaklanmasının kahramanı Şeyh Şamil’in ailesi gururlu, aşırı terbiyelidir. Sabırsız. Bir görünür, bir yok olurlar. Evet, sabırsız, sanırsın ki, aşağıda seyislerin beklediği safkan Arap atları eğerlenmiş, kişneyip bekliyor, saati gelince atlarına sıçrayıp Çar ordularına yalın kılıç saldıracaklar... Ne var ki
“Canlı Sular Rıhtımı”nda, Cenevre’de karlar üstünde kovalanmaya değer kimsecikler yok, dağlar da o dağlar değil hani...
Kardeşlerimin bir arkadaşları daha var ki, unutmuyorum. Zayıf, dar omuzlu, sıkma burun gözlüklü, perçemli, bu üniversiteli, hep kıkır kıkır güler, kek-kek kekeleyerek bir şeyler anlatır. Gözünüz ısırıyor, değil mi? Elbette Nurullah Ataç.
(...)
Ev kalabalıktı dedim. Annemin kardeşi Cevat Bey, eşi “Resmiyanım”, kızları Nermin bizlerle beraber gelmişlerdi Cenevre’ye (ya da az sonra).
Cevat Bey diplomat soyludur biraz, değil mi ki, konsolosluk etmişti Tırhala’da.
Saçları “alebros” kesikti, dar olan alnını genişletmek için berberde tıraş ettirir. Sert kolalı yakalığı vardır. Bastonsuz ve ayağında yanı düğmeli tozluksuz bir yere gitmez.
(...)

Resmiyanım’sa kızıl saçlı şirin mi şirin bir bela kadın; verem olmayı iş edinmiş (gerçi o yıllarda verem olmak geçerli moda), bu yüzden İsviçre’de. İki sanatoryum arası eve gelir ama çok geçmeden, ünlü bir sanatoryum daha keşfeder, dağların tepesinde güneşlenir, yeni ahbaplar edinir, verem olmanın tadını çıkarır.
Tek kızı Nermin, benden belki yedi sekiz yaş büyük. Çok güzel gözlü, (...) bir kız. Edebiyat meraklısı, çılgını. Eski yeni okumadığı kitap yoktur. Roman okumak için yaşar, roman yaşamak için okur.
(...) Benimle çok uğraşır, yaşıma uysun uymasın çeşitli kitaplar okutur bana. Çıkan her yeni kitaptan haberi vardır. Balkonda (...) göle dalar gibi satırların içine atar kendisini, okur durmadan, yüksek sesle beğendiği satırları tekrarlar fısıltı halinde. Öylesine dalgın ki yemeğe bile zar zor gelir, en azından iki üç kere çağırmak lazımdır onu (...)
Abidin Dino, Kısa Hayat Öyküm


METİNDE GEÇEN KELİME ve KELİME GRUPLARI
alobros: Fırça gibi dik kesilmiş saç şekli
colop: Koyun, keçi, sığır vb, kesilecek hayvanların ticaretini yapan kimse
fort commo un turc: “Türk gibi güçlü” anlamında Fransızca bir kalıp söz
İstanblulin: Tanzimat'tan Meşrutiyete kadar Türkiye'de kullanılan, yakası kapalı bir tür erkek ceketi.
lezkinka: Bütün Kafkasya'da yaygından, büyük beceri ve ustalık isteyen bir dans
pesperdo Hafif, yavaş sesle söylenen
seraskerî Sadrazamlık göreviyle yükümlü olmayan ve Osmanlı ordusunun komutanlığım yapan vezirin unvanı,
Servet-i kazibe: Yalancı servet.

OTOBİYOGRAFİ METİN İNCELEME
• Yazarın bakış açısı Öznel
• Hatıraları çocukluğuna dair
• Hatıralarına çocukluğundaki gibi bir bakış açısı vardır.
• Metnin konusu ve hedef kitlesi: Abidin Dino'nun Cenevre'de geçen çocukluk yılları Metnin hedef kitlesi: Abidin Dino'nun hayatını okumak isteyen herkes

Metnin konusu ve hedef kitlesi arasında ilişki kurabilir miyiz?
• I. Dünya Savaşı
• Tarafsız bir ülke olan İsviçre
• Farklı kültürlerden insanlar
• Ünlü bir ressam

 

ANLATIM BİÇİMLERİ

Öyküleyici ve betimleyici anlatım
• O yaşta kavrayamadığım bir şey ama daha sonraları anlayacaktım ki, Rumeli ve Anadolu da, ailenin nerdeyse birer memleket büyüklüğünde "otlakıyeleri" var şurda burda... Preveze'den bu memleket büyüklüğündeki "otlakıyelerden" birtakım paralar geliyordu.

