Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

İlgisi benzeşme olan en önemli mecaz türü ve edebî sanat.

Sözlükte "ödünç istemek, ödünç al­mak" anlamına gelen istiareyi belagat âlimleri, "bir kelime veya terkibin, teşbihe mübalağa ve yorum gücü sağlamak için benzeşme ilgisiyle ve bir karineye dayalı olarak gerçek anlamı dışında kullanılma­sı" şeklinde tarif etmişlerdir. Câhiz ve Abdülkâhir el-Cürcânî gibi âlimler benzeş­me ilgisi sebebiyle istiareyi bir teşbih tü­rü olarak kabul ederken (Esrarü'l-belâğa, s. 20) Fahreddin er-Râzî, Sekkâkî ve daha sonra gelenler onu bir mecaz türü olarak görmüşlerdir.

İstiare kelimesine terim anlamında ilk defa yer veren Ebû Amr b. Alâ (ö. 154/ 771), İmruülkays'ın avcı atının yabani hayvanları yakalamadaki hızını tasvir ederken kullandığı "kaydü'l-evâbid" (ya­bani hayvanların kemendi) ifadesini örnek göstermiştir. İbn Alâ'yı Hammâd er-Râviye, Ebû Ubeyde Ma'mer b. Müsennâ ve Asmaî takip etmiştir. Yahya b. Ziyâd el-Ferrâ bazı âyetleri tefsir ederken istiare üslûbuna işaret etmiş (Me'âni'l-Kur'ân, 11,91, 156, 263 vd.), Ma'mer b. Müsennâ da önceki belâgatçılara göre istiareyi da­ha geniş biçimde incelemiştir (Nekâ'iz, I, 275; II, 589). İstiarenin bir edebiyat teri­mi olarak ilk tanımını, "bir şeyi yerine ge­çebilecek bir başka şeyin adıyla adlandır­mak" şeklinde Câhiz yapmış ve "bedel, mesel, bedî"" terimlerini istiare anlamın­da kullanmıştır (el-Beyân, I, 153, 284; IV, 55; Kitâbü'l-Hayevân, II, 280-283; IV, 273-278). Bu tanımı daha belirgin duruma ge­tiren Ebü'l-Hasan el-Cürcânî istiareyi "asıl anlam yerine ödünç alınan (müstear) an­lamla yetinilen, ibarenin nakledilenden başka bir ibare yerine kullanıldığı tür" olarak tanımlamış, iki taraf arasındaki ilginin benzeşme ilgisi, amacının da bu benzeşmede yakınlık sağlamak olduğu­nu belirtmiştir (el-Vesâta, s. 41). Fahred­din er-Râzî. İbn Ebül-İsba", Şehâbeddin Mahmûd el-Halebî gibi belagat âlimleri. Cürcânî'nin tanımladığı bu amacı "teş­bihte mübalağa sağlamak" şeklinde ifa­de etmişlerdir.

İbn Sinan el-Hafâcî, Rummânî'nin "izah için ibarenin sözlük anlamından başka an­lama aktarılması" biçimindeki tanımını naklettikten sonra "izah için" ifadesini, müşebbehin (müstear leh) durumunun benzetme yoluyla açıklığa kavuşturulması şeklinde yorumlamıştır (Sırrü'l-feşâha, s. 118-120). Ebû Hilâl el-Askerî ise Rummânî'nin "izah için" ifadesini "bir amaç için" şeklinde değiştirmiş, istiarede keli­menin gerçek anlamından mecazi anla­ma nakledilmesindeki amacın açık olma­yan anlamın açık hale getirilmesi oldu­ğunu söylemiştir (Kitâbü'ş-Şınâ'ateyn, s. 295).

