EPİK ŞİİR NEDİR? ve ÖRNEKLERİ
Epik sözcüğü Yunanca epope sözcüğünden doğmuştur. Tarih öncesi dönemlere ilişkin, tanrı, tanrıça, yarı tanrı ve kahramanlarla ilgili olağanüstü olayları konu alan şiirlere epope (destan) denir. Bu tür metinlerde kullanılan anlatım epik (destansı) anlatımdır.
Destanlar (epopeler), ulusların yazı öncesi çağlarında oluşmuştur. Bütün toplumların sözlü edebiyatlarında “destanlar” önemli bir yer tutar. Destanlar, bir milletin hayatını yakından etkileyen tarihî ve toplumsal olaylar ile ilgili kahramanlıkları dile getiren hikâye şeklindeki şiirlerdir. Epik şiirin en güzel örnekleri olan destanlarda olağanüstü olayların, doğaüstü kahramanların, tanrıların savaşlarının yanı sıra; eski çağ insanlarının inanışları, yaratılış ve var oluş konusundaki düşünceleri; ulusların özlemleri ve düşleri de dile getirilir. Destanlar, insanların olayları dinleme ve anlatma gereksiniminden dolayı kuşaktan kuşağa yayılmıştır.
Destanlar halk gözüyle görülen, halk ruhuyla duyulan ve halk hayalinde masallaştırılan tarihlerdir. Destan kahramanlarının doğaüstü özellikler göstermesi, olayların olağanüstülüklerle anlatılması destanların gerçeklerden tamamen uzak olduğunu göstermez. Destanlar, anlatımlarındaki olağanüstü özellikler ayıklandığında ulusların tarihini aydınlatan en önemli kaynaklardır.
Yüzyıllar boyunca Türklerin duyuş, düşünüş, inanış ve hayallerini; güzel sanatlarını; aşk, aile, vatan, ulus ve devlet anlayışlarını Türk destanlarında görebiliriz.
Savaş, kahramanlık ve yiğitlik gibi konuları coşkulu bir anlatımla işleyen, destansı özellikler gösteren şiirlere epik şiir denir. Okuyanda coşku, yiğitlik duygusu uyandırır. Divan edebiyatında kasideler, Halk edebiyatında koçaklama, destan, varsağı türleri de epik özellik gösterir. Epik şiir türünün ilk örneği olarak Homeros’un derlediği “İlyada ve Odise” destanı kabul edilir. Türk edebiyatında Oğuz Kağan Destanı’ndan başlayarak, Türk kahramanlarının veya göç maceralarının hikayelerini anlatan destanlar vardır.
Men sinlerge boldum Kağan
Alalıng ya takı kalkan
Tamga bizge bolsun buyan
Kök böri bolsungıl uran
Temür gıdalar bol orman
Av yirde yürüsün kulan
Takı taluy takı müren
Kün tuğ bolgıl kök kurikan
Günümüz Türkçesiyle:
Ben sîzlere oldum kağan
Alalım yay ile kalkan
Talih bize olsun nişan
Bozkurt (sesi) olsun uran
Demir mızraklar (bir) orman
Av yerinde yürüsün kulan
Daha deniz, daha müren
Güneş bayrak, gök kurıkan
(uran: savaş bağırışı,
kulan: yaban atı ve eşeği,
müren: ırmak,
kurıkan: çadır)
(Oğuz Kağan Destanı'ndan)
DESTAN
Hazır olun ey gaziler
Varalım Bağdat üstüne
Ulu dağlar sarp kayalar
Geçelim Bağdat üstüne
Sarptır Bağdat'ın eteği
İçi erenler yatağı
Sultan Murat'ın otağı
Kurulur Bağdat üstüne
İçtim Şat'ın suyunu
Bildik Şahının soyunu
Sultan Murat'ın tuğunu
Dikelim Bağdat üstüne
Alurlar elden komazlar
Üstünde Han var demezler
Ulu toplar balyemezler
Atulur Bağdat üstüne
Çalın vezirin borusun
Dostu gafil koman girsin
Koyverin asker yürüsün
Gaziler Bağdat üstüne
Demirc'oğlu sözün haktır
Hiç sözünde hilâf yoktur
Osmanî'de gayret çoktur
Kırılır Bağdat üstüne — DEMİRCİOGLU
Yapma epik manzume:
ÜÇ ŞEHİTLER DESTANI
Mustafa Kemal
Mustafa Kemali gördüm düşümde,
«Daha!» diyordu.