• Eski nazırlardan Reşit Bey, düşünceli, ciddi bir adam. Kendi hep evde oturur, çalışır, bize seyrek gelir. Ona karşılık tombul ve güleç bir hanımefendi olan eşi ve çocukları hep bizdedir. "Reşit Bey'inkiler" altı kişi yanılmıyorsam. Anne, baba, arkasından Ekrem Reşit, mavi gözlü, sarı saçlı afacan bir çocuk; küçük kardeşi Cemal Reşit kısa pantolonlu; çıldırasıya müzik meraklısı tombul bir oğlan.


OTOBİYOGRAFİ –METİN İNCELEME

DÜŞÜNCEYİ GELİŞTİRME YOLLARI

Benzetme
• Evet, sabırsız, sanırsın ki, aşağıda seyislerin beklediği safkan Arap atları eğerlenmiş, kişneyip bekliyor, saati gelince atlarına sıçrayıp Çar ordularına yalın kılıç saldıracaklar... Ne var ki "Canlı Sular Rıhtımında, Cenevre'de karlar üstünde kovalanmaya değer kimsecikler yok, dağlar da o dağlar değil hani...

Duyulardan yararlanma
• Resmiyanım'sa kızıl saçlı şirin mi şirin bir bela kadın...
• İsviçre'nin kışı başka, yazı başka güzel. Kışın, bembeyaz gıcır gıcır bir kar dünyayı kaplamış, yazın her tarafta alabildiğine yemyeşil otlar; rengârenk çiçekler fışkını; Leman gölü ise yaz kış mavi ile yeşil arası. Kışın kaygan olur yamaçlar, tepelerden göle doğru tahta kızaklarla hızlı inişler yapılır, karlarda yuvarlanılır. (...)
• Gül kokusundan geçilmez bahçelerde. Orada meyve ağaçları çiçeğe vurmuştur, büyük otelde orkestra duygusal melodiler çalar pesperdelen.


OTOBİYOGRAFİK ROMAN
Yazarın kendi yaşamını romanlaştırmasına otobiyografik roman denilir
Peyami Safa'nın "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”
Orhan Kemal’in "Baba Evi"
Necip Fazıl Kısakürek’in "Kafa Kâğıdı”

EDEBİYATIMIZDA ÖNEMLİ BİYOGRAFİLER
Nigâr Hanım - "Hayatımın Hikâyesi"
Yusuf Akçura - "Ya Kendim ya da Defter-i Amalim"
Şevket Süreyya Aydemir - Suyu Arayan Adam"
Abidin Dino - "Kısa Hayat Öyküm"

DÜNYA EDEBİYATINDA ÜNLÜ OTOBİYOGRAFİLER
Amerikan Edebiyatında
• Paul Auster’in (Pol Ostır) – İç Dünyamdan Notlar
• İsaac Asimov’un (Ayzek Ezimov) Dolu dolu Yaşadım

Fransız Edebiyatında
• Andre Gide’in (Andre Jid) – Tohum Ölmezse


ÖZGEÇMİŞ CV
Herhangi bir kurum veya kuruluş tarafından özel bir amaçla istenen ve kişinin hayatını, yeteneğini, iş yapma gücünü ortaya koyan (belgeleyen) tanıtım yazısına öz geçmiş denir.
Öz geçmiş, genellikle bir işe başvuru sırasında adaylar hakkında ön bilgiler edinmek üzere işveren konumundaki kişi veya kurumlarca istenmektedir Bazen de personelin tanıtımı için hazırlanan kataloglarda veya web sayfalarında kullanılmak üzere öz geçmiş istenmektedir.

GEÇMİŞ NASIL YAZILIR?
Özgeçmiş yazarken eğitim, deneyim ve yetenekler kısmında hedefe yönelik doğru ifadeler ve iyi bir gramer kullanmak son derece önemli İnsan Kaynakları uzmanlarının havuza düşen binlerce özgeçmişten pozisyona uygun olanına ulaşması bu şekilde kolaylaşıyor. Her CV'nin ortalama bir dakika kadar incelendiği düşünülürse ilk etapta derli toplu, düzgün bir Türkçe ya da İngilizce ile yazılmış, pozisyona uygunluğu ile dikkat çeken özgeçmişlerin göze çarpacağı muhakkak. Uzun ve detaylı bir özgeçmişin yanı sıra, özellikle bazı küçük işletmelerde ve iş başvurularının şahsen firmaya yapıldığı durumlarda kısa bir özgeçmiş oluşturmak gerekiyor Peki, bu kısa özgeçmiş nasıl yazılmalı?

