Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

DİVAN EDEBİYATI

Türkçenin Anadolu sahasında yazı dili olarak kullanılmaya başlanmasından bir süre sonra bu yeni yazı diline bağlı olarak yeni bir edebî dil teşekkül etmeye başlamıştır.

Arapça ve Farsçanın yanında Türkçe üçüncü bir dil olarak ortaya çıkmıştır. Doğuda Hakaniye Türkçesi de denilen Çağatay Türkçesi ile birlikte Osmanlı Türkçesi, islâm kültür dairesinde oluşan büyük bir edebî dil olmuştur.Bu yazıda Osmanlı Türkçesi ile oluşmuş ve Cumhuriyet dönemine kadar sürmüş olan edebiyat ana hatlarıyla anlatılmıştır.Osmanlı Türk edebiyatı Tanzimat’a kadar Arap ve Fars edebiyatları ile paralel olarak gazel, kaside, mesnevî, rubaî vb. türlerde eserler vermiştir. Tanzimat’la birlikte batılı edebî türler kullanılmaya başlanmış, klasik tarzda eserler terk edilmeye başlanmıştır.Tanzimat’tan sonrası devirde ise “Edebiyat-ı Cedîde” ve “Servet-i Fünûn” dönemleri ile “Fecr-i Âtî” topluluğu ve “millî edebiyat” akımı ana hatlarıyla incelenmiştir.

Anahtar Sözcükler: Osmanlı Türkçesi, Osmanlı Türk edebiyatı, klasik tarz, gazel, kaside, mesnevî, rubaî, Edebiyat-ı Cedîde, Servet-i Fünûn, Fecr-i Âtî, millî edebiyatOsmanlı döneminde meydana gelen Türk edebiyatı, varlığını, içinde büyük ayrılıklar ve kırılmalar görülmeden, şekil ve muhtevada önemli değişikliklere uğramadan, temel aldığı islâm medeniyeti estetik ölçülerini ve klasik yapısını bozmadan, zaman içinde meydana gelen bazı küçük farklılıklarla birlikte, XIII. yüzyılın sonlarından XIX. yüzyılın ortalarına kadar kesintisiz şekilde sürdürdü. XIX. yüzyılın ikinci yarısından Osmanlı Devleti’nin sona erişine kadar geçen yetmiş senelik bir zaman dilimi içinde ise Osmanlı dönemi Türk Edebiyatı, Batı medeniyetine yönelmenin getirdiği yeni hayat şekli, kültür farklılaşmaları, düşünce ve anlayış değişmelerine bağlı olarak yeni tür ve şekil arayışları içine girmiş, böylece kısa aralıklarla hızlı değişme devreleri yaşamıştır. 

EDEBİYATIN ADI

Osmanlı dönemi Türk edebiyatı denince akla bu son yetmiş yılın sık değişen, canlı, dinamik, günlük hayatı yakından takip eden ve onu dillendiren edebiyat devresinden çok, XIII. yüzyılın sonundan itibaren altı yüzyıla yakın bir zaman büyük ve köklü değişikliklere hemen hiç uğramadan, varlığını sürdürmüş edebiyat akla gelir. Aydın kesim içinde altı asır gibi uzun bir süre devam eden bu edebiyat, varlığını sürdürdüğü zaman içinden kendisini ifade edecek özel bir isimle adlandırılamadı. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı etkisinde, ayrı değer, şekil ve türlerin meydana getirdiği yeni edebiyat devrelerini eskiden gelen edebiyattan ayırmak için yüzyıllar boyu isimlendirilmeden devam eden edebiyata isim arama ihtiyacı doğdu. Ortaya konan yeni edebiyata tarz-ı cedîd, edebiyat-ı cedîde gibi isimler verilirken, bu konuda düşünenlerin önüne tarz-ı kadîm, edebiyat-ı kadîme, şi’r-i kudema, âsâr-ı kudema, gibi isimler edebiyat hayatımıza kendiğilinden geldi. Gerçi Ziya Paşa Anadolu şairleri için şuarâ-yı Rûm, şiirleri için de eş’ar-ı Türkî gibi isimler kullanırsa da bunlar yaygınlaşma yolu bulamaz. XIX. yüzyılın son çeyreği ve XX. yüzyılın başlarında klâsik nedir? tartışmaları içinde “Bizim klâsiklerimiz hangileridir” sorusu da sorulur. Bu soru ile Osmanlı döneminin edebiyat-ı cedîde denilen devresinden önceki yani başlangıcından XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar olan devrede verilen eserleri klâsik olarak nitelemek anlayışı öne çıktı ve o devir edebiyatına da klâsik edebiyat dendi. Ancak bu isim de çok yaşamadı. Tarz-ı kadîm, âsâr-ı eslâf, edebiyat-ı kadîme gibi simlendirimlerin bir nevi yeni ifadeye aktarımı olan eski edebiyat terimi ortaya çıktı ve oldukça hızlı bir şekilde yaygınlaştı. Hatta bu isimlendirme bugün üniversitelerimizin Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde sözünü ettiğimiz edebiyat devresini işleyen anabilim dalının da adı oldu. Bu durum eski edebiyat adlandırmasını daha da yaygınlaştırdı. 1920’li yıllarda bu edebiyat için divan edebiyatı terimi gündeme geldi. Bu isimlendirme söz konusu edebiyatın meydana geldiği muhit ve meclislere verilen divan ismine bağlı olarak teklif edildi.Ancak kısa zamanda bu ilişki unutuldu, şairlerin bir araya getirdikleri deftere divan denmesi ile ilişkilendirilerek benimsendi. Böylece bu altı yüzyıllık devreye şairlerin şiirlerini topladıkları deftere izafeten divan edebiyatı dendi. Divan edebiyatına, sadece aydın zümre arasında oluştuğu, halka açıkladığı, yüksek zümreyi ilgilendirdiği görüşlerine bağlı olarak, biraz da tenkit etme, hatta yerme amacıyla havas edebiyatı, aydın edebiyatı, yüksek zümre edebiyatı gibi isimler de verilmiştir. Bu konuda o kadar şahsî davranışlara gidilmiştir ki, dönemin dinî yapısı göz önüne alınarak bu edebiyata ümmet çağı edebiyatı diyenler de olmuştur. Millî Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Dairesi 1980’li yıllarda yeniden şekillendirdiği ortaöğretim edebiyat ders programlarında, o zamana kadar kişisel anlayışla Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi 1980’li yıllarda yeniden şekillendirdiği orta öğretim edebiyat dersi programlarında, o zamana kadar kişisel anlayışlara göre değerlendirilen bu edebiyat devresi için Klasik Türk Edebiyatı isimlendirmesini benimsedi. Bu isimlendirmeye bağlı olarak son yirmi yıl içinde Klasik Türk Edebiyatı ismi giderek yaygınlaşmaya başladı.