İstiareyi, "bir şeyi diğer bir şeye ben­zetmek isterken açık bir şekilde teşbih etmek yerine kapalı bir biçimde teşbih yapmak" olarak tanımlayan Abdülkâhir el-Cürcânî (Delâ'ilül-i'câz, s. 67), diğer bir yerde asıl anlamından başka anlama nakledilen her ibarenin istiare olamaya­cağını, mecaz ve istiarenin gerçekleşme­si için naklin beraberinde iki anlam ara­sında uygun ilginin de bulunmasının şart olduğunu, bu sebeple anlam nakliyle te­şekkül etmekle birlikte benzeşme ilgisi bulunmadığı için özel isimlerin istiare sa­yılmasının yanlış olduğunu ileri sürmüş (Esrârü'l-belâğa, s. 374-375) ve örnek ola­rak "hasan" (güzel) kelimesinin sıfatlıktan özel isimliğe naklinin istiare sayılmadığını söylemiştir. Mürsel mecazları istiare ile karıştıran İbn Düreyd gibi lügat ve dil âlimlerini eleştiren Cürcânî, benzetme­nin iki temel öğesi de ibarede geçen ör­nekleri istiare olarak kabul etmez. Ona göre benzetmeyi oluşturan öğeler gerçek anlamlarını korur, istiarede ise müstear lafız mecazi anlama nakledilir (a.g.e.,s. 219-224). Bedreddin İbn Mâlik (İbnü'n-Nâzım), istiarede gerçek anlamın kastedilmediğini belirleyen bir karinenin bulun­ması gerektiğini söyleyen ilk belagat âli­midir (el-Mişbâh, s. 61).

İstiare, kendisinden mâna eğretilenen (müstear minh / müşebbeh bin), kendisine mâna eğretilenen (müstear leh / müşeb­beh), eğreti lafız veya terkip (müstear, isti­are), iki anlam arasındaki ilgi (cami', müşa­behet alâkası), gerçek anlamı kasta engel olan karine (karîne-i mânia) şeklinde beş unsurdan teşekkül eder. Müstear minh ile müstear leh istiarenin taraflarını (te­mel unsurları) oluşturur.

Fiillerin alâkasız failleri veya mefulleri onların gerçek anlamda kullanılmadığı­nı belirleyen karinelerdir. Meselâ (Münafıklar hidayet karşı­lığında dalâleti satın aldılar) âyetinde "İşteru (satın aldılar) fiili "İstebderu" (değiş­tiler) anlamında olup istiaredir. Çünkü "dalâlet" ile "hidayet"in "satın almak" fi­iline meful düşmesi bu fiili gerçek manasıyla anlamamıza engel (karîne-i mânia) teşkil eder. Mâna harfleri (edatlar) ve zarfların soyut kavramlarla kullanılma­sı onların gerçek anlamda olmadığını be­lirleyen karinedir. Dalâlete batmayı ve da­lâletin kişiyi her yandan sardığını anlatan " Ülâike fi dalâlim mübin" (Onlar apaçık bir da­lâlet içindedir) âyetindeki "fi" harf-i cerri, tam hidayet halinde olmayı ifade eden "(ülâike ala hüdâ min rabbihim " (Onlar rablerinden bir hidayet üzerindedir) âyetindeki “ala" harf-i cerri istiaredir. Çünkü dalâletle hi­dayet soyut kavramlardır. Gerçekte da­lâletin içi, hidayetin üzeri yoktur. İstiare­nin güzelliği teşbihin hissettirilmemesi ölçüsünde artar. Bu bakımdan Kur'ân-ı Kerîm en güzel istiare örnekleriyle dolu­dur. Onun îcâz ve i'câz cihetlerinden biri de engin tasvir ve mâna yüklü bu istiarî mecazlarıdır.

