TEŞBİH (BENZETME)
Aralarında çeşitli yönlerden benzerlik bulunan iki varlıktan zayıfını kuvvetlisine benzetmek sanatına TEŞBİH denir.
Teşbih heyecana bağlı bir sanattır. Sanatkâr kendisini etkileyen bir olay veya varlık karşısında heyecanlanır, bu heyecanını daha kuvvetli ve tesirli anlatabilmek için, o ruh hâlini okuyucuda daha iyi canlandırabilecek benzetmeler yapma yoluna gider. İşte bu ruhi faaliyet sonucu teşbih sanatı meydana gelir.
Teşbih ayrıca mana sanatları arasında sayılır. Çünkü bu sanatta kelimelerin manaları önemlidir
Teşbihte dikkate değer bir özellik de şudur:
Bu sanat kelimelerin gerçek manaları ile yapıldığı hâlde, mecaz sanatları, yani kelimenin mecazî mânası ile yapılan sanatlar grubuna girer. Kelimeler gerçek anlamlarında kullanıldıkları hâlde, meydana getirdikleri anlam bütünlüğü mecazî bir hüviyet kazanır.
Meselâ:
Durmuş saat gibiydi durup geçmeyen zaman
(Yahya Kemâl, O Taraf, KGK, s. 110)
mısrasında zaman "durmuş bir saate" benzetiliyor. Bu mısradaki kelimelerin hepsi gerçek manalarında kullanılmıştır. Ama durup geçmeyen zaman gerçekten "durmuş bir saat" değildir. Mecazî olarak bir benzerlik söz konusudur. Şair ruh sıkıntısının etkisiyle vaktin bir türlü geçmeyişini, durmuş bir saate benzeterek okuyucuya daha kuvvetli anlatıyor.
Teşbih sanatında en az iki, en fazla dört öğe bulunur. Teşbih de bu öğelerin bulunup bulunmamasına göre bir takım isimler alır. Bu dört öğeyi şöyle sıralayabiliriz:
1. BENZEYEN (Müşebbeh)
2. KENDİSİNE BENZETİLEN (Müşebbehün-bih)
3. BENZETME YÖNÜ (Vech-i şebeh)
4. BENZETME EDATI (Edat-t teşbih)
İşte bütün bu öğeleri taşıyan teşbih çeşidine TEŞBİH-İ MUFASSAL (ayrıntılı teşbih)
denir.
Yukarıdaki "durmuş saat gibiydi durup geçmeyen zaman" mısrasını buna göre inceleyelim:
1. Benzeyen (Müşebbeh): ZAMAN
2. Kendisine benzetilen (Müşebbehün-bih): DURMUŞ SAAT
3. Benzetme yönü (Vech-i şebeh): DURUP GEÇMEMEK (İlerlememek)
4. Benzetme edatı (Edât-ı teşbih): GİBİYDİ
BENZEYEN: Birbirine benzetilen kavramlardan güçsüz olanıdır.
KENDİSİNE BENZETİLEN: Benzetilen kavramlardan daha güçlü ve üstün olanıdır.
BENZETME YÖNÜ: Benzeyen ve kendisine benzetilen arasındaki ortak noktadır. Zaten benzetme bu ortak noktayı belirtmek için yapılır.
BENZETME EDATI: Benzeyen ve kendisine benzetilen arasında benzetme ilgisini kuran kelime veya ektir. Teşbihte genellikle şu kelime ve ekler benzetme edatı olarak kullanılırlar:
âdeta, andırır, benzer, bigi, çü, çün, gibi, gûnâ, güne, gûyâ, gûyiyâ, kimi, mânend, meğer ki, misâl, misillû, misi, niteki, nitekim, sanki, sıfat, tek, tıpkı, ... -âsâ, -vâr, -veş
TEŞBİH-İSLAM ANS.
Beyân ilminde iki veya daha fazla şeyin bir vasıfta ortak olduğunu ifade eden terim.
Sözlükte "benzer" anlamındaki şebeh kökünden türeyen teşbîh "benzetmek" demektir. Teşbih ve tasvirsiz şiir olamayacağından özellikle tasvir (vasf) konusundaki şiirlerde zengin benzetmelere yer verilmiştir. Teşbih belagat terimleri içinde en erken farkına varılan terimlerden biridir. Beşşâr b. Bürd (ö. 167/783-84) şiirlerinde latif teşbihler yaptığını, bunları iyi bir düşünce ve güçlü bir selîka ile kurguladığını söylemiştir (İbn Reşîk el-Kayrevânî, II, 239). Sîbeveyhi, "Babası aslan olan bir adama uğradım" sözünün bir teşbih teşkil ettiğini belirtmiş (el-Kitâb, II, 28), Ma'mer b. Müsennâ, "Kadınlarınız sizin için bir tarladır" mealindeki âyetin (el-Bakara 2/223) teşbih ve kinaye içerdiğini açıklamış (Mecâzü'l-Kur'ân, I, 73) ve teşbihi mecaz kapsamında görmüştür. İbn Müsennâ, Kur'an'da zakkum ağacı tomurcuklarının çirkinlik ve ürkütücülükte şeytanların başına benzetilmesindeki (es-Sâffât 37/65) soyutun soyuta teşbihinin sebebini eski şiirden örnekle ilk açıklayan âlimdir. Câhiz, bu soyut yorumu bazı müfessirlerin "Yemen'de bir bitki adı" şeklindeki somutla tevilinden daha isabetli bulmuştur (Kitâbü'l-Hayevân, IV, 39-40). İbn Sellâm el-Cumahî, İmruülkays'ın kadınları ceylanlara ve yumurtalara, atları kartallara, asaya ve yaban hayvanlarının kemendine benzeterek güzel teşbihler yaptığını, erken İslâm dönemi şairlerinin teşbihte en üstününün Zürrumme olduğunu ifade etmiştir (Fuhûlü'ş-şu'arâ', I, 55). Teşbih konusunu ayrıntılarıyla ele alan ilk yazar Müberred olup el-Kamil'inde "Eski ve yeni şairlere ait isabetli teşbih örnekleri" başlığı altında çok sayıda eleştiri ve değerlendirme tabirleriyle birlikte şiir örneklerini incelemiştir (I, 40-117). Daha sonra Sa'leb Kavâidü'ş-şiirinde, İbnü'l-Mu'tez el-Bedfinde, Kudâme b. Ca'fer