FESAHAT NEDİR?
Sözün kusursuz ve açık olması anlamında belagat terimi.
Fesahat sözlükte "açık seçik olma, havanın açık ve berrak olması, sütün yüzünü kaplayan köpükten arınıp saf ve halis olması" mânalarına gelir. Bundan hareketle sözün kusurlardan arınmış olmasına fesahat, böyle söze veya onu söyleyene de fasîh denilmiştir. Fesahat önceleri belagat, beyân ve beraat kelimeleriyle eş anlamlı olarak "güzel ve etkili söz" mânasında kullanılırken daha sonra lafız güzelliğine fesahat, mâna güzelliğine belagat, beraat ve beyân denilmeye başlanmıştır.Bir sözün fasih sayılabilmesi için fesahata engel olan kusurları taşımaması gerekir. Bu kusurlar lafza ve mânaya ait olmak üzere ikiye ayrılır. Lafza ait başlıca kusurlar şunlardır:
1. Tenâfür, Bir kelime veya cümlenin zor telaffuz edilmesidir. Arapça "hü'hu'" (deve dikeni), Farsça "zağrîmâş" (deri tüyü), Türkçe "kırktırttım", "sarımsaklasak" örneklerinde olduğu gibi kelimeyi oluşturan harflerin mahreçlerinin aynı veya yakın olması sebebiyle rahat bir şekilde söylenememesine "tenâfür-i hurûf" denir. Tek başına söylendiğinde telaffuzu kolay olan bir kelimenin mahreç birliği veya yakınlığı sebebiyle cümle içinde diğer kelimelerle birlikte güç telaffuz edilmesine "tenâfür-i kelimât" adı verilir. Meselâ "Ve kabru Harbin bi-mekânin kafrû / Ve leyse kurbe kabri Harbin kabrû" (Harb'in kabri ıssız bir yerdedir, onun kabrinin yanında hiçbir kabir yoktur) beytinde tek başına söylendiklerinde dile güç gelmeyen "kabr", "kafr", "kurb", "harb" kelimeleri peş peşe kullanıldığında cümlenin telaffuzu zorlaşmaktadır. Türkçe, "Şu Şemsi Paşa'nın şemsiyesidir" ifadesinde de tenâfür-i kelimât vardır.
2. Kelimenin morfolojik yapısının kural dışı olması. Buna kıyasa muhalefet de denir. Meselâ Mütenebbî'nin, "İnne beniyyeleli'âmün zehedeh / Mâ liye fî sudûrihim min mevdedeh" (Oğullarım beni terk eden alçaklardır. Gönüllerinde bana ait hiçbir sevgi yoktur) beytindeki "mevdede" kelimesinin kurallı biçimi "mevedde'dir. Şiirde zaruret dolayısıyla ve aşın olmamak kaydıyla imâle ve zihaf gibi kural dışı kullanımlar hoş görülmüşse de bunlar yine de kusur sayılır. Arapçada şeddeli bir harfi şeddesiz okumak, fethayı kesre yapmak, kelimeden harf atmak ya da eklemek gibi hususlar hoş görülmemiştir. Farsçada çoğul eki "ân" genellikle canlılar için kullanıldığı halde bazan onun yerine cansızlar için kullanılan "hâ" ekinin getirilmesi de bir kuralsızlık örneğidir. Türkçede ötümlüleşmeye dikkat etmemek (meselâ "çakmağı ver" yerine "çakmakı ver" demek), esasen çoğul olan bazı Arapça kelimeleri Türkçe ekle yeniden çoğul yapmak (evrak — evraklar, efkâr — efkârlar), yardımcı fiilleri yanlış kullanmak ("nazire söylemek" yerine "nazire etmek", "hulul etmek" yerine "hulul bulmak"), yabancı dillerin sentaksına uygun birleşik kelimeler teşkil etmek (çay almak, banyo almak, ders yapmak), bazı kelimelerin sonuna masdariyet "t"si ilâve etmek ("krallık" yerine "kraliyet", "serbestlik" yerine "ser-bestiyet"), aslında masdar olan bir kelimeye masdariyet "t"si eklemek ("şebâb" yerine "şebabet", "'acz" yerine "acziyet") bu tür kusurlardandır.
