Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

FESAHAT NEDİR?

Sözün kusursuz ve açık olması anlamında belagat terimi. 

 Fesahat sözlükte "açık seçik olma, ha­vanın açık ve berrak olması, sütün yü­zünü kaplayan köpükten arınıp saf ve halis olması" mânalarına gelir. Bundan hareketle sözün kusurlardan arınmış ol­masına fesahat, böyle söze veya onu söy­leyene de fasîh denilmiştir. Fesahat ön­celeri belagat, beyân ve beraat kelime­leriyle eş anlamlı olarak "güzel ve etkili söz" mânasında kullanılırken daha son­ra lafız güzelliğine fesahat, mâna gü­zelliğine belagat, beraat ve beyân denil­meye başlanmıştır.Bir sözün fasih sayılabilmesi için fesahata engel olan kusurları taşımaması gerekir. Bu kusurlar lafza ve mânaya ait olmak üzere ikiye ayrılır. Lafza ait başlıca kusurlar şunlardır:

1. Tenâfür, Bir kelime veya cümlenin zor telaffuz edilmesidir. Arapça "hü'hu'" (deve dikeni), Farsça "zağrîmâş" (deri tü­yü), Türkçe "kırktırttım", "sarımsaklasak" örneklerinde olduğu gibi kelimeyi oluş­turan harflerin mahreçlerinin aynı veya yakın olması sebebiyle rahat bir şekilde söylenememesine "tenâfür-i hurûf" de­nir. Tek başına söylendiğinde telaffuzu kolay olan bir kelimenin mahreç birliği veya yakınlığı sebebiyle cümle içinde di­ğer kelimelerle birlikte güç telaffuz edil­mesine "tenâfür-i kelimât" adı verilir. Meselâ "Ve kabru Harbin bi-mekânin kafrû / Ve leyse kurbe kabri Harbin kabrû" (Harb'in kabri ıssız bir yerdedir, onun kab­rinin yanında hiçbir kabir yoktur) beytinde tek başına söylendiklerinde dile güç gel­meyen "kabr", "kafr", "kurb", "harb" ke­limeleri peş peşe kullanıldığında cümle­nin telaffuzu zorlaşmaktadır. Türkçe, "Şu Şemsi Paşa'nın şemsiyesidir" ifade­sinde de tenâfür-i kelimât vardır.

 2.  Kelimenin morfolojik yapısının kural dışı olması. Buna kıyasa muhalefet de de­nir. Meselâ Mütenebbî'nin, "İnne beniyyeleli'âmün zehedeh / Mâ liye fî sudûrihim min mevdedeh" (Oğullarım beni terk eden alçaklardır. Gönüllerinde bana ait hiç­bir sevgi yoktur) beytindeki "mevdede" kelimesinin kurallı biçimi "mevedde'dir. Şiirde zaruret dolayısıyla ve aşın olma­mak kaydıyla imâle ve zihaf gibi kural dışı kullanımlar hoş görülmüşse de bun­lar yine de kusur sayılır. Arapçada şed­deli bir harfi şeddesiz okumak, fethayı kesre yapmak, kelimeden harf atmak ya da eklemek gibi hususlar hoş görül­memiştir. Farsçada çoğul eki "ân" ge­nellikle canlılar için kullanıldığı halde bazan onun yerine cansızlar için kullanı­lan "hâ" ekinin getirilmesi de bir kural­sızlık örneğidir. Türkçede ötümlüleş­meye dikkat etmemek (meselâ "çakma­ğı ver" yerine "çakmakı ver" demek), esa­sen çoğul olan bazı Arapça kelimeleri Türkçe ekle yeniden çoğul yapmak (ev­rak — evraklar, efkâr — efkârlar), yardım­cı fiilleri yanlış kullanmak ("nazire söy­lemek" yerine "nazire etmek", "hulul et­mek" yerine "hulul bulmak"), yabancı dil­lerin sentaksına uygun birleşik kelime­ler teşkil etmek (çay almak, banyo almak, ders yapmak), bazı kelimelerin sonuna masdariyet "t"si ilâve etmek ("krallık" yerine "kraliyet", "serbestlik" yerine "ser-bestiyet"), aslında masdar olan bir keli­meye masdariyet "t"si eklemek ("şebâb" yerine "şebabet", "'acz" yerine "acziyet") bu tür kusurlardandır.