Nakdü'ş-şi'r'inde, İbn Vehb el-Kâtib Nakdü'n-neşrinde teşbih konusuna yer vermiştir. Rummânî'nin en-Nüket fî i'câzi'l-Kur'ânında teşbihe getirdiği özgün yorum ve yaptığı taksim (s. 74-79) Ebû Hilâl el-Askerî (Kitâbü'ş-Sınâ'teyn, s. 261-282) ve İbn Ebü'l-İsba' gibi birçok yazarı, Askerî'nin teşbih bahsi de İbn Reşîk (el-'Umde, I, 256-271) ve İbn Sinan el-Hafâcî (Şırrü'l-feşaha, s. 246-256) gibi edipleri etkilemiştir. Abdülkâhir el-Cürcânî'nin tahlilleri teşbihin gelişiminde doruk noktayı temsil etmiş; onun teşbih, temsil ve istiareye ayırdığı Esrûrü'l-belâga'sındaki özgün yorum, ince analiz ve taksimlerini Fahreddin er-Râzî Nihâyetü'l-îcâz'ında ve Sekkâkî Miftâhu'l-Ulûm'unda bazı ilâvelerle yeniden düzenlemiştir. Sekkâkî'nin eseriyle bu eserin belagata dair üçüncü kısmının bazı değişikliklerle birlikte özeti niteliğindeki Hatîb el-Kazvînî'nin Telhîsü'l-Miftâh'ı sayesinde teşbih beyân ilminin ana konuları arasında yer almıştır. Belagat ilimleri Sekkâkî'den itibaren meânî, beyân ve bedî' şeklinde üçe ayrılmış, teşbih, mecaz ve kinaye ile birlikte beyân ilminin üç ana konusunu teşkil etmiştir.
Teşbihi meydana getiren unsurlar benzeyen (müşebbeh), benzetilen (müşebbehün bih), benzeme ciheti (ortak vasıf) ve benzetme edatıdır. Benzeyenle benzetilene "teşbihin tarafları" denilir ve bu iki unsur her teşbihte mutlaka zikredilir. Bunlardan yalnız biri anılırsa teşbih istiareye dönüşür. İstiarenin esasını teşbih oluşturmakla birlikte lafız asıl anlamından başka anlama nakledildiği için bir mecaz türü sayılmıştır. Ayrıca her iki tarafta bulunması gereken benzeme cihetinin ilke bakımından benzetilen unsurda daha güçlü ve daha meşhur olması gerekir. Ancak bu sayede benzeme vasfında daha zayıf durumdaki benzeyen unsura güç nakli sağlanır ve onun vurgulanmak istenen niteliği daha güçlü bir açıklamaya kavuşur.
Benzetmeyi anlatan edatlar harfler, isimler ve fiillerdir. Asıl teşbih edatı bir cer harfi olan "kâf'tır (gibi), ardından "ke-enne" (sanki) gelir. Ke-ennenin muhaffefi "keen", ke-enneyi izleyen ve cümlede i'rab ameli yapmasını engelleyen "mâ-i kâffe"den teşekkül eden "ke-enne-mâ" da teşbih harfidir. Kâf-ı teşbih "men", "ellezî" ve türevleri olarak diğer mevsul isimlerle de birleşikler meydana getirir. Bunların örneklerine Kur'ân-ı Kerîm'de sıkça rastlanır. Özellikle Kur'an ve hadislerdeki mesellerde bir klişe teşbih edatı şeklinde geçen "ke-meseli" birleşiğinde asıl benzetme edatı kâf olup mesel "hal, sıfat, kıssa" gibi mânalar ifade eder ve uzun cümlelerden meydana gelen teşbihlerin oluşturulmasına imkân sağlar. "Kâfin "zâ" (bu), "zâlike" (o) işaret isimleriyle meydana getirdiği "kezâ" (bunun gibi) ve "ke-zâlike" (onun gibi) edatlarıyla kurulan teşbihlerde benzetilen taraf muayyendir ve işaret isminin gösterdiği nesne mâna, sıfat veya haldir. Kezâlike ile kurulan özellikle Kur'an teşbihlerinde benzetilen taraf çok uzun cümlelerle açıklandıktan sonra bütün bunlar zâlike işaret ismiyle özetlenerek ayrıntılı teşbihler kurgulanır. Kur'an'da......... âyetinde kâf ve mislden birinin ziyade olduğu ileri sürülmüşse de Zemahşerî gibi Kur'an'ın edebî yönüne ağırlık veren müfessirler, "Allah'a benzeyen hiçbir şey yoktur" yerine, "Bırakın benzerinin olmasını benzerinin benzeri olan hiçbir şey yoktur" biçiminde ilâhî vahdeti mantıkî bir kıyasla daha vurgulu biçimde anlattığını ve âyette ziyadenin bulunmadığını belirtmiştir. Kâf, ke-zâ, ke-zâlike edatlarını benzetilen izler; ke-enne ve ke-en ise benzeyene dahil olur. Ancak bazı teşbihlerde, özellikle bunların uzun olanlarında ve bir kısım Kur'an mesellerinde "kâfin benzetilene değil teşbihte önemli rol oynayan benzetilen tarafla ilgili bir başka unsura dahil edildiği görülür. Nitekim Kur'an'da dünya hayatının bitkilerin hayatına teşbih edildiği mesellerde benzetilen taraf bitkiler olduğu halde edat buna dahil olmamış, bitkilerin hayatında önemli rol oynayan, dolayısıyla teşbihte önemli işlevi bulunan suya dahil edilmiştir (Yûnus 10/24; el-Kehf 18/45). Nisbet "yâ"sı da teşbih ifade edebilir;" ......(tıpkı inci gibi bir yıldız) âyetinde (en-Nûr 24/ 35) görüldüğü gibi. Bu daha abartılı bir teşbih anlatımı sağlamaktadır. Tür açısından isim olmakla birlikte edat konumunda benzetme anlatan "misi, mesel, mesîl, şibh, şebeh, şebîh, nidd, darîb, nazîr, şekl, muzâhî, müsâvî, muhâkî, ah, ıdl, adîl, küf, müşâkil, muvazin, müvâzî, muzâri', sınv, nahv" gibi kelimeler ve bunlarla ilgili fiiller de edat olarak kullanılır.