Kısa özgeçmiş oluştururken dikkat edilmesi gerekenler:

  • Kısa özgeçmiş yazarken bilgiler öncelikle kronolojik bir sırayla verilmeli
  • Yazı karakteri okunması kolay bir font olmalı (Times, Arial, Calibri gibi)
  • Önce kişisel bilgiler (ad-soyad, doğum tarihi, adres, iletişim bilgileri), ikinci olarak kronolojik şekilde eğitim bilgileri, iş deneyimi ve varsa ayrılma nedeni verilmeli, üçüncü olarak kişisel ilgi ve becerilerden bahsedilmeli (kurs, sertifika, dil, bilgisayar programları), dördüncü olarak referans bilgisi eklenmeli ve en son kısa bir “Bu işi neden istiyorum?" metni ile CV tamamlanmalıdır.
  • Kısa özgeçmişte sağ veya sol köşeye uygun bir vesikalık fotoğraf yerleştirilmesi gerekir Fotoğraf eklenen özgeçmiş daha fazla akılda kalır ve etkili olur
  • Kısa özgeçmişin farklı tarafı, cümlelerin daha kısa olması, toplamda bir sayfadan fazla tutmaması ve madde madde hızlı okunabilecek bir şekilde yazılmasından kaynaklanır. Eğer küçük bir firmaya başvuruyorsanız, hatta başvurduğunuz firmada ayrı bir İnsan Kaynakları departmanı yoksa ve işe atımları bizzat işveren yapıyorsa kısa özgeçmiş daha uygundur. Işı başından aşkın işveren kısa surede göz gezdirerek anlayabileceği bir özgeçmişe bakmak ister. Daha uzun ve detaylı özgeçmişlere yeterince dikkat etmeyebilir.
  • Kısa özgeçmişte özellikle pozisyon odaklı bilgilerin ağırlıkta olması önemlidir. Uzun uzadıya kişisel bilgilerden bahsetmek. konuyu dağıtmak özgeçmişin uzun olmasına neden olur. Daha büyük bir firmada bu tur bir özgeçmiş daha etkileyici olabilecekken, küçük firmalarda kısa özgeçmiş daha fazla ilgi çekecektir.


BİYOGRAFİ – OTOBİYOGRAFİ KARŞILAŞLTIRMASI
• Otobiyografide kişi kendi yaşamını anlatırken biyografide bir başkasının yaşamını anlatır.
• Biyografide gözlemci bakış açısı, otobiyografide kahraman (benli) bakış açısı vardır.
• Biyografide belge, otobiyografide bellek önemlidir.
• Biyografide dış dünya, otobiyografide iç dünya öne çıkar.
• Biyografide dolaylı, otobiyografide doğrudan anlatım vardır.

 

OTOBİYOGRAFİ ÖRNEKLERİ

KENDİMİN POPÜLER TARİHİ’NDEN

Tek çocuktum.

60'larda 6'ıncı ayın 16'sında saat 6'yı 56 geçe, 06 trafik kodlu şehirde doğdum. Bu 6'lar hayat boyu peşimi bırakmadı. Can Bartu'dan ad takmışlar; adımı ve tutacağım takımı seçme şansım olmadı.

Doğduğumda anayasa kabul edileli birkaç hafta olmuştu ve Menderes'in asılmasına birkaç ay vardı.

Anayasayı 10yaşıma gelmeden budadılar, 30'uma varmadan Menderes'in itibarım iade ettiler.

* * *

Daha göbek bağımın ucu kurumadan evin önünden akan boklu dere taştığından bütün zıbınlarımı sel aldı; çıplak doğdum denilebilir.

Annem, babam memurdu.

Annemin "daire"sinde, facit hesap makineleriyle, DMO damgalı daktilolar arasında büyüdüm. Yandaki bina Tuslog'tu.

Birtakım kızgın gençler üç günde bir gelip bağırır, çağırır, taşlarlardı. 68 kuşağıyla orada tanıştım.

* * *

Usluydum.

Sabah bir koltuğun üzerine bırakırlar, akşam gelip oradan alırlardı.