Arap edebiyatında klasik dönemden itibaren en yaygın kullanılan sanatlardan biri olan istiare konusuna belagat kitap­larında geniş yer verilmiş, ayrıca yalnız bu konuyu ele alan eserler yazılmıştır. Ebü'l-Kâsım es-Semerkandî'nin çok sayı­da şerh ve haşiyesi de bulunan (Brockelmann. GAL, II, 247-248; Suppi, II, 259-260) er-risaletü's-Semerkandiyye'si (Ferâ'idü'l-fevâ'id, Kahire 1276), Ali Kuş­çu, Sabbân ve Ahmed Dahlân'ın el-İsti'ârât adlı risaleleri (yazma nüshaları için bk. Brockelmann, GAL, II, 235; Suppl, II, 259,399, 571,810), Yûsuf Müsellem'in en-Nazariyyetü'l-istibdûliyye li'l-istfâre'si (Yermük 1410/1989), Arapzâde Mehmed Emin Efendi'niner-Risâletü'l-Emîniyye fi'l-isticâre'si (Çorum İl Halk Ktp., nr. 2368/1), Ebülmeyâmin Mustafa Efendi'­nin Risale fi'l-isti'âre'si (Süleymaniye Ktp., Kasîdecizâde Mustafa Sırrı, nr. 675/ 29, vr. 119-129), Ahmed b. Muhammed el-Hamevi’nin Dürerü'l-'ibârât ve ğurerü'l-işârât fî tahkiki me'âni'l-isti'ârât'ı (Kahire 1407/1987) bunlar arasında sayılabilir.

İstiare, Arap belâgatındaki özellikleriy­le Fars ve Türk edebiyatlarına da geçmiş, her iki edebiyattaki istiare tasnifleri Arap belâgatındaki örneklerinden hareketle şekillendirilmiştir. İstiare Türk dilinin ta­bii bünyesinde ve özellikle deyimlerde mevcut olup konuşma dili içindeki istia­ren kullanımlarla da anlatım güzelleştiril­mektedir. Bir kelimeyi asıl anlamını akla getirmeden kullanmanın mânayı güzel ifade etmede etkili bir yol olarak görül­mesi istiarenin önemini arttırmıştır. Arap, Fars ve Türk edebiyatlarındaki is­tiare tasnifleri özü etkilemeyen bazı fark­lılıklar göstermekte olup bu farklılıkların kaynağı eski Arap belâgatçılarının görüş ayrılıklarına dayanmaktadır.

Belagat kitaplarında istiare üç ana baş­lık altında incelenmiştir.

1. İstiâre-i Musarraha. Yalnızca benzetilenle yapılan benzetilen unsurun açık olarak zikredildiği istiare olup zayıf bir varlığın daha güçlü bir varlıkla ifadesidir. "Devletinde her ne la'l ü dür ki cem' etti gözüm / Yüzsuyuyla hâk-i pâyine nisâr etsem gerek" (Şeyhî) beytinde sevgilinin dudağının ve­ya âşığın ağlamaktan kanlanan gözünün la'l (pembe yakut), sevgilinin dişlerinin veya âşığın gözyaşlarının da dürle (inci) karşılanması gibi. Yalnızca benzetilenin zikredildiği bu şekle "istiâre-i musarraha-i mutlaka" denilmektedir. Benzetilen­le birlikte bir özelliği de söylenmişse ona da istiâre-i musarraha-i müreşşaha adı verilir. Bu pekiştirmeli ve güçlü bir istia­re türüdür. "Kadem kadem gece teşrifi Nailî o mehin / Cihan cihan elem-i intizâ­ra değmez mi" beytinde sevgilinin "meh" (ay) olarak tanımlanması yanında ayın ge­celeyin görünme özelliğinin de zikredil­miş olması bu tür bir istiaredir. İstiarede benzetilenle birlikte benzeyenin bir özel­liği de söylenmişse istiâre-i musarraha-i mücerrede yapılmış olur. Fuzûlînin, "Âşiyân-ı mürg-i dil zülf-i perîşânındadır / Kanda olsam ey peri gönlüm senin ya­nındadır" beytinin ikinci mısraında sev­gili yerine benzetilen olarak "peri" keli­mesi kullanılmış, fakat ilk mısradaki "zülf-i perişan" ile de bizzat sevgilinin (benzeyen) bir özelliği belirtilmiştir.