Müşebbehle müşebbehün binin her teşbih kurgusunda açık veya mukadder şekilde bulunması şarttır, ....... (Sağır, dilsiz ve kördürler, anlayıp düşünmezler) mealindeki âyette olduğu gibi (el-Bakara 2/171) müşebbeh tarafı lafzen zikredilmeyen, sadece müşebbehün bih tarafı geçen örnekleri birçok kadîm âlim ve müfessir teşbih değil istiare kabul etmiştir. Zemahşerî ve Fahreddin er-Râzî gibi âlimler ise müşebbeh tarafın i'rab itibariyle mukadder olup ifadenin " takdirinde sayıldığından mukadder olanın da mezkûr hükmünde bulunduğunu belirterek bu tür âyetleri beliğ teşbih türüne dahil etmişlerdir. Teşbihin taraflarından her ikisi ya duyularla algılanan somut türden olur; yanak-gül (görme), zayıf ses-fışıltı (işitme), ağız kokusu-amber (koklama), lezzetli-lezzetsiz (tatma), yumuşak cilt-ipek (dokunma) gibi veya akılla bilinen soyut cinsten olur; ilim-hayat, cehalet-ölüm gibi. Yahut müşebbeh aklî, müşebbehün bih hissî olabilir; ölüm-parçalayıcı canavar gibi ya da müşebbeh hissî, müşebbehün bih aklî olur; güzel koku-güzel ahlâk gibi. Aklî bilgiler duyuların verilerine dayandığından somutlar soyutların aslı, soyutlar da onların fer'idir. Soyutun soyuta benzetilmesi ancak abartı sağlamak için somut biçimde değerlendirilmesine bağlıdır. Çünkü somut varlıklarda benzeme cihetleri daha açık ve meşhur olduğundan soyut varlıkların zayıf ve kapalı vasıfları yalnız somutlara benzetilerek açıklanabilir. Bu sebeple Fahreddin er-Râzî Nihâyetü'l-îcâz'ında ve İzzeddin ez-Zencânî Mi'yârü'n-nüzzâr'ında abartı sağlamak amacıyla tarafların birbirinin yerine değiştirildiği maklûb teşbih dışında somutun soyuta teşbihini caiz görmemiştir (Bahâeddin es-Sübkî, III, 312). Fakat soyut nesne insanların aklında, toplumun inanç, kültür ve anlayışında yerleşerek somut varlıklar derecesine yükselirse soyut veya somut nesneler kendisine benzetilebilir. Bu hususu, "Cehennemdeki zakkum ağacının tomurcukları şeytanların başları gibidir" âyetindeki (es-Sâffât 37/65) teşbih münasebetiyle ilk defa dile getiren âlim Mecâzü'l-Kur'ân müellifi Ma'mer b. Müsennâ'dır.
Teşbihte iki tarafta da bulunması gereken ve aralarında benzetme ilgisinin kurulmasını sağlayan ortak vasfın (vech-i şebeh) ne olduğunun belirlenmesi önemli bir mesele teşkil eder. Çünkü bu vasıf özellikle uzun ve kompleks teşbihlerde açıkça görülmez. Söz konusu ortak vasıf taraflarda ya hakikaten mevcuttur, yiğidin aslana benzetilmesinde olduğu gibi, yahut ikisinde ya da birinde hayal ve vehim gücüyle meydana getirilmiştir. Kâdî et-Tenûhî'nin,
"Gecenin karanlığı içindeki yıldızlar
Sanki aralarında bid'atların zuhur ettiği sünnetlerdir" anlamındaki beytinde geçen teşbihte ortak vasıf karanlık bir şeyin için-i de parlak ve beyaz şeylerin mevcudiyetin-i den oluşan bir tablodur. Bu tablo gecede ve yıldızlarda gerçekten bulunmasına rağmen bid'atlar ve sünnetlerde bid'atın karanlık, sünnetin aydınlık şeklinde zihinde canlandırılmasından doğmuş teorik bir, niteteliktir. "Kelâmda nahiv yemekte tuz gibidir" benzetmesinde ortak vasıf olan âzının ıslah edici, çoğunun ifsad edici olması durumu tuzda gerçekten bulunmasına karşılık nahivde ne gerçekten ne de hayalen yer almadığından bu bozuk bir benzetme sayılır. Çünkü nahiv, kelâmda tam olarak bulunması halinde sözün bozulmasını değil daha iyi anlaşılmasını sağlar.
Teşbihin Amaçları. Teşbih, genellikle benzeyen unsurun çeşitli yönlerini örneklerle açıklayıp muhatabı etkilemek için yapılır. Belagat kitaplarında benzeyenin açıklık getirilmek istenen yönleri geniş biçimde anlatılmıştır. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür:
1. Müşebbehe kabul edilemez bir hüküm nisbet edildiğinde bunun mümkün olduğu bir örneğine benzetilerek kanıtlanır; buna müşebbehin imkânını beyan denilir. Mütenebbî'nin Seyfüd-devle el-Hamdânî'yi övdüğü şu dizesindeki zımnî teşbihte görüldüğü gibi: "Sen insanlardan olduğun halde onlardan üstünsen / Bu şaşılacak bir durum değildir, nitekim misk de bir tür ceylan kanıdır."