TARİHÎ GELİŞMESİ

Türkler İslâmiyet ile VIII. yüzyıldan itibaren Maverâünnehir’de karşılaştılar. Ruh, töre ve tabiatlarına uygun, hayatlarına yabancı olmayan bu dini kolayca benimsediler. İslâmiyet’te, önceki değerlerinin daha gelişmiş şeklini buldular. Güzel sanatların çeşitli dallarında eski kültürleri ile İslâm’ı birleştirdiler. Türklerin, İslâm medeniyeti içine girmeden, kendilerine has bir edebiyatları vardı. Türkler, İslâmiyet dairesine bu edebiyat zenginliğiyle birlikte geldiler. Arap ve Fars Edebiyatını tanıdılar. Bir hazırlık devresinden sonra girdikleri bu yeni kültür ve medeniyet dairesi içinde eserler vermeye başladılar. Bu eserleri verirken pek çok kelime ve terim yeni girdikleri kültür dairesinin dillerinden aldılar. Arap ve Fars edebiyatının kurumlaşmış gelenekleri Türk edebiyatı geleneklerinden çok ayrı ve çekiciydi.Türk aydını çok işlenmiş ve olgunlaşmış Fars edebiyatı karşısında nasıl bir tavır aldı? ilk örnekler tam olarak elimizde değildir. Ancak şiirde eski nazım şekilleri ve önceden işlenilen konular yanında, yeni nazım şekillerini kullandılar ve yeni konulara yöneldiler. Hece ölçüsü yanında aruz vezni ile de şiirler yazdılar. Sagu ve koşuk gibi nazım şekillerinden başka kaside, mesnevî, gazel tarzında şiirler kaleme aldılar. Türkler bunları yaparken doğrudan doğruya Arap edebiyatını değil, kendilerinden önce islâm medeniyeti içine giren Farsların edebiyatını örnek aldılar. Ortaya konan eserlere, başta Kur’an olmak üzere, hadisler, siyer, eski mitolojiler, tarih, menkıbeler ve sosyal hayat geniş ölçüde girer. Türk edebiyatı da zamanla ortak islâm edebiyatının önemli bir parçası oldu. XI. ve XII. Yüzyılda Türk toplumu içinde Arapça ve Farsçayı bilen yeni bir aydın zümre doğdu. Bunlar, öğrendikleri Arapça ve Farsçanın yanında, bu dillerde meydana getirilmiş edebiyatın da etkisinde kaldılar. Bu yüzyıllarda Fars şiirine heveslenen Türk asıllı şairler Farsça eserler yazma arzusuna düştüler ve örnekler verdiler. Farsçayı edebiyat dili olarak benimsediler. Türk hanedanlarının saraylarında edebiyat dili Farsça oldu. Samanoğullarının, Gaznelilerin, Büyük Selçukluların zamanında Türk aydınları arasında Farsça edebiyat dili olarak benimsendi. Farsça yazanlar takdir gördü. Türkçe, olgun örnekler verecek teşvikten mahrum kaldı. Bu dönemde ortaya konulan Türkçe eserlerde ilim ve din alanında Arapça, edebiyat alanında da Farsça kelimelerin kullanılması giderek yaygınlaştı. Hece vezninin yerini aruz vezni almaya başladı. Eski Türk nazım şekilleri yanında mesnevî ve gazel gibi yeni nazım şekilleri de kullanıldı. Bu durum daha çok Farsçanın yoğun olarak kullanıldığı Türk siyasî hakimiyeti altındaki bölgelerde görüldü. Halkı Türk olan bölgelerde ise Türkçe ile eser verme daha XI. yüzyıldan itibaren başladı. Bu yüzyıllarda meydana getirilmiş eserler daha çok öğüt verici nitelikteki şiirlerdir. Bu tür eserlerin başında devlet yönetimi ile ilgili olarak 1070 yılında Yusuf Has Hacib’in yazdığı Kutadgu Bilig görülür. Onu XII. Yüzyılda Edip Ahmet Yüknekî’nin Atabetü’l-Hakâyık’ı takip eder. Kutadgu Bilig ve Atebetü’l-Hakayık aruz vezni ile yazılmaları, Arapça ve Farsça kelimeleri bünyesinde almaları ve muhtelif islâmî unsurları taşımalarına rağmen iran şiirinin tam hakimiyetini taşımazlar. Hatta nazım şekli olarak bile tam benzerlik göstermezler. Atabetü’l-Hakayık baştan sona dörtlüklerle yazılmıştır. Ahmet Yesevî de hikmet tarzında yazdığı şiirlerde bu nazım şeklini kullanmıştır. Bu hikmetlerde islâm inanç ve ahlâkı ile birlikte tasavvuf duygusu da işlenmiştir.Hikmet tarzı gelenek hâlinde Ahmet Yesevî’den sonra da devam etmiştir. Kâşgarlı Mahmud’un Türk boyları arasından derlediği ve Dîvânü Lûgat-it Türk isimli eserine aldığı dil ve şiir örnekleri Türk şiirinin kendi geleneklerini sürdürdüğünü gösterir. Türkler XI. yüzyılın ikinci yarısından sonra Anadolu’da Anadolu Selçukluları ile kesintisiz bir hakimiyet kurmuştur. Ancak bu dönemde de Farsça Türk saraylarında hakimiyetini sürdürdü. Sultan ve emirlerin himayesinde Türk şair ve edipler Türkçe yerine Farsça eserler verdiler. Türkçeye geçiş birden olmadı. Küçük küçük bazı denemelerle Türkçe Anadolu edebiyat dünyasında boy vermeye başladı. Bu önce Farsça mısralar arasında Türkçe kelimeler, Farsça şiirler içinde Türkçe mısralar şeklinde görüldü. Ayrıca bir mısraı Farsça diğeri Türkçe olan mülemmalar da Anadolu’da ilk Türkçe şiir örnekleridir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin eserleri böyledir. Baştan sona Türkçe ile yazılmış ilk şiirleri Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’e aittir. XIII. ve XIV. yüzyılın siyasî ve sosyal durumu bir hayli karışıktır.