2. İstiâre-i Mekniyye. Yalnızca benze­yenle yapılan istiaredir. Bu durumda ben­zetilen öğe zikredilmeyip okuyucunun onu tayin etmesini sağlayacak bir ipucu verilir. Bâkî'nin, "Eşcâr-ı bâğ hırka-i tec­ride girdiler / Bâd-ı hazan çemende el al­dı çenârdan" beytinde bahçedeki ağaçla­rın dervişlere benzetilmesi kapalı istia­redir. Burada ağaçlar (benzeyen) söylen­miş, fakat derviş (benzetilen) söylenme­miş, onun yerine "tecrid hırkasına gir­mek" ve "el almak" gibi dervişlere ait iki özellik ipucu olarak zikredilmiştir. Her kapalı istiarede, ona bağlı biçimde hayal gücüne dayanan "istiâre-i tahyîliyye" adı verilen bir istiare türü daha teşekkül eder. Bu istiare kapalı istiarenin ipucu (karine) durumunda bulunur. Şu âyet is­tiâre-i mekniyye ve istiâre-i tahyîliyyenin güzel örneklerindendir: “Anne ve babana merha­metle tevazu kanadını ger.” Tevazu (züll), tehlikelere karşı yavrularına kanat geren kuşa benzetilmiş, kuşun lâzımı olan ka­nat (cenah) ve germek (hafd) fiili, tevazua izafe edilmek suretiyle tevazu kanat ge­ren hayalî bir kuş suretinde tasvir edil­miştir. Bâkî'nin yukarıda zikredilen bey­tinde hayal gücünün benzetilenin özel­liklerini benzeyene (ağaçlar) isnat etmesi de aynı zamanda istiâre-i tahyîliyye olur. Bu suretle hayal gücü hırka giyen, el alan bir ağaç türü üretmiş olmaktadır.

3. İstiâre-i Temsîliyye (mürekkep istiare, alegori). Bir öğenin değişik yönleri ve özel­liklerinin benzetme konusu yapılarak is­tiare edilmesidir. Bu durumda benzeyen söylenmeyip benzetilenin birden fazla özelliği zikredilir. "Seni bir adım ileri, bir adım geri atıyor görüyorum" cümlesinde bu tür bir istiare mevcuttur. Çünkü fikir­den fikre geçen tereddüt içindeki kim­senin soyut hali bir adım ileri, bir adım geri atan kimsenin somut haline teşbih edilmiştir. Gizli iş yapan bir kimse hakkın­da, "Saman altından su yürütüyor" den­mesi de bu tür bir istiaredir. Sembolik an­latımlar ihtiva eden manzumelerin çoğu temsilî istiare üzerine kurulmuştur. Yah­ya Kemal'in, "Artık demir almak günü gelmişse zamandan / Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan" mısralarıyla başlayıp ruhun ölüm yolculuğunu temsil eden "Sessiz Gemi", Faruk Nafız'in, "Bin gemle bağlanan yağız at şaha kalkıyor / Gittikçe yükselen başı Allah'a kalkıyor" mısralarıyla başlayıp Kurtuluş Savaşı'ndaki Türk milletini temsil eden "At" şiiri, temsilî istiare üzerine kurulmuş ve her beyitte benzetmenin farklı yönleri sıra­lanmıştır. Mücerredin yerine müşahha­sın konulması demek olan temsilî istia­reye mesel de denir. Bunların halk ara­sında yaygın olarak kullanılanları ise ata­sözü haline gelmiştir. "Ayağını yorganına göre uzat" (yapabileceğin işe giriş) sözü buna bir örnektir.