2. Müşebbehin durumu muhatapça bilinmiyor ya da bilinmediği farz ediliyorsa onu anlatmak için örnek verilir. Buna müşebbehin halini beyan denir; rengi bilinmeyen bir giysinin rengini diğer bir giysinin rengine benzetmek gibi.
3. Muhatap müşebbehin durumunu biliyor, ancak bu durumun boyutunu ve miktarını bilmiyor yahut öyle farz ediliyorsa teşbihe başvurulur; bir giysinin hangi tonda siyah olduğunu açıklamak için "kuzgunî siyah" denilmesi gibi. Buna müşebbehin halinin miktarını beyan denilir.
4. Müşebbehin keyfiyeti ve ona nisbet edilen hüküm muhatabın tereddüdüne yol açıyorsa örneğine benzetme yapılır. Buna müşebbehin halini takrir adı verilir. Bu tür teşbihe müşebbehin soyut olması veya olağanın dışında bulunması halinde başvurulur; çalışmasının semeresini göremeyen kişinin su üzerine yazı yazan kimseye benzetilmesi gibi. Bu dört amaca yönelik teşbihlerde müşebbehe açıklık getirebilmek için müşebbehün bihin benzeme niteliği bakımından daha güçlü ve daha meşhur bir öğe olması şarttır.
5. Müşebbehi sevdirmek için süslü (tezyin) veya nefret ettirmek için çirkin (takbih) ya da ilginç göstermek (istitrat) amacıyla da benzetmeler yapılır. Bunlarda benzetilen unsurun daha kuvvetli olma şartı aranmaz. Siyah gözü ceylan gözüne benzetmek tezyine, çiçek bozuğu yüzü horozların gagaladığı kuru tezeğe benzetmek takbihe, tutuşup içten içe ve dalga dalga yanan kömürü altın dalgalı misk denizine benzetmek istitrâfa örnek verilebilir.
Teşbihin Çeşitleri. Teşbihte taraflar, vech-i şebeh, edat ve amaç dikkate alınarak bölümlemeler yapılmış ve birçok teşbih türü ortaya çıkarılmıştır. Tarafların yalın veya birleşik olmasına göre müfredle mürekkebin kendilerine veya birbirlerine teşbihi söz konusudur. Müfredin müfrede teşbihinde ikisi de yalın, ikisi de kayıtlı veya biri kayıtlı olabilir. Kur'an'da dalgaların dağlara benzetilmesi (eş-Şuarâ 26/63) iki tarafı da yalın bir teşbihtir. Çalışmasının semeresini alamayanı su üzerine yazı yazana teşbihte ise iki taraf da kayıtlıdır, birinci taraf "su üzerine" kaydıyla, ikinci taraf "semere alamama" ile kayıtlıdır. Teşbihin vech-i şebehe göre mücmel-mufassal, temsilî-gayri temsilî, karîb/mübtezel-baîd/garîb, vicdanî, hayalî, vehmî teşbihler; amaca göre makbul-merdud teşbihler; edat bakımından müekked-mürsel teşbihler; taraflara göre somut-soyut, maklûb (ma'kûs), zımnî, beliğ teşbihler; tarafların sıralanışına göre melfûf-mefrûk, cerrî-tesviye, izmâr, meşrut ve tafdîl teşbihleri gibi çeşitleri vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan benzetme türlerinden biri mefrûk teşbih olup burada önce bir teşbihin müşebbeh ve müşebbehün bihi peşpeşe gelecek biçimde zikredilir, ardından aynı şekilde diğeri veya diğerleri getirilir. Nebe' sûresinde arzın beşiğe, dağların çadır kazıklarına, gecenin elbiseye ve güneşin kandile teşbihi (78/6-7, 10, 13) bu türün örneklerinden biridir. İbarede edatı geçmeyen teşbih müekked diye anılır; çünkü edatsız teşbih, müşebbehle müşebbehün bih ortak vasıf bakımından aynı şeymiş gibi pekiştirme ve vurgu belirtir, ........... (Dağlar bulutların hareketi [gibi] hareket eder; en-Neml 27/88) ve Hz. Peygamber'e hitaben, "Biz seni nur saçan bir kandil olarak gönderdik" (el-Ahzâb 33/46) âyetlerinde olduğu gibi. Müşebbehün bihin müşebbehe muzaf olduğu benzetmeler de müekked teşbihtir; "zehebü'l-asîl" (akşamın altını) ve "lüceynü'l-mâ"' (suyun gümüşü) gibi.
Hz. Peygamberin hadislerinde özellikle soyut kavramların açıklanması bağlamında teşbihlere yer verilmiş, bazan taraflar arasındaki benzerlik cihetleri ayrıntılı biçimde anlatılmıştır: "Ateşin odunu yakıp tükettiği gibi haset de iyilikleri yiyip bitirir" (İbn Mâce, "Zühd", 22; Ebû Dâvûd, "Edeb", 44); "Mümin müminin aynasıdır" (Ebû Dâvûd, "Edeb", 49); "Ümmetimden cennete girecek yetmiş bin kişilik zümrenin yüzleri ayın on dördüncü gecesinde parladığı gibi parlayacaktır" (Buhârî, "Rikâk", 50-51; Müslim, "îmân", 369, 373); "Kötü arkadaşla iyi arkadaş misk taşıyanla körük çeken gibidir. Misk taşıyan ya sana misk verir veya ondan satın alırsın ya da ondan güzel koku koklarsın. Körük çeken ise ya giysini yakar ya da ondan kötü koku duyarsın" (Buhârî, "Büyûc", 38, "Zebâ'ih", 31; Müslim, "Birr", 146); "Kadın eğe kemiği gibidir. Eğer doğrultmaya kalkarsan kırarsın, o haliyle yararlanmak istersen yararlanırsın, onun kırılması boşanmasıdır" (Buhârî, "Nikâh", 79; Müslim, "Radâc", 63).