3. Lafzî ta'kîd. Bir ibareyi oluşturan kelimelerin maksadın anlaşılmasını güçleştirecek şekilde sıralanmasıdır. Lafzî ta'kîd, kelimelerin gerçek yerlerinden daha öne veya daha ileriye alınması, yahut ardarda gelmesi gereken kelimelerin arasına başka kelimelerin sokulması suretiyle olur. Cümlelerin bir bütün halinde kavranamayacak derecede uzun veya birçok bağlaçla birbirine bağlanmış olması, yardımcı cümlenin esas cümleyi gölgeleyecek kadar ön plana çıkarılması da lafzî ta'kîde sebep olur. Meselâ Arapça, "Cefahat ve hüm lâ yecfahûne bihâ bihim / Şiyemün ale'l-hasebi'l-eğarri delâ'ilû" beytinde takdim-tehir sebebiyle lafzî ta'kîd vardır. Bu beytin düzgün bir cümle haline getirilmiş şekli şöyledir: "Cefahat bihim şiyemün ve hüm lâ yecfehûne bihâ 'ale'l-hasebi'l-eğarri delâ'ilû" (Üstün ve soyluluk belirtisi vasıflar onlarla gurur duydu; halbuki onlar bunları hiç de önemsememektedir). Farsça, "Ezîn sû hezârân ezan sû hezâr / Çûn bâ hem zedend küste şud şad hezâr" (Binlerce asker birbiriyle çarpışınca buradan bin, oradan bin kişi öldürüldü) beytinde "küste şud" gerektiği yerden uzakta bulunduğundan, yani ikinci mısra "küste şud çûn bâ hem ..." şeklinde olmadığından beytin mânasının anlaşılması güçleşmektedir. Türkçe, "Güneş levhi değil gökte şuâ üstünde zerrin - hat / Felek almış eline bir varak hüsnün kitabından" beytinde "değil" kelimesinin yeri sebebiyle lafzî ta'kîd vardır. "Varak" kelimesinin sıfatı olan "zerrin-hat" bu kelimeden uzakta bulunduğu için beytin anlaşılması zorlaşmaktadır.
4. Kelimenin veya cümlenin kulak tırmalayıcı bir söylenişi olması (kerâhet-i sem').Bazı kelimelerin telaffuzu kolay olmasına rağmen çıkardıkları sesler ahenkli olmayabilir. Arapça "teke'ke'tüm" (toplandınız), "cefehat" (övündü) gibi. Türkçe'de tek heceli kelimelerin veya aynı fiil kipiyle biten cümlelerin ardarda sıralanması da bu tür kusurlardan sayılır.
5. Harf veya hecelerinin fazlalığı sebebiyle kelimenin uzun olması. Arapça "SÜveydâvât", "müsteşzirât", Türkçe "kararlaştırılmaksızın", "sersemleştirilmek" gibi.
6. Za'f-ı te'lîf. Cümleyi oluşturan öğelerin sıralanışının söz dizimi kurallarına aykırı olmasıdır. Meselâ Arapça'da ibarede önce isim geçer, sonra da ona işaret eden zamir zikredilir. Önce zamiri, sonra da ismi zikretmek bir sentaks bozukluğudur. Bu kusur vezin ve kafiye zaruretiyle bilhassa şiirde çok görülür. Türkçe'de bir sebebe bağlı olmaksızın cümle öğelerinin öne veya sona alınması da za'f-ı te'lîf meydana getirir (Türkçe'de za'f-ı te'lîfe yol açan sebepler için bk. Bilgegil, s. 38-40).
7. Gereksiz tekrarlar. Cümlede herhangi bir kelimenin hoşa gitmeyecek ve yeni bir anlam katmayacak biçimde tekrar edilmesiyle tekit, atıf, sıfat türü kelimelerde eş anlamlıların tekrarı cümlenin fasih sayılmasına engel olur. Meselâ Nâbî'nin, "Hüsn-i ta'bîr verir ma'nîye hüsn-i dîger / Şevket-i hüsne çok imdadı olur üslûbun" beytindeki "hüsn" kelimesinin tekrarı gereksiz sayılmıştır