XIII. yüzyılın başlarında Anadolu Selçuklu devleti eski gücünü kaybetmeye başlamıştı. Bu yüzyılın ortalarında, doğudan gelen Moğol akınları durdurulamadığından siyasî birlik bozuldu. Bunun sonunda bazı isyanlar çıktı. Bu çözülme ile birlikte XIV. yüzyılda Anadolu’da çeşitli beylikler görüldü. Yüzyılın sonuna gelindiğinden Osmanlı Beyliği Anadolu’da Türk birliğini yeniden kurmayı başardı. Siyasî ve sosyal karışıklıklar, beyliklerle ortaya çıkan yeni kültür merkezleri, edebiyatta bir canlılık meydana getirdi ve Türkçe eserler verilmeye başlandı. Yeni kurulan beyliklerde beyler, kültürle ilgili çalışmaları desteklediler. Hatta çeşitli eserlerin yazılmasını ve tercüme edilmesini istediler. Bazı beylerin bizzat eser yazdığı da görüldü. Karamanoğlu MehmetBey’le başlayan Türkçenin resmî dil olma durumu diğer beyliklere de yayıldı. XIII. yüzyılın en önemli kültür merkezi Konya’dır. Sadreddin-i Konevî, Mevlânâ Celâledin-i Rumî bu merkezin önde gelen isimleridir. Moğol istilâsı sonucunda meydana gelen karışıklık ve belirsizlik Anadolu’da bir iman ve kültür buhranı doğurdu. Fakat Mevlâna ve Yunus gibi şahsiyetler, bu buhranın derinleşmesini önlediler. Bunlar ve bunların yolunda gidenlerin başlattığı tasavvuf anlayışı gitgide yayıldı. Aslında bu cereyan daha önce Anadolu’ya gelen Ahmet Yesevî’nin dervişleri ile başlamıştı. Orta Asya ve özellikle Horasan’dan Anadolu’ya akın akın gelen Türkmen şeyh ve dervişleri halka tasavvuf neşvesini anlatmak ve duyurmak için Türkçeyi kullandılar. Türkler arasında islâmiyet’in yaygınlaşmasında tasavvufun büyük rolü vardır. Nitekim Anadolu’nun Türk ve islâm ülkesi olmasını sağlayanlar arasına Ahmet Yesevî’nin Anadolu’ya gönderdiği dervişleri mühim bir yer tutar. işte bu yüzyıllardaki kültür ve edebiyat hayatında bu anlayış çok etkili olmuştur.Mevlânâ ve Yunus, sadece dönemlerinde değil daha sonraki yüzyıllarda da şair ve yazarlarımızın yanı sıra her kesimden insana tesir etmişlerdir. Böylece dinî-tasavvufî Türk şiiri diye ayrı bir edebiyat kolu doğmuştur. Üstelik tasavvuf anlayışı, diğer sanat dallarında da etkili olmuştur. Edebiyatımızda pek çok şairimiz bu anlayışı çeşitli şekillerde eserlerinde işlemişlerdir. Klâsik şairlerimizin eserleri tasavvufî söyleyişlerle doludur. XIII. yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu’da Hoca Dehhanî ile Ahmet Fakih, Türkçe eserler verirler. Selçuklu sarayında bulunan bu şairler, Anadolu’daki edebiyatımızın ilk önemli temsilcileridir.