Teşbihin beyân ilmindeki yeri ve mecazla ilgisi konusunda belagat âlimleri farklı yaklaşımlar ortaya koymuştur. Sekkâkî ekolüne mensup âlimler teşbihi oluşturan lafızların gerçek (vaz'î) anlamlarında kullanılması, mecaz ve kinayede olduğu gibi bunun dışında ikinci bir mânaya delâlet etmemesi dolayısıyla teşbihi beyân ilminin konulan içine almamış, bununla birlikte söz konusu edipler, mecazın en üstün ve baskın türü sayılan istiarenin temeli teşbihe dayandığından teşbihi istiareye bir giriş ve bir vasıta olarak beyân ilmine dahil etmiştir. Ancak birçok mesele ve ayrıntıyı içeren bir konu teşkil ettiğinden pratikte giriş gibi değil bağımsız bir beyân konusu statüsünde incelenmiştir. Birçok belagat âlimi teşbihi beyân ilmi içinde bağımsız bir disiplin saymış, beyân ilminin istiare türleri gibi bazı konularının teşbihe dayanması onun bağımsız bir konu olmasına engel teşkil etmeyeceğini, çünkü konuların birbiriyle ilgili bulunması birinin diğerine bir giriş sayılmasını gerektirmeyeceğini ifade etmiştir (İbn Ya'küb el-Mağribî, III, 290; Desûki, III, 312). Bazı belagat âlimleri ise teşbihi tamamen müstakil bir belagat konusu saymıştır.
Literatür. Arap şiirinde, ayrıca Kur'an'da ve hadislerde yer alan teşbihlerle teşbihin belagat boyutu hakkında birçok çalışma yapılmıştır. Teşbih örneklerini konularına göre düzenleyen antolojilerden bazıları şunlardır: Ebû Sehl Fazl b. Nevbaht, et-Teşbîh ve't-temsil; İbrahim b. Ahmed el-Enbârî, et-Tesbîhât (Brockelmann, II, 920); İbn Ebû Avn, Kilâbü't-Teşbîhât (nşr. Muhammed Abdülmuîd Han, London 1369/1950); Muhammed İbnü'l-Kettânî et-Tabîb, Kitâbü't-Teşbîhât min eş'âri eh-li'l-Endelüs (nşr. İhsan Abbas, Beyrut 1966, 1981); Ali b. Zâfır el-Ezdî, Ğarâ'ibü't-tenbîhât calâ 'acâ'ibi't-teşbîhât (nşr. Muhammed Zağlûl Sellâm - Muhammed Sâvî el-Cüveynî, Kahire 1971); Safedî, el-Keşf ve't-tenbîh 'ale'l-vasf ve't-teşbîh (nşr. Hilâl Nâcî - Velîd b. Ahmed Hüseyin, I-II, London 1420/1999, alanında en geniş antoloji olup mukaddimesi teşbih sanatına dair ilmî bir inceleme teşkil eder, s. 51-156); İbn Ebû Asrûn, Reşfü'n-nebîh min şağri't-teşbîh (nşr. F. M. en-Neklâvî, Kahire 1986). Kur'an'daki teşbihler hakkında bilinen ilk çalışma İbn Nâkıyâ'nın el-Cümân fî teşbîhâü'l-Kur'âni'dir. Birçok neşri bulunan eserde otuz altı sûreden seçilmiş 226 âyet teşbih yönünden incelenmiştir. Bu alanda gerçekleştirilen çağdaş birçok çalışma arasında Abdülhamîd İbrahim'in Te'emmülât fî belâğati't-teşbîhi'l-Kur'ân'isi (Kahire 1987), Sadi Eren'in Kur'an'da Teşbih ve Temsiller'i (İzmir 2006), İsmail Durmuş'un Câhiliye Şiirinde ve Kur'an'da Teşbih'i (doktora tezi, 1988, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü) zikredilebilir. Emsâlü'l-Kur'ân'a dair yazılan eserlerde de Kur'an'daki teşbihler ele alınmıştır. Hadislerdeki teşbihlerle ilgili olarak Ebû Arûbe, Râm-hürmüzî, Mâverdî gibi müelliflerin yazdığı emsâlü'l-hadîs eserleri dışında çağımızda yapılmış çalışmalardan Abdülbârî T. Saîd'in Eşerü't-teşbîh fî taşvîri'l-ma'nâ: Kırû'e fî Sahihi Müslim (Kahire 1992), Adem Dölek'in Hadislerde Teşbih ve Temsiller'(Erzurum 2001; İzmir 2006), Ab-dülazîz Hasan'ın et-Teşbîh fi'l-hadîsi'ş-şerîf (yüksek lisans tezi, 1980, Ezher Üniversitesi) adlı eserleri anılabilir. Arap şiirin-deki teşbihlerin incelenmesiyle ilgili çağdaş birçok çalışma arasında Muhammed Abdülmün'im el-Hafâcî'nin et-Teşbîh fî şicri İbni'r-Rûmî ve'bni'l-Muctez (Kahire 1949), Emîne M. Selîm'in Fennü't-teşbîh beyne'n-nazariyye ve't-tatbîk Dirâse fî Dîvâni Sarfi'l-Gavânî (İskenderiye 1990), H. M. Rebâbia'nın et-Teşbî hü'l-muhtelif 'inde'l-ÎAütenebbî (İrbiı 1999), M. Rifat Zincîr'in Fennü't-teşbl fi'ş-şfri'l-cAbbâsî (Ebûzabî 2002), Mut târ Atıyye'nin 'İlmü'l-beyân ve belâgatü't-teşbîh fi'l-mu'allakâti's-seb' (İskeı deriye 2004) adlı eserleri sayılabilir. Teşbihi belagat açısından ele alan eserlerde bazıları şunlardır: A. İbrahim el-Mit'anî, et Teşbîhü'l-belîğ hel yerkâ ilâ dereceti'l-mecâz (Kahire 1980); Abdülfettâh Osman, et-Teşbîh ve'l-kinâye (Kahire 1993); İbrahim Abdülhamîd, et-Teşbîh (Kahire 1999); Ahmed Hindâvî, Edevâtü't-teşbîh ti Lisâni'l-'Arab (Kahire 2003); Yûsuf Ebü'l-Addûs, et-Teşbîh ve'l-isti'âre (Amman 2007).