3. Lafzî ta'kîd. Bir ibareyi oluşturan ke­limelerin maksadın anlaşılmasını güç­leştirecek şekilde sıralanmasıdır. Lafzî ta'kîd, kelimelerin gerçek yerlerinden daha öne veya daha ileriye alınması, ya­hut ardarda gelmesi gereken kelimele­rin arasına başka kelimelerin sokulması suretiyle olur. Cümlelerin bir bütün ha­linde kavranamayacak derecede uzun veya birçok bağlaçla birbirine bağlanmış olması, yardımcı cümlenin esas cümleyi gölgeleyecek kadar ön plana çıkarılma­sı da lafzî ta'kîde sebep olur. Meselâ Arapça, "Cefahat ve hüm lâ yecfahûne bihâ bihim / Şiyemün ale'l-hasebi'l-eğarri delâ'ilû" beytinde takdim-tehir sebebiyle lafzî ta'kîd vardır. Bu beytin düzgün bir cümle haline getirilmiş şek­li şöyledir: "Cefahat bihim şiyemün ve hüm lâ yecfehûne bihâ 'ale'l-hasebi'l-eğarri delâ'ilû" (Üstün ve soyluluk belirtisi vasıflar onlarla gurur duydu; halbuki onlar bunları hiç de önemsememektedir). Farsça, "Ezîn sû hezârân ezan sû hezâr / Çûn bâ hem zedend küste şud şad hezâr" (Bin­lerce asker birbiriyle çarpışınca buradan bin, oradan bin kişi öldürüldü) beytinde "küste şud" gerektiği yerden uzakta bulundu­ğundan, yani ikinci mısra "küste şud çûn bâ hem ..." şeklinde olmadığından beytin mânasının anlaşılması güçleşmekte­dir. Türkçe, "Güneş levhi değil gökte şuâ üstünde zerrin - hat / Felek almış eline bir varak hüsnün kitabından" beytinde "değil" kelimesinin yeri sebebiyle lafzî ta'kîd vardır. "Varak" kelimesinin sıfatı olan "zerrin-hat" bu kelimeden uzakta bulunduğu için beytin anlaşılması zor­laşmaktadır.

4. Kelimenin veya cümlenin kulak tırmalayıcı bir söylenişi olması (kerâhet-i sem').Bazı kelimelerin telaffuzu kolay olmasına rağmen çıkardıkları sesler ahenkli olmayabilir. Arapça "teke'ke'tüm" (toplandınız), "cefehat" (övündü) gibi. Türkçe'de tek heceli kelimelerin veya aynı fiil kipiyle biten cümlelerin ardarda sıralanması da bu tür kusurlardan sayılır.

5. Harf veya hecelerinin fazlalığı sebe­biyle kelimenin uzun olması. Arapça "SÜveydâvât", "müsteşzirât", Türkçe "kararlaştırılmaksızın", "sersemleştirilmek" gibi.

6. Za'f-ı te'lîf. Cümleyi oluşturan öğe­lerin sıralanışının söz dizimi kurallarına aykırı olmasıdır. Meselâ Arapça'da iba­rede önce isim geçer, sonra da ona işa­ret eden zamir zikredilir. Önce zamiri, sonra da ismi zikretmek bir sentaks bo­zukluğudur. Bu kusur vezin ve kafiye zaruretiyle bilhassa şiirde çok görülür. Türkçe'de bir sebebe bağlı olmaksızın cümle öğelerinin öne veya sona alınma­sı da za'f-ı te'lîf meydana getirir (Türk­çe'de za'f-ı te'lîfe yol açan sebepler için bk. Bilgegil, s. 38-40).

7. Gereksiz tekrarlar. Cümlede herhan­gi bir kelimenin hoşa gitmeyecek ve ye­ni bir anlam katmayacak biçimde tek­rar edilmesiyle tekit, atıf, sıfat türü ke­limelerde eş anlamlıların tekrarı cümle­nin fasih sayılmasına engel olur. Mese­lâ Nâbî'nin, "Hüsn-i ta'bîr verir ma'nîye hüsn-i dîger / Şevket-i hüsne çok im­dadı olur üslûbun" beytindeki "hüsn" ke­limesinin tekrarı gereksiz sayılmıştır