XIV. yüzyılda görülen ilk eser Yunus Emre’nin Riasâletü’n,Nushiyye’sidir.Yunus Emre, divanında toplanan şiirleriyle, sadece bu yüzyılın değil, bütün Türk edebiyatının en büyük şairlerindendir. Yunus, çok geniş bir coğrafyada okunmuş, benimsenmiş ve etkileri yüzyıllarca devam etmiştir. Gülşehrî, Feridüddin-i Attar’ın didaktik ve tasavvufî yönü ağır basan Mantıku’t Tayr adlı eserini, aynı adla Türkçeye kazandırdı. Âşık Paşa da Garibnâme adlı kitabı ile Türkçenin o devirde en hacimli eserini vermiştir. Bu eser, konusu itibariyle Anadolu’da tasavvuf anlayışının temel kitabı olur.Garibnâme XIV. yüzyılda Türkçenin mükemmel bir abidesidir. Bu saydığımız şairler, aynı zamanda mutasavvıftırlar.Yine bu yüzyılda Yusuf ile Züleyha mesnevîsinin yazarı olan Şeyyad Hamza, naatlarıyla dikkati çeker. Hoca Mesud, Erzurumlu Darir, Şeyhoğlu Mustafa, Seyyid Nesimî, Ahmedî ve Kadı Burhaneddin XIV. yüzyılın ikinci yarısında eser veren belli başlı şairlerdir. XIV. Yüzyılda artık Klasik Türk şiirinin alt yapısı hazırlanmış, gelenekleri belirginleşmeye başlamıştır. XIII. yüzyılda Nasreddin Hoca’nın fıkraları kültürümüzün bir başka cephesini verir. Ayrıca Battalnâme, Hamzanâme ve Saltuknâme nesir sahasında ve halk hikâyeleri tarzında yazılan eserlerdir. Geçen yüzyıla nispetle bu yüzyılda; gazel, rubaî, tuyuğ, kaside nazım şekilleri gelişerek devam etmiştir. XV. yüzyılın başındaki Ankara Savaşı (1402), siyasî açıdan bir talihsizlik oldu. Anadolu’da Türk birliği tamamlanmak üzere iken devlet fetret dönemine girdi. Edebî faaliyetlerde bir durgunluk görüldü. Ancak Çelebi Mehmed, dirayeti ile kısa zamanda duruma hâkim oldu. Devlet yeniden kuruldu. Oğlu II. Murad’la birlikte edebî ve ilmî alanlarda canlılık başladı. Ahmedî ve Şeyhoğlu Mustafa gibi usta şairler bu yüzyılın başında da eser vermeye devam ettiler. Sultan II. Murad devrinde pek çok eser yazıldı. Bunda, padişahın kendisinin şair olması yanında, edebiyat ve kültür meselelerine önem vermesinin de etkisi vardır. II. Murad’la birlikte kültür ve edebiyat faaliyetleri Osmanlı sarayına taşındı. Nitekim din, tasavvuf, ahlâk, tarih ve aşk konularını işleyen bazı eserlerin yazılıp tercüme edilmesini II. Murad istemiştir. II. Murad, ayrıca Türkçeye önem veriyor, eserlerin açık, anlaşılır bir dille yazılmasını istiyordu. Hatta dili anlaşılmayan bazı eserlerin yeniden sade Türkçe ile tercümesine önem veriyordu. Onun zamanında Anadolu Türk birliği de kuruluşunu hemen hemen tamamlamış bulunuyordu. Oğlu II. Mehmed de aynı yolda devam etti. istanbul fethedilince ilim ve kültür faaliyetleri burada gelişip yeşerdi. Fatih Sultan Mehmed kendisi de, babası gibi şair bir padişahtı. Avnî mahlası ile şiirler yazan Fatih, divan tertip eden ilk Osmanlı padişahıdır. Fatih’ten başka II. Bayezid, Cem Sultan ve Bayezid’ın oğlu Şehzade Korkut da edebiyat alanında eserler verdiler. XV. yüzyılın başlarında Süleyman Çelebi Mevlid ismiyle şöhret bulan Vesiletü’n-necât adlı mesnevîsini yazdı. Bu eser mevlid türünün ilk örneği oldu. Bunu Abdülvasi Çelebi’nin Miraçnâme, Hatiboğlu’nun Letayifnâme, Kemal Ümmî’nin Kırk Armağan adlı eserleri izledi. Klâsik edebiyatımızın kurucusu durumunda olan büyük şairler bu yüzyılda yetişti. Ahmed-i Daî, Şeyhî, Ahmed Paşa ve Necatî bu şairlerin önde gelenlerindendir. Bunlardan başka Atâyî, Mesihî, Zeynep Hatun, Mihrî Hatun gibi divan sahibi şairler de bu dönemde yetiştiler. Bu yüzyılda mesnevî alanında önde gelen şair Hamdullah Hamdi’dir. Divan’ından başka Yusuf ve Zeliha, Leylâ ve Mecnun, Tuhfetü’l-uşşak, Kıyafetnâme ve Ahmediyye adlı eserleri ile bir hamse meydana getirdi. Ahî, Behiştî, Tacizade Cafer Çelebi, Revanî, Devletoğlu Yusuf bu yüzyılın diğer mesnevî şairleridir. Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye’si ile ün kazandı. Muînî, Mevlânâ’nın Mesnevî’sini Türkçe’ye tercüme etti ve açıklamasını yaptı. Hatiboğlu Muhammed de H.812/M.1410 yılında Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makalât adlı eserini Arapça mensur şeklinden, manzum olarak Türkçeye çevirdi. Bu devrin diline Eski Anadolu Türkçe’si denir. Böyle olmasına rağmen eserden esere dilin ifade gücü ve olgunluğunda gelişme görülür. Bu eserlerde genellikle anlaşılır bir dil kullanılmıştır. Ancak bu yüzyılın sonuna doğru yazılan eserlerde Arapça ve Farsçadan alınan kelimelerin sıklığında bir artış görülür. Nesir alanında verilen eserlerin başında 1401 yılında Şeyhoğlu’nun yazdığı Kenzü’l-küberâ gelmektedir. Bundan başka Şeyh Ahmet Kırk Vezir’i, Eşrefoğlu Rumî Müzekki’n-nüfus’u yazar.Secili ve sanatlı nesirde Sinan Paşa Tazarrunâme’yi ortaya koyar. Ayrıca o, Maarifnâme’yi yazar, Tezkiretü’l-evliya’yı tercüme eder. Tercüme alanında başka eserler de vardır. Bunlardan biri, II. Murad’ın Mercimek Ahmed’e Farsçadan Türkçeye çevirmesini söylediği Kabusnâme’dir.Yazıcıoğlu Ahmed’in Envârü’l-âşıkîn’i de tercüme eserler arasında yer alır. Hümâyunnâme ile Kelime ve Dimne de bu yüzyılda tercüme edilen eserlerdendir. Bu yüzyılda Orta Asya Türk edebiyatının en büyük temsilcisi, Çağatay Türkçesi adı ile Anadolu Türkçesinden biraz farklı bir dille eser veren Ali Şir Nevâî’dir. O, yazdığı manzum ve mensur eserleriyle Türk kültürüne, diline ve edebiyatına büyük hizmette bulunmuştur. Herat, şair bir hükümdar olan Hüseyin Baykara sayesinde canlı bir kültür merkezi hâline gelmiştir. Habibî de Azerbaycan’da yetişen şairlerin önde gelenlerindendir. XVI. yüzyılda, Türk edebiyatı,

XV. yüzyılda belirginleşen geleneklerinin üzerinde büyük bir gelişme gösterir. Osmanlı Devleti’nin en güçlü devri olan bu yüzyılda, Mimar Sinan mimarî, ibn Kemal, Ebussuud Efendi ve Kınalızâde Âli Çelebi gibi şahsiyetler ilim alanında yetişmiş büyük isimlerdir. istanbul başta olmak üzere, Bursa, Edirne, Manisa, Amasya, Üsküp, Bağdat, Konya, Diyarbakır, Kefe (Kırım) ve Vardar Yenicesi (Bulgaristan) gibi merkezlerde ilim, fikir ve sanat faaliyetleri kuvvetlendi ve gelişti. Doğuda Semerkand, Buhara, Afganistan ve Hindistan da birer Türk kültür merkezi durumuna geldi.