Utanılacak kadar normaldim. Hiçbir oyuncağımı kırmadım, zil çalıp kaçmadım, Ayşegül'lerimi yırtmadım. Şimdi onları tek tek oğlum yırtıyor.

Pazarları Ankara'da banyo günüydü. Koca odun parçalarıyla zor yanan kazanların kaynar sularında tuğla büyüklüğünde yeşil sabunları kafama yiye yiye yıkandım.

Babamdan fiske yemedim, ama annem feci keseler ve vurdu mu çınlat irdi.

Ulus'ta Santral Bebe'den giyinirdim. 5 yaşımda teyzem beyaz puantiyeli kırmızı gömleğimin üzerine maşrapayla su dökünce ilk kez intiharı düşündüm. Sonra vazgeçtim.

6    yaşımda feci bir trafik kazası geçirdim. Bir minibüs taklalar atarak geldi ve içinde bulunduğumuz Citroen'in üstüne çöktü. Arabanın motoru dizlerime bindi, kafam ön cama geçti. Alnıma çizili yara, alın yazısı değil, kaza kalıntısıdır.

* * *

Bir yaş günümde sünnet oldum. Sünnet davetiyemin üzerinde baltasıyla bir adam ve kenarda bekleyen kedi figürü vardı. "Maşallah"yazılı şapka giydim.

3-5 arabalık konvoyla kısa bir Ankara turunun ardından Hacı Bayram'a gittik. Tören, Harita Müdürlüğü’nün bahçesindeydi; ama aksilik işte, haziran ortasında yağmur yağdı. Neyse ki top ve saat geldi de hediye, sevindim.

* * *

7    yaşımda beni Cuyibar Hanım'a teslim ettiler. "Hazır ol!" dediler, hazır olmuştum zaten. Resmimi çektiler. İlk gün ağladım, zamanla alıştım.

O yaz yakama kırmızı bir kurdele iliştirdiler:

Okumayı sökmüştüm. Dikmek, yıllarımı alacaktı. Diploma törenimin filmini yıllar sonra bir sınıf arkadaşım getirdi. Filmin sonundaki mahcup çocuğa bakakaldım.

İlk şiirleri halam fısıldadı kulağıma... Nazım Hikmet'in "Seçmeler"ini getirip evde ulu orta okumaya başladı. Etraftaki tedirginlikten anladım bu işte bir terslik olduğunu... Az önce bir örneğini gördüğünüz devrik cümle alışkanlığım o zaman başladı.

Ailece toplanıldığında günlerden pazartesi ise ay çekirdeği ile Radyo Tiyatrosu dinlenir, "sair akşamlar" blum oynanırdı. Muhabbet varsa mutlaka pikapta Neşet Ertaş olurdu. Eniştem ya bağlamasının "döşünü" döve döve ve yanık yanık bozlak söyler ya da babamla muhtemel bir ayrılığa meydan okurcasına kenetlenerek halay çekerdi. Halay ekibinin üçüncü üyesi eksilmişti epey önce... Arada gece uzarsa rakıyı kapıp mezarlığa gittiklerini duyardım.

Zamanla Samanpazarı'ndan bana da bir bağlama aldık. Lâkin okulda mandolin dersi vardı. Şu meşhur kültür ikilemiyle pek küçük yaştan tanışmış oldum. Evde bağlamayı mandolin gibi çalmakla, okulda mandolini bağlama gibi çalmakla suçlandım. Arabesk hayatım böyle başladı.

O yaz dayım, nişanlısından ayrıldı. Bir gün anneannemin Altındağ'daki gecekondusunun bahçesindeki dut ağacının altına rakı sofrasını kurdu. Pikaba 45'lik bir plak yerleştirdi. "Bir Teselli Ver" çalmaya başladı. 30 yıl sonra belgeselini yapacağım adamla o zaman tanıştım.