8. Zincirleme isim tamlamaları (tetâbu'-i izâfât).

Mânaya ait başlıca kusurlar da şun­lardır:

 a) Garabet. Kimsenin duymadığı, kul­lanmadığı, anlamı ancak sözlüklerde bu­lunan nâdir ve garîb kelimelerin kullanıl­masıdır. Bu tür kusur genellikle şiirde görülür. Mütenebbî'nin bir mısraında ge­çen "cirişşâ" (soy, asıl, köken) kelimesiy­le, Ru'be b. Accâc'ın bir mısraında, öv­düğü kimsenin burnunu düzgünlük ve parlaklıkla nitelerken kullandığı "müserrec" (sirâc ‘kandil’ ışığı gibi parlak, Süreycî kılıcı gibi düzgün ve parlak) kelimesi gibi. Türkçe, "Gece devriyyesinde dikkat et zîrâ / Düşersin ağzına bukturmanın sonra" beytinde yer alan ve "pusudaki asker" anlamına gelen "bukturma" sö­zünde de garabet vardır.

b) Manevî ta'kid. Sözün anlamının ha­talı mecaz, istiare ve kinayelerin kullanıl­ması gibi sebeplerle kapalı olması, âde­ta kördüğüm haline gelmesidir. Abbas b. Ahnef in, "Seatlubü bu’de'd-dâri canküm li-takrabû / Ve teskübü 'aynâye'd-dümû'a li-tecmüdâ" (Yakın olasınız diye evimin sizden uzak olmasını isteyeceğim. Göz­lerim dondukları [sevindikleri] için yaşlar dö­kecek) beytinde "göz yaşının donmasının "gözlerin sevinmesi'nden kinaye ol­ması gibi. Halbuki "göz yaşının donma­sı" hüzünden kinayedir. Dolayısıyla bu ifadede "donma" (cümûd) kelimesi son derece uzak bir anlamda kullanılmıştır. İbarede mânayı bozan anlam tersliği de (kalb) manevî ta'kîd sayılır. Meselâ Mütenebbî'nin bir mısraındaki, "Keyfe yemûtü men lâ ya'şekü" (Âşık olmayan na­sıl ölür!) ifadesinde anlam tersliği var­dır; bunun aslı, "Keyfe lâ yemûtü men ya'şekü" (Âşık olan nasıl ölmesin ki!) şek­linde olmalıdır. Fehîm'in, "Fehîm pîrehenin etti vakf-ı şu'le-i dâğ / Hudâ bizim dahi mehtaba ver ketânımızı" beytinde de ketenin aydan etkilenmesi çok kapa­lı bir telmih olduğundan manevî ta'kid vardır. Manevî ta'kîd bazan bir ifadeyi anlam çıkarılamaz hale getirir. Nef'î'nin, "Âlemin canı değilsin cân-ı âlemsin sen" mısraı bunun dikkat çekici bir ör­neğidir.Bunların dışında, övgü ve yergilerin ilgili kelime ve tabirlerle yapılması; me­caz, istiare, kinaye ve teşbih gibi edebî türlerin yerinde kullanılması; şiir, mek­tup ve hitabelerde gereksiz ilmî terim­lere yer verilmemesi; ibarenin kelimele­ri arasında cinas, tıbâk, seci, tenasüp, mürâât-ı nazîr gibi lafız ve anlam ilgile­rinin bulunması; gereksiz ıtnâb, haşiv ve ziyadeden uzak olarak sözün veciz bir biçimde ifade edilmesi de fesahatin şartlarındandır.Fesahate aykırı görülen hataları yap­mamak için lügat, sarf, nahiv, meânî, beyân ve bedî' gibi edebiyat ilimlerini iyi bilmenin yanında özel yeteneğe ve dil zevkine sahip olmak gerekir. Ayrıca büyük edip ve şairlerin eserlerini dik­katle okumak ve iyi bir çevrede yetiş­mek gibi faktörler de önemli rol oynar.İslâm'ın ortaya çıkışı esnasında görü­len sütanneliği müessesesinin hedefle­rinden biri de çocuğun bu yolla fasih konuşma alışkanlığını kazanmasıydı. O dönemde en fasih konuşanlar, şehir ha­yatından uzak bulundukları için yaban­cılarla karışmamış, dolayısıyla dilleri bo­zulmamış olan çöl Arapları idi. Hz. Peygamber'in sütannesi Halîme'nin men­sup olduğu Benî Sa'd da en fasih konu­şan kabilelerden biri olarak tanınmıştı.Arapçada fesahat konusunda yazıl­mış en kapsamlı eser İbn Sinan el-Hafâcî'nin (ö. 466/1073-74) Sırrü'l-feşâha'sidir. Türkçe'de fesahatla ilgili en derli toplu bilgi M. Kaya Bilgegil'in Edebi­yat Bilgi ve Teorileri adlı kitabında bu­lunmaktadır (s. 25-43).