XVI. yüzyılda Türk şairleri, özendikleri ve kendilerine örnek aldıkları Acem şairleri ile boy ölçüşecek seviyeye geldiler. Bu yüzyılda örneklerinden aşağı kalmayan eserler ortaya koydular. Bu yüzyıldan kalan eserlerde, dönemin güç ve kuvvetini, zaferlerini, tarihî olaylarını, yaşayışını, hayat ve dünya görüşünü bulabiliriz. Türkçe bir imparatorluk dili olmak yoluna girdi. Fakat Arapça ve Farsça kelimelerin, dilimizin yapısını olumsuz yönde etkileyecek kadar yaygın kullanılışı da bu dönemde başladı. Bununla beraber Türkçe atasözleri ve deyimler, bu dönem şairleri tarafından ifade içinde geniş olarak kullanıldı. Öte yandan XV. yüzyılda başlayan ve halk Türkçesi ile şiir yazma diyebileceğimiz Türkî-i Basit hareketinin en kuvvetli iki temsilcisi Mahremî ve Edirneli Nazmî bu devirde yetişti. Bu yüzyılda gazel, kaside, mesnevî rubaî gibi nazım şekillerinin kuvvetli şairleri vardır. Fuzûlî, Bâkî, Hayalî gazel ve kasidenin olduğu kadar bütün Türk edebiyatının en büyük en önde gelen şairlerindendir. Yine Türk edebiyatının en büyük terkib-i bent şairi olan Bağdatlı Rûhî bu yüzyılda yaşamıştır. Araştırıcılar tarafından Türk edebiyatının altın devri kabul edilen bu devirde mesnevî türü de çok gelişmiş, Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnun’u ortak islâm edebiyatının en önemli eseri olarak ortaya çıkmıştır.  Taşlıcalı Yahya Bey’in, Kara Fazlı’nın, Azerî ibrahim Çelebi’nin mesnevîleri, türünün en güzel örnekleridir.Rubaî’de Kara Fazlı, mizah alanında Gazalî bu dönemin önde gelen isimleridir. Şehir hayatına ait şehrengizler, mahallî konuları işleyen orijinal eserlerdir. Bursa, istanbul, Edirne ve Diyarbakır için şehrengizler yazılmış, bu türde Lâmiî Çelebi, Fakirî, Nihalî gibi şairler eser vermişlerdir. Pek çok dinî, tasavvufî ve manzum sözlüklerin yanında Hz. Muhammed’in yüz ve vücut görünüşünü anlatan hilye türünde en güzel eser bu devirde Hakanî tarafından yazılmıştır. Edebiyat tarihi niteliğindeki tezkirecilik de bu yüzyılda gelişmiş, Sehî ve Lâtifî  bu türün ilk örneklerini vermişlerdir. Ozan ve bahşıların Türk halkı arasında eskiden beri önemli bir yeri vardı. Bunlarda, manevî bir tarafın bulunduğu da halk tarafından kabul ediliyordu. Eski Türklerde, elinde kopuz denen sazı ile ozan, bahşı ve kamlar ölüm, şenlik, zafer gibi hadiseler üzerine ortaya çıkarak sazları eşliğinde çalıp söylerlerdi. XVI. yüzyıla gelindiği zaman halk şiiri geleneği de devam ediyordu. Bu devirde halk şairleri de vardı. Bunlar ordu içinde sefere katılıyor ve şiirler söylüyorlardı. I. Selim’in iran ve Mısır seferlerine katılan Bahşı adlı şair bu yüzyılın bilinen ilk saz şairidir. Yine bu şairle aynı zamanda yaşayan ve Ozan mahlasını kullanan bir halk şairi daha görülmektedir. Bunları Kul Mehmed, Öksöz Dede, Hayalî ve Köroğlu gibi halk şairleri izledi. Bu yüzyılda bunlara paralel olarak halk hikâyeleri teşekkül etmeye başlamıştır. Panayırlarda, düğünlerde, kahvehanelerde vb. bazı toplantı yerlerinde sık sık âşık denen saz şairlerine rastlanıyordu. Osmanlı Devleti içinde bunlar, belirli bir sınıf olarak ortaya çıkmışlar ve halkın duygularını dile getirmişlerdir. Bunlar Osmanlı esnaf teşkilâtı içinde hususî bir sınıf olarak, kendilerine has olan edebî geleneği sakladılar ve canlı tuttular. Böylece âşıklar zümresinin ortaya çıkmasını sağladılar. Âşık denen saz şairlerinin bazı özellikleri vardır. Bunlar belirli bir topluluğun önünde dillerine geldiği şekilde, çalıp söylerlerdi. Bu şairler genellikle gezgindiler. Bir yetişme tarzları vardı. Saz şairliğine meraklı, istidatlı gençlerin bir edebî ve meslekî terbiye alması gerekirdi. Bunlar şöhret sahibi âşıkların etrafında toplanırlardı. Belirli bir öğrenim görmemekle beraber şehir hayatının kültür havasından ayrılmazlardı. islâm tarihine, evliya menkıbelerine, şiire, musikiye ait bilgiler edinirlerdi. Uzun seyahatler yaparlar, fasıllara girerler, sonra üstaddan mahlas alıp âşık olurlardı. Halk şairlerinin şiirlerine yer veren cönkler de bu yüzyılda ortaya çıkmıştır. XVII. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti, hâlâ geniş ve güçlü bir devlet görünümünde olmasına rağmen gerileyiş, hatta çöküş de başlamıştır. Köprülüler’in başarıları, Kara Mustafa Paşa’nın II. Viyana seferinde bozguna uğramasıyla sonuçsuz kalır. Aslında devlet, doğuda ve batıda varabileceği sınırlara ulaşmıştır. iç yapıdaki bozulmalar, Celâlî isyanları, ülkeyi huzursuzluğa sevk etmekte ve iç düzeni, dengeyi bozmaktadır. Fakat idarî ve siyasî hayattaki bu durum, kültür ve edebiyatta hiç görülmez.