BİYOGRAFYA :
et-Ta'rîfât, "Teşbîh" md.; Tehânevî, Keşşaf (Dah-rûc), I, 434-445; Sîbeveyhi, el-Kitâb (nşr. Abdüs-selâm M. Hârûn), Kahire 1386/1966, II, 28; Ma'-mer b. Müsennâ, Mecâzü'l-Kufân (nşr. Fuat Sezgin), Kahire 1374/1954, I, 73, 269; Cumahî, Fu-lıûlü'ş-şu.'arâ', I, 55; Câhiz, Kitâbü'l-Hayeuân, IV, 37-40; Müberred, el-Kâmil (nşr. Zekî Mübarek -Ahmed M. Şâkir), Kahire 1355-56/1936-37, 1, 40-117, 367; II, 743-766; III, 853-875; İbnü'l-Mu'-tez, el-Bedf (nşr. M. Abdülmün'im el-Hafâcî), Beyrut 1410/1990, s. 166-175; İbn Ebû Avn, Kitâ-bü't-Teşbihât (nşr. M. Abdülmuîd Han), Cambrid-ge 1369/1950, s. 2-3; Kudâmeb. Ca'fer, Nakdü'ş-şi'r (nşr. M. Abdülmün'im el-Hafâcî), Beyrut, ts. (Dârü'l-kütübi'l-ilmiyye), s. 124-130; a.mlf., Nak-dü'n-neşr (nşr. Tâhâ Hüseyin - Abdülhamîd el-Abbâdî). Beyrut 1402/1982, s. 58-59; Rummâ-nî, en-Nüket i'câzi'l-Kufân (Şe/âşü resâ'il fi i'cazi'l-Kur'ân içinde, nşr. M. Halefullah - M. Zağlûl Sellâm), Kahire, ts. (Dârü'l-maârif), s. 74-79; İbn Cinnî, el-Haşâ'lş (nşr. M. Ali en-Neccâr), Kahire 1371/1952,1, 302; Ebû Hilâl el-Askerî. Ki-tâbü'ş-Şınâ'ateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 261-282; İbn Reşîkel-Kayrevâ-nî, el-'Umde (nşr M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1374/1955,1, 239, 256-271; İbn Sinan el-Hafâcî, Şırrü'l-feşâha, Beyrut 1402/1982, s. 246-256; Abdülkâhir el-Cürcânî, Esrârü'l-belâğa (nşr. 1!. Ritter), İstanbul 1954, s. 26, 67-70, 80-93, 143-204, 224-225, 304-305; Reşîdüddin Vatvât. Hadâ'iku's-sihr fi dekâ'iki'ş-şi'r (trc. İbrahim Emîn eş-Şevâribî), Kahire 1364/1945, s. 139-148; Fahreddin er-Râzî, Nihâyetü'l-îcâz fi dirâ-yeti'l-l'câz (nşr. Bekrî Şeyh Emîn), Beyrut 1985, s. 188-230; Ebû Ya'küb es-Sekkâkî. Miftâhu'l-'Lilûm (nşr. Naîm Zerzûr), Beyrut 1403/1983, s. 332-355; Ziyâeddin İbnü'l-Esîr, el-Meşelü's-sâ'ir (nşr. Ahmed el-Havfî - Bedevi Tabâne), Riyad 1403/1983, s. 121-165; İbn Ebü'l-İsba". Tahrirü't-rahbtr(nşr. HifnîM. Şeref), Kahire 1383, s. 159-166; a.mlf., Bedfu't-Kuf'ân (nşr. Hifnî M. Şeref), ı\ahire 1377/1957, s. 58-63; Şehâbeddin Mah-rnûd el-Halebî, Hüsnü't-teuessül ila şınâ'ati't-te-ıcssül[nşr. Ekrem Osman Yûsuf). Bağdad 1400/ !980, s. 107-121; Şürûhu't-Telhîş, Kahire 1937, III, 291-477; Bahâeddin es-Sübkî, 'Arûsû'l-efrah ı.e. içinde), III, 312; İbn Ya'küb el-Mağribî, Meuâ-• ibü'l-fettâh (a.e. içinde), III, 290; Desûkî, Haşi- iü'l-Muhtaşar(a.e. içinde), III, 312; Safedî, el- şf ue't-tenbih 'ale'l-uaşfve't-teşbih (nşr. Hilâl Nâci-Velîd b. Ahmed Hüseyin), Leeds 1420/1999, s 51-156; Teftâzânî, el-Mutauuel, İstanbul 1304, s 241-273; Zerkeşî. el-Burhân, III, 414-422; Sü-yütî, Şerfıu 'Uküdi'l-cümân, Kahire 1358/1939, 86-91; Abdünnâfî İffet, en-hefu'l-muavuel, İs-l mbul 1290, 11, 11-71; Brackelmann, GALSuppL, '120; Ahmed Matlûb, Mu'cemü'l-muştalahâti'l-1 lâğıyye ve telavvürühâ, Beyrut 1996, s. 323-
□ TÜRK EDEBİYATI. Teşbih gerek İslâm belagatında gerekse Batı retoriğinde mecazla birlikte ele alınmıştır. Ancak teşbihte mecazdan farklı olarak kelimeler gerçek anlamıyla kullanılır. Türkçede teşbih -edatı "gibi" takısıdır. Bunun yanında "tek, sanki, nitekim, çün, güya, güne, mânend, kadar, sıfat, misal" kelimeleriyle "-casına, -alayın, -âsâ, -veş, -vâr" ekleri de kullanılmıştır (Tâhirülmevlevî, s. 169). Teşbihler şekil ve muhtevalarına göre farklı tasniflerle ele alınmıştır. Bu tasniflerde belirleyici unsur teşbihin dört rüknüdür. Teşbihin temel unsurlarından olan benzeyen ile benzetilenden biri kaldırılır ve teşbih için kelime mecaz manasıyla kullanılırsa istiare meydana gelir. Teşbih içeren bir ifadede ya bütün teşbih unsurları ya da bunlardan en az ikisi bulunur. Böylece teşbih dörde ayrılır.