 
BİBLİYOGRAFYA:

Cevheri, es-Şıhah, I, 391; Lisânul-'Arab, "fsh" mi; TScü'l-'arûs, "fşh" md.; Türk Lüga­ti, III, 641; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügati (İs­tanbul 1937), İstanbul 1973, s. 45; Abdülkâhir el-Cûrcânl. Delâ'ilü'l-i'câz (nşr. Mahmûd Muhammed Şâkir), Kahire 1375, s. 35-38, 43-66; a.mtf., el-Medhal fi Delâ'ili'l-i'cSz, Kahire, ts., s. 292-293; Fahreddin erRâzî. Nihâyetul-tcâz fi dirayeti't-i'câz, Amman 1985, s. 45-53; Ebû Yaküb es-Sekkâkl, Miftâhu'l-'ulûm, Kahire 1318, s. 176; İbnü'l-Esîr, el-Meşelü's-sâ'ir(nşr. Ahmed el-Hûfî - Bedevi Tabâne), Riyad 1403/ 1983, I, 141-148; Hatîb el-Kazvînî. Telhişul-miftâh, İstanbul 1312, s. 6-10; Teftâzânî, Muhtaşarul-Me'âni, İstanbul 1304, s. 12-21; Ha-fâcî, Sırrü'l-feşâha, Beyrut 1402/1982, s. 58-92; Ebü'l-Bekâ, el-Külliyyât, Bulak 1253, s. 276; AbdünnâfT İffet, en-Nef'u'l-muavvel, İs­tanbul 1289, I, 32-47; Ahmed Cevdet Paşa. Belâgat-ı Osmâniyye, İstanbul 1299; Mehmed Rifat. Mecâmiu'l-edeb, İstanbul 1308, s. 14 64; Mehmed Zihni Efendi, el-Kaulü'l-ceyyid, İstanbul 1327, s. 30-47; Reşîd, Nazariyyât-ı Edebiyye, İstanbul 1328, s. 14-133; Celâleddîn Humâyi, Fünûn-ı Belagat ne Şmâ'ât-ı Edebi Tahran 1363, s. 9-24; Mustafa Sâdık er-Râfiî Târihu Sdâbi'l-'Arab, Beyrut 1394/1974, 1, 131 133; Muhammed Reşâd el-Hamzâvî, Hauliyyâ tü'l-Câmi'ati't-Tûnisiyye, Tunus 1978, s.  63; M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ue Teorile ri (Ankara 1980), İstanbul 1989, s. 25-43; Ham-mâdlSammûd, et-Tefkirü'l-belâği, Tunus 1981, s. 433; Seyyid Ahmed el-Hâşimî, Ceuâhirü'l-belâğa, İstanbul 1984, s. 6-31; Câbir Kamîha. Edebur-resâ'il, Kahire 1406/1986, s. 111-112; Abdülfettâh el-Besyûnî. "Ilmü'l-me'âni, Kahire 1408/1987, I, 12-23; Tevffk Ali el-Fîl. "el-Feşâhât (27. Risale)", Havliyyâtü Kültiyyeti'l-Adâb, sy. 6, Kuveyt 1405/1985, s. 9-51; Mahmûd Abdullah el-Ceffâl, "Mekâyîsü'l-fesâha fî'l-karnil-hâmisi'l-hicrî", MMLAÜr., II (1987), s. 147-189; Muhammed Abdüşşehîd enNu'mânln. "Nefahât mine'l-feşâhati'n-nebeviyye", ed-Dirâsâtü'l-İslâmiyye, XXII, İslâmâbâd 1987, s. 27-48; A, Schaade. "Fesahat", İA, IV, 575-576; G. E. von Grunebaum, "Faşâha", El2 (İng.), II, 824-827.      

Mustafa Çuhadar, DİA, CİLT,   

SON EKLENENLER

Üye Girişi