8. Zincirleme isim tamlamaları (tetâbu'-i izâfât).
Mânaya ait başlıca kusurlar da şunlardır:
a) Garabet. Kimsenin duymadığı, kullanmadığı, anlamı ancak sözlüklerde bulunan nâdir ve garîb kelimelerin kullanılmasıdır. Bu tür kusur genellikle şiirde görülür. Mütenebbî'nin bir mısraında geçen "cirişşâ" (soy, asıl, köken) kelimesiyle, Ru'be b. Accâc'ın bir mısraında, övdüğü kimsenin burnunu düzgünlük ve parlaklıkla nitelerken kullandığı "müserrec" (sirâc ‘kandil’ ışığı gibi parlak, Süreycî kılıcı gibi düzgün ve parlak) kelimesi gibi. Türkçe, "Gece devriyyesinde dikkat et zîrâ / Düşersin ağzına bukturmanın sonra" beytinde yer alan ve "pusudaki asker" anlamına gelen "bukturma" sözünde de garabet vardır.
b) Manevî ta'kid. Sözün anlamının hatalı mecaz, istiare ve kinayelerin kullanılması gibi sebeplerle kapalı olması, âdeta kördüğüm haline gelmesidir. Abbas b. Ahnef in, "Seatlubü bu’de'd-dâri canküm li-takrabû / Ve teskübü 'aynâye'd-dümû'a li-tecmüdâ" (Yakın olasınız diye evimin sizden uzak olmasını isteyeceğim. Gözlerim dondukları [sevindikleri] için yaşlar dökecek) beytinde "göz yaşının donmasının "gözlerin sevinmesi'nden kinaye olması gibi. Halbuki "göz yaşının donması" hüzünden kinayedir. Dolayısıyla bu ifadede "donma" (cümûd) kelimesi son derece uzak bir anlamda kullanılmıştır. İbarede mânayı bozan anlam tersliği de (kalb) manevî ta'kîd sayılır. Meselâ Mütenebbî'nin bir mısraındaki, "Keyfe yemûtü men lâ ya'şekü" (Âşık olmayan nasıl ölür!) ifadesinde anlam tersliği vardır; bunun aslı, "Keyfe lâ yemûtü men ya'şekü" (Âşık olan nasıl ölmesin ki!) şeklinde olmalıdır. Fehîm'in, "Fehîm pîrehenin etti vakf-ı şu'le-i dâğ / Hudâ bizim dahi mehtaba ver ketânımızı" beytinde de ketenin aydan etkilenmesi çok kapalı bir telmih olduğundan manevî ta'kid vardır. Manevî ta'kîd bazan bir ifadeyi anlam çıkarılamaz hale getirir. Nef'î'nin, "Âlemin canı değilsin cân-ı âlemsin sen" mısraı bunun dikkat çekici bir örneğidir.Bunların dışında, övgü ve yergilerin ilgili kelime ve tabirlerle yapılması; mecaz, istiare, kinaye ve teşbih gibi edebî türlerin yerinde kullanılması; şiir, mektup ve hitabelerde gereksiz ilmî terimlere yer verilmemesi; ibarenin kelimeleri arasında cinas, tıbâk, seci, tenasüp, mürâât-ı nazîr gibi lafız ve anlam ilgilerinin bulunması; gereksiz ıtnâb, haşiv ve ziyadeden uzak olarak sözün veciz bir biçimde ifade edilmesi de fesahatin şartlarındandır.Fesahate aykırı görülen hataları yapmamak için lügat, sarf, nahiv, meânî, beyân ve bedî' gibi edebiyat ilimlerini iyi bilmenin yanında özel yeteneğe ve dil zevkine sahip olmak gerekir. Ayrıca büyük edip ve şairlerin eserlerini dikkatle okumak ve iyi bir çevrede yetişmek gibi faktörler de önemli rol oynar.İslâm'ın ortaya çıkışı esnasında görülen sütanneliği müessesesinin hedeflerinden biri de çocuğun bu yolla fasih konuşma alışkanlığını kazanmasıydı. O dönemde en fasih konuşanlar, şehir hayatından uzak bulundukları için yabancılarla karışmamış, dolayısıyla dilleri bozulmamış olan çöl Arapları idi. Hz. Peygamber'in sütannesi Halîme'nin mensup olduğu Benî Sa'd da en fasih konuşan kabilelerden biri olarak tanınmıştı.Arapçada fesahat konusunda yazılmış en kapsamlı eser İbn Sinan el-Hafâcî'nin (ö. 466/1073-74) Sırrü'l-feşâha'sidir. Türkçe'de fesahatla ilgili en derli toplu bilgi M. Kaya Bilgegil'in Edebiyat Bilgi ve Teorileri adlı kitabında bulunmaktadır (s. 25-43).