1. Mufassal teşbih. Tam teşbih adı da verilen bu türde bütün unsurlar zikredilir. Yûnus Emre'nin, "Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi" ve Bâkî'nin, "Açılma ey yüzü gül şahs-ı nadana kitâb-âsâ" mısralarında olduğu gibi. Bâkî'nin mısraında yüzü gül benzeyen, kitap benzetilen, açılmak benzeme yönü, -âsâ benzetme edatıdır.
2. Mücmel teşbih. Muhtasar diye de anılan bu türde benzeme yönü zikredilmez. Mücmel teşbih mufassal teşbihe nisbetle abartılı bir söyleyiş ;'olup belagat açısından daha makbul »Sayılır. Yahya Kemal'in, "Rûyâ gibi bir yazdı yarattın hevesinle" mısraında yaz benzeyen, rüya benzetilen, gibi benzeme edatıdır; benzeme yönü ise okuyucunun muhayyilesine bırakılmıştır. Mücmel teşbih herkes tarafından anlaşılamayabilir;
"Mesâfât-ı hayâtı kat' için gerdûne-i ömre
Sipihrin mihr ü mâhı çarh işi iki tekerlektir" beytinde olduğu gibi. Burada ömür arabaya benzetilmiş, bu teşbihin benzetme yönünü hatırlatmak için ay ve güneş bu arabanın tekerlekleri şeklinde nitelendirilmiştir (Ahmed Cevdet Paşa, s. 132). 3. Müekked teşbih. Mûcez de denilen bu teşbihte benzetme edatı zikredilmez, teşbih edatı özellikle zikredilirse mürsel teşbih olur (Bilgegil, s. 145). Müekked teşbih mürsel ve mufassal teşbihlere göre daha beliğ kabul edilmiştir. Teşbih unsurları ne kadar azaitılırsa ifade o kadar güçlenir; Yûnus Emre'nin,
"Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış
Kişi yeni geline baku-banı doyamaz" beytinde olduğu gibi. Dünyayı süslerle bezenmiş geline benzeten şair, nasıl böyle bir geline bakmaya duyulmazsa dünya süslerine de doyulmayacağım dile getirmektedir. Burada benzeme yönü seyre doymamak fiilidir. Necâtî Bey,
"Lebin letafeti söylense goncanın sözü yok
Sözün halâveti anılsa şekkerin tuzu yok" beytinde sevgilinin dudağını goncaya, sözlerini şekere benzetirken teşbih edatını hazfederek ifadeyi daha beliğ hale getirmiştir.
4. Beliğ teşbih. Teşbihin benzeyen ve benzetileniyle yapılan teşbihtir. Anlam burada etkili ve abartılı biçimde ifade edildiğinden teşbih türlerinin en makbulü sayılır. Beliğ teşbih Batı retoriğinde "metafor" (istiare) olarak tanımlanmıştır. Çünkü beliğ teşbihte benzetme niyetinden ziyade istiarede olduğu gibi anlam aktarımı söz konusudur. Yahya Kemal'in, "Bu dil ağzımda annemin sütüdür" mısraı bir teşbîh-i belîğ örneğidir. Şair konuştuğu dili doğrudan anne sütüne benzetmektedir. Burada benzeme yönü muhatabın anlayışına bırakılmıştır. Bursalı Ahmed Paşa,
"Kad kıyamet gamze âfet zülf fitne hat belâ
Âh kim ben hüsnünün bunca belâsın bilmedim" beytinde benzeme yönü ve benzetme edatı zikredilmeden sevgilinin boyu kıyamete, bakışı felâkete, perçemi fitneye, ayva tüyleri belâya teşbih edilmektedir. Teşbihin beliğ vasfını kazanabilmesi için benzeme yönünden baîd-i garîb olma (birbirine benzetilen iki unsurun hangi açıdan benzetildiğinin kolayca anlaşılmaması) şartı aranmıştır. Şeyh Galib'in,
"Bir şu'lesi var ki şem'-i canın
Fanusuna sığmaz asumanın" beyti hayalin orijinalliği bakımından beliğ teşbihe güzel bir örnektir. Bu beyitte de benzeme yönü ve benzetme edatı belirtilmeden gök kubbesi fanusa, can muma benzetilmiştir. Teşbihin iki temel unsurunun bulunması her zaman bu ikisinin söylenmesi anlamına gelmez. Cümlede öznenin bazan kim veya ne olduğu belli olmak şartıyla ya da başka bir sebeple kaldırılabilir. Meselâ, "Ali nasıl biridir?" sorusuna "aslan" cevabı verildiğinde benzeyen zikredilmemiş olsa bile istiare değil teşbih yapılmıştır. Çünkü istiarede müşebbehün bihin müşebbeh olduğu iddiası vardır. Halbuki bu örnekte Ali doğrudan aslana benzetilmektedir.