Arap edebiyatında istiare, taraflarının duyularla algılanır (hissî / mahsûs) veya akılla bilinir (aklî / ma'kûl) olmasına göre tarafları ve ilgisi hissî, tarafları hissî, ilgi­si aklî; tarafları aklî: müstear minh hissî, müstear leh ve ilgi aklî; müstear leh his­sî, müstear minh aklî; taraflar hissî, ilgisi mürekkep (kısmen hissî, kısmen aklî) olan istiareler olmak üzere altı kısma ayrılır. “Baş ak pak saç olup par­ladı (Meryem 19/4)” âyetinde tutuşma ve parlama (iştial), ağarma (ibyidâd) anlamı için ödünçlenmiş olup aralarında renk iti­bariyle benzerlik bulunan bu iki taraf ve vech-i şebeh (cami') gözle görülür oldukla­rdan hissîdirler. Yine "Bizi uykumuzdan kim uyardı? (Yâsîn 36/ 521)” âyetinde uyumak, uyku (merkad) ölüm (mevt) anlamı için istiare edilmiş olup her iki taraf da akılla bilinir keyfiyet­lerdir. "Bir güneş gördüm" örneğinde güneş, "yüzü güzel kimse" anlamı için ödünçlenmişse istiarenin tarafları ve ben­zerlik yönü görülür keyfiyet olduğundan hissî ilgiyle hissinin hissiye istiaresi kabi­linden olur; güneş kelimesi "şanı yüce kimse" anlamı için istiare olursa taraflar görülür (hissî) olmasına rağmen şan yü­celiği akılla bilinir bir keyfiyet olur. Dola­yısıyla bu altıncı tür istiareye örnek teş­kil eder.

Türk edebiyatında ilm-i beyân konusu­nu ele alan eski belagat kitaplarında isti­are farklı biçimlerde sınıflandırılmış. Cumhuriyet döneminde yazılan edebî sa­natlarla ilgili eserlerde de genellikle bun­lardan biri tekrar edilmiştir. Bu adlandır­ma ve tasnifler içerisinde en çok kullanı­lan istiare çeşitleri yukarıda tanıtılmıştır. İstiarenin en tutarlı tasnifini ve alt baş­lıklarını M. Kaya Bilgegil vermiştir (bk. bibi). Buna göre Türk edebiyatında kul­lanılan istiare çeşitleri şöyle sıralanabilir:

1. Lafzın tek veya birden çok oluşuna gö­re:

a) Müfred istiare. Tek kelime veya tamlamadan oluşan istiaredir. Asker için "arslan", namaz için "dinin direği" denil­mesi gibi. Buna yalın istiare veya "istiâ­re-i sâzice" adı da verilir,

b) Mürekkep is­tiare. Bir cümlenin veya sözün istiare ol­masıdır. Buna temsilî istiare veya sadece temsil de denir. "Bir menfaat elde etmek uğruna zarar ve sıkıntılara katlanmak" anlamında, "Gülü seven dikenine katla­nır" denilmesi gibi.

2. Tarafların bir şeyde birleşip birleşmemesine göre:

a) Vifâkî istiare. Tarafları bir şeyde birleşen istia­redir. Servetini kaybedip sonra durumu­nu düzelten bir tacir için kullanılan, "Bat­mış iken dirildi" ifadesi buna bir örnektir,

b) İnadî istiare. Tarafları bir şeyde birleşmeyen istiaredir. Cephanesini tüketmiş bir asker için asker mevcut olduğu halde yoklamada "yok" denilmesi gibi. Zira "mevcut" ile "yok" hiçbir nesnede birleş­mez.