XVI. yüzyıldaki tabiî gelişme devam eder. Kırım’dan Kahire’ye, Bağdat’tan Balkanlar’a kadar çeşitli ilim ve kültür merkezlerinde Türkçe yazan büyük şairler yetişir. Bu dönemde, Türkçe ve Türk edebiyatı büyük bir yaygınlık ve gelişmişlik gösterir. Bu yüzyılda, kültür ve ilim hayatı da aynı gelişme içerisindedir. Nitekim Kâtip Çelebi gibi büyük bir bilgin bu yüzyılda yaşamıştır. Bu asırdaki padişahlar, geçen yüzyılda olduğu gibi şairdirler, şairleri korumuşlardır. XVI. yüzyılın iki zirve ismi Fuzûlî ve Bâkî’den sonra bu yüzyılda da büyük ustalar yetişmiştir. Klâsik Türk şiiri, örnek alınan Fars şiirinden asla geride kabul edilemeyecek olgunluğa erişmiştir. Şairlerimiz, iran şairlerinden üstün olduklarını iddia etmişlerdir. Mesnevî konuları yerli hayattan alınır olmuştur. Nev’izâde Atayî mesnevî nevinin bu yüzyıldaki en önemli şahsiyetidir. Kasidede Nef’î, yalnız bu asrın değil, bütün klâsik Türk edebiyatının en büyük şairi kabul edilir.Ayrıca bu alanda Ganizâde Nâdirî, Riyazî, Sabrî, Kafzâde Faizî gibi isimler yetişmiştir. Gazelde Şeyhülislâm Yahya gibi büyük bir üstat vardır. Şeyhülislâm Bahaî, Fehîm, Vecdî ile Nâilî-i Kadîm ve Neşâtî bu yoldaki diğer ustalardır. Yüzyılın ikinci yarısının en büyük şairi Nâbî’dir. Nesir, gazel, kaside ve mesnevîleri ile daha devrinde çok büyük bir şöhrete ulaşmıştır. Rubaî’de Azmizâde Hâletî, Türk edebiyatının en önde gelen isimlerindendir. Bu yüzyıl Türk şiirinin üslûbu, genel çizgileriyle ince, nâziktir. Şairler, ses ve anlam uygunluğu gözetirler, anlama bir derinlik, hayale bir genişlik katarlar. Söylenmek isteneni, mana yüklü kelimelerle verirler. bu biraz da Sebk-i Hindî’nin özelliğidir. Sebk-i Hindî, iran’da doğmuş, Hindistan’da Türk imparatorluğu sarayında gelişmiş bir akımdır. Bu üslûbu iran’da kullanıp geliştiren şairler genellikle Türk asıllıdır. Sebk-i Hindî’de anlam derin, geniş ve iç içedir. Bu derinlik, genişlik ve iç içeliği anlatmak için hayal unsurlarına başvurulur. Bunun için de fazla mübalâğa yapılmıştır. Bu yeni anlayış ve yaklaşım, şiire yeni mazmunlar kazandırmıştır. Tasavvuf, bu tarz şiirin en öneli konusu hâline gelmiştir. Sebk-i Hindî’de, anlama bağlı olarak dil incelmiş; en ince ve derin duyguları anlatacak söyleyiş şekilleri bulunmuştur. Bu noktada şiirde kullanılan kelime kadrosunda bir zenginleşme olmuştur. Az sözle çok ve derin anlam ifade edilmiştir. Bu yolda özellikle Nâilî, Neşâtî ve Fehim gibi şairler eserler vermişlerdir. XVII. yüzyılda nesirde de büyük üstatlar yetişmiştir. Nergisî sadece şiirle değil nesirle de hamse yazılabileceğini göstermiştir. Fakat Nergisî ve Veysî’nin nesri bir sanat gösterisi niteliğine bürününce, Türkçenin yapısı bundan büyük zarar görmüştür. Bununla beraber Türk nesri bu asırda gelişme imkânını asıl Kâtip Çelebi ile Evliya Çelebi’de bulmuştur. Kâtip Çelebi’de bilim dili olmuştur. Evliya Çelebi’de samimiyet ve görülenlerin yazıya geçirilmesi endişesi vardır. Bu yüzyılda nesir dili genellikle şiir diline göre ağırdır. Halk ve saz şiiri de gelişmesini ve altın çağını bu yüzyılda yaşadı. Bu edebiyatın en büyük temsilcileri XVII. yüzyılda görüldü. Kuloğlu, Kâtibî, Kayıkçı Kul Mustafa, Gedayî, Gevherî, Karacaoğlan, Âşık Ömer bunların belli başlılarıdır. Bu şairler ve diğerleri, klâsik Türk şiirinden konu, tema, kelime yönünden faydalandıkları gibi, tasavvufî şiirin de etkisinde kalmışlardır. Bununla beraber halk zevkinin inceliklerinin ve güzelliklerinin halk şairleri tarafından büyük bir başarı ile kullanıldığını görüyoruz. Sarayın özellikle hanım sultanların himayesini gören saz şairlerinin toplandığı kahveler vardır. Bunlar, orada usta çırak usulüyle yetişirlerdi. Öte yandan askerler arasındaki saz şairleri, Osmanlı Devleti’nin çeşitli kara ve deniz savaşlarına katılmışlar ve gösterilen kahramanlıkları şiirleri ile anlatmışlardır. Bu şairlerin eserlerinde, kahramanlık hissi ve kahramanlık ahlâkı, önemli yer tutar. Bu yüzyılda halk şairlerimizle klâsik şairlerimiz arasında bir yakışlaşma görülür. Halk şairlerinden bazıları klâsik şairler gibi divan tertip ederler, klâsik şiirin kelime ve terkiplerini benimserler. Aruz veznini kullanma yaygınlaşır. Öte yandan klâsik şairlerimizden bazıları da hece veznine ve halk söyleyişine yönelirler. XVIII. yüzyılın başlarında edebî durum büyük ölçüde bir önceki asrın özelliklerini taşır.

XVII. yüzyılın ikinci yarısında yetişen Nâbî ile Sâbit, XVIII. yüzyılın ilk senelerinde de eser vermeye devam ederler. XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde Lâle Devri yaşanır. III. Ahmet’in, Damat Nevşehirli İbrahim Paşa’yı sadrazam yapması ile başlayan ve Patrona Halil isyanı ile sona eren bu devrede (1718–1730) birçok sosyal ve fikrî değişmeler oldu. İstanbul’da imar hareketine girişildi, Arapça ve Farsçadan çeşitli sahalarda eserler tercüme edildi, sanat ve ilim adamları korundu ve çalışmalarına zemin hazırlandı. İlim ve fikir hayatına bir canlılık geldi. Ayrıca, 1727’de ibrahim Müteferrika tarafından kurulan matbaada, Türkçe eserler basılmaya başlandı. Bu matbaada ilk olarak Vankulu Lügatı basıldı. Lâle Devri, fikir ve kültür hayatımızda önemli bir merhaledir. Bu zamanda edebiyat hayatında da yeni bir vadi açıldı. Lâle Devri’nin en önemli şairi Nedim’dir. Nedim, şiirlerinde çoşkun ruhunu, heyecan dolu duygularını, istanbul hayatını dile getirdi. O, ilhamını günlük hayattan aldı. XVII. yüzyılda başlayan mahallîlik cerayanını Nedîm devam ettirdi ve geliştirdi. Nedîm’den başka Osmanzâde Tâib, Seyyid Vehbî, Râşid gibi sanatkârlar da zamanın önemli şairleridir. Osmanzâde Tâib’e padişahın isteği ile şairler reisi “Reis-i Şuara” unvanı verildi. Nâbî’nin açtığı açtığı çığır, Koca Ragıb Paşa’nın hikmet söyleme tarzındaki gazellerinde devam etti. XVIII. yüzyılın sonunda görülen Şeyh Gâlib, klâsik şiirin son büyük şairi olarak kabul edilir. Haşmet, Fıtnat Hanım, Tokatlı Kâni gibi şahsiyetler bu asrın diğer şairleridir. Nesir sahasında Yirmisekiz Çelebi Mehmed’in, Ahmed Resmî Efendi’nin Sefaretname’leri, Safaî ve Râmiz’in tezkire türündeki eserleri ile Râşid’in tarih türündeki eseri önemlidir. XIX. yüzyıl, Osmanlı Devleti için büyük zorlukların yaşandığı, iç ve dış sıkıntıların arttığı, yıkılma sürecine girildiği ve yüzyılın özellikle son çeyreğinde, bütün önlemlere rağmen bu sürecin hızlandığı bir talihsiz zaman dilimi oldu. Bu ortamda da edebiyat varlığını sürdürdü. Ancak XVIII. Yüzyılda en olgun örneklerini veren klâsik edebiyat bu dönemde, mahallîleşme akımı içinde varlığını sürdürdü. Enderunlu Vasıf, Enderunlu Fazıl, Keçecizâde izzet Molla, Âkif Paşa, Şeyhülislam Ârif Hikmet, Leylâ Hanım, nesirde Esat Efendi eser verdiler. Saz şiiri alanında Bayburtlu Zihni, Erzurumlu Emrah, Âşık Dertli, Dadaloğlu önde gelen isimler olarak görüldü.