Can DÜNDAR

 

KENDİ HİKÂYEM FAKİR BAYKURT
Burdur’a bağlı Yeşilova, ilçesinin Akçaköyünde 1929 yılında doğdum. Altı çocuklu, az topraklı bir köylü ailesinin yukarıdan ikinci çocuğuyum.
Babam Veli. Yemende seferberlikte askerlik etmiş, yaralanmış, esir düşmüş. Az toprakla çiftçilik yeterli bir iş olmadığı için bunun yanı sıra koy bakkallığı ve değirmencilik de yapmış babam.
Köylülerim eskiden ben Aydın. İzmir yanlarına pamuk çapasına, incir, zeytin ve kanal işçiliğine inerlerdi Kimisi biraz para kazanır geri döner, kimisi kalır yerleşir oralarda 1938'de babam kağnıdan düşüp yaralandı ve oldu O zaman ilkokulda öğrenciydim. Nazilli'nin Burhaniye köyüne yerleşmiş olan dayım aldı götürdü beni Ben okuturum, bakarım diyordu. İkinci Dünya Savaşı çıktı. Bir eşek, bir balta. Buldan dağlarından bir süre kaçak kereste indirdik dayımla Sonra Menderes ırmağının yanında bir kanal yapımı başladı. Mühendislere Baştatlı'dan iyi su taşımaya başladık. Bu bahaneyle, ta Erzurum'dan kalkıp gelmiş işçilerle bir arada yaşadım.
Savaş kızışınca dayımı askere aldılar. Yağmurda yağışta, uzun süre tek başıma yürüttüm bu işi. Okula giden yaşıtlarımı uzaktan seyrediyordum hep. Bir gün su teknelerim ve eşeği bırakıp kaçmayı düşündüm. Dayım cephede, yengem yalnızdı. Ben okuyacaktım. Bu kaçış çok zor geldi bana. Ama okuyacaktım.
Bıraktığım yerden yazıldım köyümün ilkokuluna.
Babasız ufacık çocuklardık hepimiz. Anam Elif kol kanat gerdi, sığır güttük, çobanlık ettik. Kimimiz sanat öğrendik. Ben de Gönen Koy Enstitüsüne giderek okudum öğretmen oldum. Beş yıl köy öğretmenliği yaptım Köy Enstitüsü öğrenciliğimin sonlarında başlayan baskılara konu oldum Karakollar, kovuşturmalar, aramalar ve taramalar köy öğretmenliği günlerimde de yakamı bırakmadı. 1948’den 1953’e kadar her şeye katlandım, biraz kurtulabilirim diyerek kalkıp Gazi Eğitim Enstitüsüne girdim. Ortaokul öğretmeni çıktım.
Köy öğretmenliği yıllarım Yeşilova’nın Kavacık ve Dereköylerinde geçmişti. Ortaokul öğretmeni olarak Sivas, Hafik'te bulundum Askerliğimi Konya Astsubay Hazırlama Ortaokulunda Türkçe Öğretmeni olarak geçirdim Sonra Şavşat’a gittim. Baskıdan uzak kaldığım dönemi olmadı öğretmenliğimin, öğretmenlikte kalmam sakıncalı sayıldığı için 1959'da Ankara’ya getirildim. Yılanların Öcü romanım ve Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazılarım yüzünden bakanlık emrine alındım. İşsizliğin ve parasızlığın anlatılmaz acılarını tattım böylece. 27 Mayıs 1960'tan sonra göreve döndüm. Ankara'nın Çamlıdere, Kalecik, Sulakyurt, Nallıhan, Bâlâ ve Çubuk ilçelerinde ilköğretim müfettişliği yaptım. Sınava girip bir yıllığına Amerika ya gittim. Bloomington’daki İndiana Üniversitesinde Göze Kulağa Hitap Eden Ders Araçları eğitimi gördüm, yetişkinler için okuma kitapları, yazma kursları aldım.
1951de evlendim. Işık, Sönmez, Tonguç adında üç çocuğumuz var.
Sanata, köyümde ilkokul öğrencisiyken hece ölçüsüyle şiirler yazarak başladım. 15-16 yaşımdan beri hayata hep yazma açısından bakıyorum. İlk şiirim 1946’da Eskişehir'de yayımlanan Türkçe Doğru dergisinde çıktı. Adı ‘Fesleğen Kokuluma’ idi. Ama ilk şiirim bu değildir, ilk şiirim, ölen öküzümüz yerine aldığımız bir tosun üzerineydi sanırım: 'Yüz kırk liradır değerin / Seni her yerde öğerim...' Köy Enstitüsü kişiliğimi bulmama, yazmada ilerlememe çok yardım etti. Türkçe öğretmenimiz, enstitü kitaplığında görevlendirdi beni. Orhan Veli ve arkadaşlarının çıkışını dergi ve gazete birikintilerinden orada izledim. Çivrilli bir arkadaşımın öğretmen olan ağabeyinin kitaplarından Nâzım ve Sabahattin Ali’yi tanıdım. Öteki Türk ve dünya yazarlarına da böylece geçtim...”
Fakir BAYKURT