3. Taraflara ait özelliklerin söylenip söylenmemesine göre:

a) Mutlak istiare. Benzeyen veya benzetilenin uygun bir özelliğinin söylenmemiş olmasıdır. Bay­ram çocukları için," Şu çiçeklere bak!" de­nilmesi gibi.

b) Muraşşah istiare. Benze­tilenin uygun bir özelliğinin söylenmesidir. "Türk kuşu kuvvetli kanatlarıyla ha­vayı yarıyordu" örneğinde uçak kuşa ben­zetilmiş, benzetilen unsur olan kuşla ilgili "kanat" zikredilmiştir,

c) Mücerred istia­re. Benzeyenin uygun bir özelliğinin söylenmesidir. Çocuklar için, "Çiçekler el ele yürüyor" denilmesi gibi. El ele yürümek çiçeğin (benzetilen) değil çiçeğe benzeti­len insanların (benzeyen) bu benzetme­ye uygun özelliğidir.

4. İstiare öğesinin yaygın veya nâdir olarak kullanılmasına göre:

a) Alışılmış istiare. İstiareyi teşkil eden özelliğin herkes tarafından hemen anlaşıldığı istiaredir. Birisi için "tilki" de­nildiği vakit onun kurnaz olduğunun an­laşılması gibi. Buna "istiâre-i mübtezele" veya "istiâre-i âmiye" de denilir,

b) Alışıl­mamış istiare. İstiareyi oluşturan özelli­ğin düşünmeyi gerektirecek derecede ka­palı olması sebebiyle herkes tarafından kolayca anlaşılamayan istiaredir. "Tabia­tın sessiz çığlığı" veya "ışığın suskun ku­cağında" denilmesi gibi. Buna "istiâre-i hâssiyye" veya "istiâre-i garibe" adı da verilir.

İstiarenin bunların dışında da bazı sınıf­lamaları yapılmıştır. Kullanılan kelimenin çeşidine göre isim ve masdarlarla yapı­lanlara "istiâre-i asliyye", fiil ve türevle­riyle yapılanlara "istiâre-i tebeiyye" de­nilmiş, kelimeler istihza ve latîfe amacıy­la kullanılıp zıddı kastedildiği zaman "is­tiâre-i temlîhiyye" veya "istiâre-i tehekkümiyye" adı verilmiştir (cimri kimse için "Hâtem", şiir diye saçma sapan şeyler söy­leyen biri için "Fuzûlî" denilmesi gibi).

İstiare, akılla duygular arasında bağ­lantı kurarak fikir ve hayalleri kuvvetlen­dirip anlatımı daha etkili hale getirir ve bu yönüyle düz ifadeye tercih edilir. Ayrı­ca okuyucu veya dinleyicinin tasavvur ve tahayyül imkânını zenginleştirip mânaya parlaklık katar. Alegori ve sembolleri kul­lanarak zihindeki bir şeyi benzer başka bir şeyle, özellikle soyut varlıkları somut­larla değiştirmek suretiyle daha etkili bir anlatım gücü sağlar. Adı konulmamış ruh hallerine, dış âlemden ödünç alınan bir benzerlik vesilesiyle ad verme imkânı ver­diği için istiarenin güçlü bir yapısı ve yay­gın bir kullanımı vardır. Bu yönüyle ifa­deye ait bir süsten ziyade dilin tabii bir parçası olarak günlük dilde de yer alır. Dilde başlı başına bir istiare oluşturan kelimeler yanında (meselâ sersem yerine "kaz", ahmak yerine "angut", inatçı yeri­ne "keçi" veya "katır", asık suratlı veya zalim yerine "Nemrut", âşık veya şaşkın yerine "Leylâ" vb.) bazı deyimler de (me­selâ ağır söz, baştan çıkmak, kulak ka­bartmak, sözünde durmak, yufka yürekli) önemli bir yekûn teşkil eder.