DİVAN EDEBİYATININ MEYDANA GELDİĞİ ÇEVRELER

XIV. yüzyıldan itibaren Anadolu ve Rumeli’de divan edebiyatı belli bazı çevrelerde şekillenme ve gelişme imkânı bulmuştur. Bu çevreler, edebiyata önem veren, sanatkârı koruyan ve kollayan, başarılı eserleri ödüllendiren şahsiyetlerin varlığı ile oluşmuştur. Bu çevrelerin en önde geleni Anadolu Selçuklularının yıkılışından sonra Anadolu beylerinin konakları ve daha sonra padişah saraylarıdır. Beylikler döneminde özellikle Osmanlı Beyliği ile Germiyan Beyliği Anadolu’da bir Türk edebiyatının meydana gelmesinde özel gayret göstermişlerdir. Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Yıldırım Bayezid, Emir Süleyman, Çelebi Mehmed ve II. Murad, şair ve yazarlara yakın ilgi göstermiş, onları çalışmalarında teşvik etmiştir. Bilhassa II.Murad’ın gayreti ile tercüme çalışmaları artmış, Arapça ve Farsça birçok eser Türkçeye tercüme edilmiştir.Edirne, edebiyatın gelişmesi için bereketli bir muhit olmuştur.istanbul’un fethinden sonra bu defa bu yeni saltanat merkezindeki padişah sarayı asırlarca canlılığını koruyan bir edebiyat muhiti oluşturmuş, devletin her tarafından edebiyat ve özellikle şiir alanında kendini gösteren kabiliyetler bu muhite girebilmek için gayret göstermişlerdir. Bu muhit padişahların ilgisine bağlı olarak genişlemiş veya durulmuştur. Padişahlardan sonra sıra ile şehzadelerin sarayları, sadrazamların, şeyhülislâmların, kazaskerlerin, çeşitli şehirlerdeki paşaların, beylerin konakları çoğu zaman şairlerin, ediplerin, musikişinasların korunup kollandığı birer özel sanat çevresi olmuşlardır. İstanbul dışında özellikle şehzadelerin bulunduğu sancak şehirleri Amasya, Manisa, Trabzon başka olmak üzere eski saltanat şehirleri Konya, Bursa, Edirne birer edebiyat muhiti olmaya devam etmiştir. Padişah ve şehzade sarayları ve devlet büyüklerinin konakları dışında başka edebiyat çevreleri de vardı. Bunlar daha çok şairlerin kendi aralarında yaptıkları toplantılarla oluşan edebiyat muhitleriydi. bu toplantılar, ya zengin bir sanat meraklısının ya da bir şairin evinde olurdu. Âşık Çelebi, Hasan Çelebi ve daha başka bazı tezkire yazarları bu muhitlere dair bilgi verirler. Şairlerin kendi aralarında toplanıp şiirlerini birbirlerine okudukları, tartıştıkları bu meclisler, sanatın gelişip yayılmasında yeni şairlerin ortaya çıkmasında önemli yer tutarlar. Şairlerin toplandıkları başka mekânlar da vardı. Bu mekânlar arasında dükkânlar ve meyhaneler önemli yer tutar. Zâti’nin Bayezid Camii avlusundaki remilci dükkânı şairlerin uğrak yeriydi. Şairlerin toplandığı meyhaneler daha çok Tahtakale, Balıkpazarı ve Galata semtlerinde bulunurdu. Bütün bu muhitler edebiyatın, özellikle şiirin gelişip yaygınlaşmasında yer tutmuştur.

 