Uğruna şehit olasım geldi hemen,
«Sabaha!» diyordu.
Al bir kalpak giymişti,
al Al bir ata binmişti, al,
«Zafer ırak mı ?» dedim, «Aha!» diyordu.
Tabur Bir Mucize İçindeydi
Bir muhabbet sarmıştı her yönü,
Vatanı ve bizi seven.
Çoğalmıştık bir uçtan bir uca, rüya gibi,
Büyüyordu ova kendiliğinden.
Neydi damarlarımızda çağlayan, çağlayan?
Neydi bu tepenin ardı?
İçimizde sadece vatan değil,
Yeryüzü kadar bir şey vardı.
Ateş mi gelirmiş, yel mi esermiş?
Akıyoruz, hayatımız nerede pek belli değil.
Kurtulmuşuz bedenden artık,
Kimse ayaklı, elli değil.
Kursun İşlemeyen Şey
Vurulmuş, vurulmuş,
Düşmez kat'iyyen yere.
Karşısındakine dehşet verir.
Karışmış sanki ölümsüzlere.
Bu, beşinci bölükten Vanlı İbo,
Bir vatan kadar hür.
Vurulmuş, vurulmuş,
Gövdesi ardında yürür.
Fazıl Hüsnü DAĞLARCA
(Üç Şehitler Destanı, 1949)
KUVAYI MİLLİYE DESTANENDAN- NAZIM HİKMET RAN
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu Kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir
ve Hıdırlık tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
Kuzeydoğuda Güzelim dağları
ve dağlarda tek
tek
ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
Akarçay belki bir akar su,
belki bir ırmak,
belki küçücük bir nehirdir.
Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
ve kılçıksız yılan balıklarıyla
Yedişehitler kayasının gölgesine girip
çıkar.
Ve kocaman çiçekleri eflâtun
kırmızı
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde
Altıgözler Köprüsü'nün altından
gündoğuya dönerek
ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
Büyükçobanlar Köyü'nü solda
ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp
gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel
Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da
geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar: «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na at Uyacaktı.
NAZIM HİKMET RAN
KORKMA - MEHMET AKİF ERSOY
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz;
Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun,
Meğer ki harbe giden son nefer şehid olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa,
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar
Taşıp da kaplasa âfakı bir kızıl sarsar,
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!
Mehmet Akif Ersoy
AKINCI - YAHYA KEMAL BEYATLI
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kaafilelerle…
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan.
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla…
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde!
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Yahya Kemal Beyatlı
ZAFER TÜRKÜSÜ - FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL
Yaşamaz ölümü göze almayan,
Zafer, göz yummadan koşana gider.
Bayrağına kanının alı çalmayan,
Gözyaşı boşana boşana gider!
Kazanmak istersen sen de zaferi,
Gürleyen sesinle doldur gökleri,
Zafer dedikleri kahraman peri,
Susandan kaçar da koşana gider.
Bu yolda herkes bilir, ey delikanlı,
Diriler şerefli, ölüler şanlı!
Yurt için dövüşen başı dumanlı,
Her zaman bu şandan o şana gider.
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
BİZİMDİR- DADALOĞLU
Kalktı göç eyledi Avşar elleri,
Ağır ağır giden eller bizimdir.
Arap atlar yakın eder ırağı,
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir.
Belimizde kılıcımız Kirmani,
Taşı deler mızrağımın temreni.
Hakkımızda devlet etmiş fermanı,
Ferman padişahın,dağlar bizimdir.
Dadaloğlu'm birgün kavga kurulur,
Öter tüfek davlumbazlar vurulur.
Nice koçyiğitler yere serilir,
Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir.
Dadaloğlu