Belagat kitaplarında yer alan teşbih türlerinin sayısı ve sıralanması hususundaki farklılıklar konuya yaklaşım biçiminden kaynaklanmakta, bu da teşbih çeşitlerinin sayısını arttırmaktadır. Aynı teşbih içerisinde benzeyen ve benzetilenin sayısına ve sıralanmasına göre yapılan tasnifte teşbihin tarafları birden fazla olabilir. Buna göre teşbihler mefrûk, melfûf, tesviye ve teşbîh-i cem' şeklinde tasnif edilmiştir. Bu tasnife göre bir teşbihte benzeyen ve benzetilen birden fazla olduğunda her benzeyen kendi benzetileninin yanında yer alırsa mefrûk (saçı sümbül lebi mül kameti ar'ar dilber), önce bütün benzeyenler, ardından benzetilenler sıralanırsa melfûf
(Sahbâ-yı lebin çeşm-i füsun-kâra mı mahsûs
Feyz-i dem-i İsa iki bîmâra mı mahsûs
Şeyh Galib), tek bir benzeyen için birden fazla benzetilen zikredilirse tesviye veya tesviyeli teşbih (Gül âteş gülbün âteş gülsen âteş cûybâr âteş-Şeyh Galib), benzeyen tek, kendisine benzetilen birden fazla olursa teşbîh-i cem'
(Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül-Nef'î) adıyla anılır. Teşbihler benzeme yönünün kullanımına göre de çeşitlilik gösterir. Benzeme yönü teşbihin iki temel unsuru için mantık bakımından uygun düşüyorsa tahkiki, aksi durumda tahayyül!, birbirine zıt unsurların karşılaştırılması yoluyla kurulursa tehekkümî veya telmîhî (Bilgegil, s. 148), benzeme yönü bakımından benzeyen kendisine benzetilenden üstün tutulursa maklûb, ma'kûs veya teşbîh-i tafdîl, iki temel unsuru benzeme yönü açısından eş değerde ise veya biri diğerine üstün tutulmamışsa teşbîh-i teşâbüh adını alır. Bunların dışında sıkça başvurulan ve hemen anlaşılan teşbihlere mübtezel veya karîb, benzeme yönü nisbeten daha zor anlaşılan teşbihlere baîd veya garîb teşbih denilir. Çok kullanılan teşbihler tekrar edildikçe orijinalliklerini kaybeder. Zoraki, süfli ve çirkin hayallerle kurulan teşbihler üslûbu güzelleştirmekten ziyade bayağılaştırır. Bu sebeple maksadı iyi ifade eden teşbihlere makbul, iyi ifade edemeyenlere merdud adı verilmiştir. Bir şarta bağlı olarak yapılırsa teşbîh-i meşrut, tasvirle genişletilip âdeta bir tablo haline dönüştürülürse mürekkep teşbih denilir. Mürekkep teşbih deyim ve temsillerle yapılmışsa temsilî veya temsilli teşbih (Coşkun, s. 49) yahut teksifi veya tafsili teşbih (Bilgegil, s. 148-149) adını alır. Teşbihler farklı bakış açılarına göre daha değişik biçimlerde de sınıflandırılmış olup bu hususta kesin bir sınır çizmek mümkün değildir. Sabit teşbih kalıpları sanatkârın dil üzerindeki tasarrufuna bir sınır getireceğinden uygun görülmemiştir.
BİBLİYOGRAFYA :
Ahmed Cevdet Paşa. Belâgat-ı Osmâniyye, İs-ınbul 1299, s. 131-145; Recâizâde Mahmud Ekrem, Ta'Um-i Edebiyyât, İstanbul 1299, s. 247-261; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügati (İstanbul 1936), istanbul 1994, s. 168-171; M. Kaya Biige-gil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri-Belâgat, Ankara 1980, s. 134-154; Cem Dilcin, Örneklerle Türk Ş/ir Bilgisi, Ankara 1983, s. 405-412; M. A. Yek-ta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belagat, İstan-uıl 2000, s. 110-123; İskender Pala, Ansiklope-lik Divan Şiiri Sözlüğü, İstanbul 2007, s. 452; Menderes Coşkun, Sözün Büyüsü Edebî Sanat-! ir, İstanbul 2007, s. 43-65.
Meliha Y. Sarikaya, İslam Ans. Cilt 40
BENZETME ÇEŞİTLERİ
Benzetmenin çeşitleri benzetme öğelerinin birinin veya birkaçının kullanılıp kullanılmamasına göre belirlenir.
1. Ayrıntılı benzetme
Dört öğesi de bulunan benzetmedir.
Bu sesler dokunuyor en ağrıyan yerime,
Bir eski çıban gibi işliyor içerime.
NECİP FAZIL KISÂKÜREK
Benzeyen: Sesler
Kendisine benzetilen unsur: Eski çıban
Benzetme yönü: Ağrımak
Benzetme edatı: Gibi
2. Kısaltılmış benzetme
Benzetme yönü anılmadan yapılan benzetmedir.
Ben gideyim; yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
NECİP FAZIL KISÂKÜREK
Benzeyen: Sel
Kendisine benzetilen unsur: Fener
Benzetme edatı: Gibi
3. Pekiştirilmiş benzetme
Benzetme edatı bulunmayan benzetme.
Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;
Yollar bir yumaktır, uzun, dolaşık
NECİP FAZIL KISÂKÜREK
Benzeyen: Ufuk, yollar
Kendisine benzetilen unsur: Tilki, yumak
Benzetme yönü: Kaçak, kurnaz; uzun, dolaşık
4. Güzel benzetme (Teşbih-i beliğ)
Benzeyen ve kendisine benzetilen öğelerle yapılan, benzetme yönü ve edatı söylenmeyen benzetmedir.
Gül yüzlü bir âfetti ki, her busesi lâle;
Girdik zaferin koynuna, kandık o visâle.
YAHYA KEMAL
Benzeyen: Zafer, bûse
Kendisine benzetilen unsur: Sevgili, lâle
Kendisine benzetilen unsur: Gül
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.
NECİP FAZIL KISAKÜREK
Gürz ayaklı Kalkan elli
Sancaktar olduğu
Sancak tutuşundan belli
FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA
5. Yaygın benzetme
Benzeyen ve kendisine benzetilenler arasında birden fazla ortak nitelik ve özellikleri sırayla ifade edilerek yapılan benzetmedir. Yaygın benzetmede her iki öğenin, ortak benzerlikleri anlatıldıktan soma, manzumenin en sonunda ilgili olan temel öğe açıklanır.
Aşağıdaki örnekte “vatan” bir “çınara” benzetilmiştir.
ÇINAR
Hani bir gün seninle Topkapı ’dan
Geliyorduk; yol üstü bir meydan
Bir çınar gördük; Enli, boylu, vakur
Bir ağaç; hiç eğilmemiş, mağrur
Koca bir gövde, belki altı asır
Belki ondan da fazla dalgın, ağır
Kaygısız bir ömür sürüp gelmiş;
Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş,
TEVFİK FİKRET