Bir edebî sanat olarak istiare teşbih ve mecazla yakından ilgilidir. Ancak teşbih­te benzeyen ve benzetilen birlikte kulla­nılırken istiarede bunlardan yalnızca biri yer alır. Mecazda ise (mürsel mecazda) isti­arenin aksine benzetme amacı bulun­maz. İyi söylenmiş bir istiarede hayal ve fikirler açık, benzetmeler aklın ve mantı­ğın kabul edeceği derecede doğru ve ta­bii, ifadeler orijinal ve samimi olmalıdır. Ziyâ Paşa'nın Hârâbat Mukaddimesin­de eski şairleri anlatırken, "Yanıktır o âşıkın kitabı / Nazmında kokar ciğer kebabı" beytindeki hayalin ve mâna münasebeti­nin (âşığın kalbiyle ciğer kebabı) bayağı­lığı gibi münasebetsiz mânalar üzerine benzerlik kurulmamalıdır.

İstiare sanatına Türk edebiyatında en çok klasik şairler ilgi duymuştur. Bunun sebebi, Osmanlı şiirinin klasik üslûbu ve mazmun denilen klişeleşmiş mecazlar ya­ratma gayretidir. Hemen her şair bir yı­ğın harcıâlem istiareyi bilmek ve yeri gel­dikçe kullanmak durumundaydı. Sevgili yerine nigâr, büt, âfet vb.; boy yerine ni­hâi, servi, ar'ar, şimşâd; dudak ve ağız yerine la'l, kadeh, hokka, nokta, gonca, gül gibi klişeler hep istiare esasına da­yanmaktaydı. Klasik şiir geleneğinin terk edilmesiyle birlikte istiare yavaş yavaş sanatçıların ilgisini kaybetmiş, modern Türk şiirinde edebî sanatlara özenilmediği için yalnızca dilin tabii bir unsuru ola­rak daha dar bir kullanım alanıyla sınırlı kalmıştır. Bugün şiirlerde özel bir amaca yönelik olmadan sadece dilin tabii zenginliğiyle kullanılmakta ve adına da eğ­retileme denilmektedir.

İSTİARE TIKLAYINIZ..........

BİBLİYOGRAFYA:

Sîbeveyhi. Kitâbü Sîbeveyhi [nşr. Abdüsselâm M. Hârün), Kahire 1985,1, 316; Yahya b. Ziyâd el-Ferrâ, Me'âni'l-Kur'ân (nşr. Ahmed Yûsuf Ne­cati-M. Ali en-Neccâr), Kahire 1374/1955, II, 91, 156, 263 vd.; Ma'mer b. Müsennâ. Nekâ'lz, Leyden 1905-1908, I, 275; II, 589; Câhiz, el-Beyân ve't-tebyin, I, 153, 284; IV, 55; a.mlf., Kitâbü't-Hayevân, II, 280-283; IV, 273-278; İbnü'l-Mu'tez, el-Bedi' (nşr. I. Y. Krachkovsky), London 1935, s. 2, 11, 16, 17, 26, 30, 33, 44, 53, 56; İbn Abdûrabbih, el-'İkdü'l-ferîd (nşr. M. Saîd Aryan), Kahire 1359/1940, V, 338-340; Kudâme b. Ca'fer, Cevâhirü'l-elfâz (nşr. M. Muh-yiddin Abdülhamîd), Kahire 1350/1932, s. 5, 7-8; Rummânî, en-Nüket fi i'câzi'l-Kufân (Şelâ-şü resâ'ilft fcâzi'l-Kur'ân içinde, nşr. Muham­med Halefullah - M. Zağlûl Sellâm), Kahire, ts. (Dârü'l-maârif), s. 79-87; Hâtimî. er-Risâletü'l-mûdıha (nşr M. Yûsuf Necm), Beyrut 1385/ 1965, s. 40-44, 69-73; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâ-bü'ş-Şınâ'ateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Bey­rut 1404/1984, s. 295; Ebü'l-Hasan el-Cürcânî. el-Vesâta beyne'l-Mütenebbîue huşûmih[nşr. M. Ebü'1-Fazl İbrahim-Ali M. el-Bicâvî), Kahire 1370/1951, s. 41; Bâkıllânî. I'câzü'l-Kur'ân, Kahire 1304/1886, s. 107-108; İbn Reşîk el-Kayrevânî. el-'Umde, Kahire 1353/1934,1, 239-250; İbn Sinan el-Hafâcî, Sırrü'l-feşâha, Beyrut 1402/1982, s. 118-120; Abdülkâhir el-Cürcânî. Esrârü'l-belâğa (nşr. H. Ritter), Beyrut 1403/ 1983, s. 20, 26-63, 219-241, 278-282, 296-312, 368-375; a.mlf.. DelâHlü7-i'câz(nşr. Mah­mud M. Şâkir). Kahire 1404/1984, s. 66-80, 98, 262, 391-393, 430-439, 462; Fahreddin er-Râzî. Nihâyetü'l-icâz fi dirâyeti'l-i'câz. Kahire 1317/1894, s. 81, 89, 90, 91-94, 215; Ebû Ya'-küb es-Sekkâkî. Miftâhu'l-'ulûm, Kahire 1356/ 1937, s. 174; Ziyâeddin İbnü'l-Esîr. el-Meşelü's-sâ'ir (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1411/1990, I, 342-354; İbn Ebü'l-İsba'. Bedt'u't-Kur'ân (nşı Hifnî M. Şeref), Kahire 1377/ 1957, s. 17-27; a.mlf.. Tahrîrü't-Tahbir (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383, s. 97-101; İbnü'n-Nâzım. el-Misbâh fî 'ilml'l-me'ânt ve'l-beyân ve'l-bedf, Kahire 1341, s. 61; Hatîb el-Kazvînî. el-îzâhfî'ulûmi'l-belâğa, Kahire 1368/1949, V, 43-183; Yahya b. Hamza el-Alevî. et-Tırâzü'l-mütezammin il-esrâri'l-belâğa. Kahire 1332/ 1914,1, 197-260; Teftâzânî, et-Mutauvel,İstan­bul 1330, s. 354-405; Zerkeşî. el-Burhân, III, 419-432; Nâbî, Hayriye(haz. İskender Pala). İs­tanbul 1989, s. 153; Süleyman Paşa, Mebâni'l-inşâ, İstanbul 1294, I, 85-89; Diyarbekirli Said Paşa. Mizânü'l-edeb, İstanbul 1305, s. 335-347; Menemenlizâde Tâhir, Osmanlı Edebiyatı, İs­tanbul 1314, s. 194-206; Manastırlı Mehmed Rifat. Mecâmiu'l-edeb, İstanbul 1315, 1/3, s. 256-261; Ali Nihad [Tarlan], Edebi Sanatlara Dair, İstanbul 1933, s. 42-44; İsmail Habib [Sevük]. Edebiyat Bilgileri, İstanbul 1942, s. 356-362; Brockelmann. GAL, II, 235, 247-248; Suppi, II, 259-260, 399, 571, 810; Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ue Tenkid Sözlüğü, İs­tanbul 1954, s. 140-141; Zehrâyi Hânlerî [Ki-yâ], Ferheng-i Edebiyyât-t Fârsiyi Deri,Tah­ran 1348 hş., s. 49; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügati, İstanbul 1973, s. 71-73; M. Kaya Bilge-gil. Edebiyat Bilgi ue Teorileri, Ankara 1980, s. 154-169; Cem Dilcin. Örneklerle Türk Şiir Bil­gisi, Ankara 1983, s. 412-415; İskender Pala. Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, Ankara 1995, s. 290-291; Muhammed el-Velî, "el-İs-ti'âre einde's-Sekkâkî", Mecelletü Külliyyeti't-âdâb ue'l-'ulûmi'l-insâniyye, sy. 6, Dârülbey-zâ 1982-83, s. 179-191; S. A. Bonebakker. "Is-ti'âra", EP (ing.), IV, 248-252; Rekin Ertem. "İs­tiare", TDEA, V, 26-27; "Temsilî İstiare", a.e., VIII, 306.

İsmail Durmuş - İskender Pala, Dia, cilt, 23