BİBLİYOGRAFYA:
Cevheri, es-Şıhah, I, 391; Lisânul-'Arab, "fsh" mi; TScü'l-'arûs, "fşh" md.; Türk Lügati, III, 641; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügati (İstanbul 1937), İstanbul 1973, s. 45; Abdülkâhir el-Cûrcânl. Delâ'ilü'l-i'câz (nşr. Mahmûd Muhammed Şâkir), Kahire 1375, s. 35-38, 43-66; a.mtf., el-Medhal fi Delâ'ili'l-i'cSz, Kahire, ts., s. 292-293; Fahreddin erRâzî. Nihâyetul-tcâz fi dirayeti't-i'câz, Amman 1985, s. 45-53; Ebû Yaküb es-Sekkâkl, Miftâhu'l-'ulûm, Kahire 1318, s. 176; İbnü'l-Esîr, el-Meşelü's-sâ'ir(nşr. Ahmed el-Hûfî - Bedevi Tabâne), Riyad 1403/ 1983, I, 141-148; Hatîb el-Kazvînî. Telhişul-miftâh, İstanbul 1312, s. 6-10; Teftâzânî, Muhtaşarul-Me'âni, İstanbul 1304, s. 12-21; Ha-fâcî, Sırrü'l-feşâha, Beyrut 1402/1982, s. 58-92; Ebü'l-Bekâ, el-Külliyyât, Bulak 1253, s. 276; AbdünnâfT İffet, en-Nef'u'l-muavvel, İstanbul 1289, I, 32-47; Ahmed Cevdet Paşa. Belâgat-ı Osmâniyye, İstanbul 1299; Mehmed Rifat. Mecâmiu'l-edeb, İstanbul 1308, s. 14 64; Mehmed Zihni Efendi, el-Kaulü'l-ceyyid, İstanbul 1327, s. 30-47; Reşîd, Nazariyyât-ı Edebiyye, İstanbul 1328, s. 14-133; Celâleddîn Humâyi, Fünûn-ı Belagat ne Şmâ'ât-ı Edebi Tahran 1363, s. 9-24; Mustafa Sâdık er-Râfiî Târihu Sdâbi'l-'Arab, Beyrut 1394/1974, 1, 131 133; Muhammed Reşâd el-Hamzâvî, Hauliyyâ tü'l-Câmi'ati't-Tûnisiyye, Tunus 1978, s. 63; M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ue Teorile ri (Ankara 1980), İstanbul 1989, s. 25-43; Ham-mâdlSammûd, et-Tefkirü'l-belâği, Tunus 1981, s. 433; Seyyid Ahmed el-Hâşimî, Ceuâhirü'l-belâğa, İstanbul 1984, s. 6-31; Câbir Kamîha. Edebur-resâ'il, Kahire 1406/1986, s. 111-112; Abdülfettâh el-Besyûnî. "Ilmü'l-me'âni, Kahire 1408/1987, I, 12-23; Tevffk Ali el-Fîl. "el-Feşâhât (27. Risale)", Havliyyâtü Kültiyyeti'l-Adâb, sy. 6, Kuveyt 1405/1985, s. 9-51; Mahmûd Abdullah el-Ceffâl, "Mekâyîsü'l-fesâha fî'l-karnil-hâmisi'l-hicrî", MMLAÜr., II (1987), s. 147-189; Muhammed Abdüşşehîd enNu'mânln. "Nefahât mine'l-feşâhati'n-nebeviyye", ed-Dirâsâtü'l-İslâmiyye, XXII, İslâmâbâd 1987, s. 27-48; A, Schaade. "Fesahat", İA, IV, 575-576; G. E. von Grunebaum, "Faşâha", El2 (İng.), II, 824-827.
Mustafa Çuhadar, DİA, CİLT,