DİVAN EDEBİYATININ BESLENDİĞİ KAYNAKLAR

Nazarî ve estetik unsurlarını İslâm kültüründen alan klâsik Türk edebiyatı, şiir ve nesir sahasında belli bazı kaynaklardan beslenmiştir. Bunların en önemlileri şunlardır: Kur’ân-ı Kerim: Klâsik Türk edebiyatının kaynaklarının başında Kur’ân-ı Kerim gelir. Kur’ân-ı Kerim’in inanış ve ibadetlerle, Hz. Muhammed’den önceki peygamberlerle ilgili âyetleri, bu edebiyatın her faaliyet alanında değişik şekillerde kullanıldı. Hadis: Hz. Muhammed’in çeşitli vesilelerle pratik hayat ve âhiretle ilgili söylediği sözlerden ibaret olan hadisler de klâsik Türk edebiyatının çok başvurduğu bir kaynak durumundadır. Bu sözler Arapça metni ile ya da Türkçeye tercümeleri ile şiir ve nesirde yer alırlar. Kısas-ı enbiyâ (peygamber hikâyeleri): Kur’ân-ı Kerim’de adları geçen peygamberlerin hikâyeleri Klâsik Türk edebiyatında ya telmih yolu ile belirtilir, ya da doğrudan işlenir. Bunların başında Hz. Muhammed’in hayatı gelir. Onun hayatını anlatan eserlere Siyer denir ve siyerler başlı başına bir tür teşkil ederler. ilk izleri Kur’ân-ı Kerim’de olan peygamberlerden, hikâyeleri en çok anlatılanlar, yaratılması ve cennetten atılması ile Hz. Âdem, Tûfan ile Hz. Nûh, Firavun’la mücadelesi ile Hz. Mûsa, sabır örneği olarak Hz. Eyyûb, uçan tahtı, yüzüğü ve hayvanlarla konuşması ile Hz. Süleyman, oğlu ismail’i kurban etmek istemesi ve Nemrut tarafından ateşe atılması ile Hz. ibrahim, oğlu Hz. Yusuf’tan dolayı ağlamaktan gözleri kör olan Hz.Yakub, güzelliği ve aşkı münâsebetiyle Hz. Yusuf, balık tarafından yutulması ile Hz.Yunus, ölüleri diriltmesi ve kör gözleri görür hâle getirmesi ile Hz. isa’dır. Menâkıb-ı evliya (evliya hikâyeleri): Birçok tanınmış velinin hikâyeleri de bu edebiyata konu oldu. Bunların başında, tacını tahtını terk ederek bir mağaraya sığınan Belh hükümdarı ibrahim Edhem gelir.Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdadî, Bâyezid-i Bistamî de adı çok geçen veliler arasındadır. Tasavvuf: Tasavvuf düşüncesini işleyen eserler, klâsik Türk edebiyatının önemli bir bölümünü teşkil eder. Vecd, fenafillhah, vahdet-i vücud, insan-ı kâmil gibi kavramlar etrafında pek çok konu işlenmiştir. Şehnâme (iran mitolojisi): Klâsik Türk edebiyatının kahraman kadrosunda Türk şahsiyetler yer almaz. Bunların büyük kısmını iran efsanelerinde ve özellikle Şehnâme’de geçen şahıslar teşkil eder. bunların başlıcaları şunlardır: Cemşid; Feridun, Behmen, iskender, Sam, Rüstem, Nûşirevân, Behram-ı Gûr. iran mitolojisi sadece şahıslarla değil, çeşitli hadiseleri ile de klâsik Türk edebiyatına girdi. Yerli hayat manzaraları: iran şiirinden alınarak kullanılan ortak malzeme ile ortak bir dünya kuran klâsik edebiyat şairleri, eserlerinde yerli hayat tasvirlerine pek yer vermemişlerdir. Ancak XVIII. yüzyıldan itibaren şehir hayatı, ramazan, bayram eğlenceleri, çeşitli merasimler mahallî hayat manzaraları da şiire girmeye başladı.

ÖNEMLİ ESER: DİVAN

Klâsik Türk edebiyatı şairlerinin bir ömür boyu yazdıkları şiirlerini bir araya getirdikleri deftere divan denir. Bu edebiyata, tertip edilen bu şiir defterlerinden hareketle divan edebiyatı dendiğini biliyoruz. Şiirler divana gelişigüzel giremezler. Onların belli bir düzeni vardır. Bu düzen iki esas göz önünde tutularak kurulur: Nazım şekilleri ve konular. Nazım şekillerine göre şiirler şu sıra içinde divana alınırlar: Kasideler, terkib-i bend ve terci-i bendler, musammatlar, mesnevî tarzında tarih manzumeleri, gazeller, rubaîler, kıt’alar, beyitler, müstakil mısralar. Bu sıra değişmez, biri diğerinin yerini alamaz. Konularına göre de tevhid ve münâcâtlar, naatlar, miraciyeler, dört halifeyi öven şiirler, din uluları ve tarikat büyüklerini yücelten şiirler, devrin padişahını öven şiirler, devlet büyükleri için methiyeler. Bunlardan sonra çeşitli olaylar etrafında düşürülmüş tarihler gelir. Bir divanın oluşabilmesi için bu yapıya kavuşması gerekir. Tam olmayan devanlara divançe denir. Divanlardaki şiirlerin şairin hangi devresine ait olduğu, onu ne zaman yazdığı bilinmez. Çünkü şiirler divanlarda tarihî sıraya göre yer almazlar. Ancak şiirin içindeki bilgiler, telmihler bu konuda ilgilenene yol gösterir. Böyle olunca şairin şiirde gösterdiği gelişmeyi sağlıklı şeklide takip etmek zordur.

MAHLAS

Klâsik Türk edebiyatı şairleri eserlerinde kendi isimlerini kullanmamışlardır. Her şair şiirlerinde kullanmak üzere kendilerine “mahlas” denilen takma bir ad almıştır. Şalirler bu takma adı kendileri seçtiği gibi, onlara bu şairlik ismi başka şair, üstat kabul ettiği kişiler tarafından da verilirdi. Bu takma isim çoğunlukla mahlasnâme denilen özel bir şiirle de duyururlardı. Fuzuli, Bakî, Figanî, Nef’î, Nâbî hep birer mahlastır. Bu şairlerin asıl isimleri başkadır. Mahlas, şiirde imza yerine geçer ve özel bir yeri vardır. Gazel ve kasidelerde şairin mahlasının geçtiği beyte taç beyit denir.


DİVAN ŞİİRİMİZDE NAZIM ŞEKİLLERİ

Klâsik Türk şiirinde geleneğin belirlediği nazım şekilleri vardır. Bunlar, başlangıcından itibaren hiçbir değişikliğe uğramadan yüzyıllar boyu aynı yapı içinde kullanılagelmiştir. Bu nazım şekilleri, nazım birimi beyit olanlar, kıt’a olanlar  ve bend olanlar olmak üzere üç grupta toplanabilir.

 

Nazım birimi beyit olanlar:

KASİDE

Beyit esasına göre yazılan, en az otuz bir, en çok doksan dokuz beyitten meydana gelen, kafiyelenişi gazel gibi, birinci beyit kendi arasında, diğer beyitlerin birinci mısraları serbest, ikinci mısraları birinci beyitle kafiyeli (aa-ba-ca-da-ea-...) nazım şeklidir.Ancak beyit sayısını sınırlamak zordur. Yüz beyti aşan kaside örnekleri de vardır. Kasidelerin ilk beytine matla, son beytine makta, en güzel beytine beytü’l-kasîd, şairin adını veya mahlasını zikrettiği beyte de taç beyit adı verilir. Kaside altı bölümden meydana gelir. Bunlar sırası ve özellikleriyle şöyledir:

1. Nesîb veya teşbib bölümü: Kasidenin ilk bölümüdür. Umumiyetle kasidelerin en uzun ve sanatlı bölümüdür. Şair bu bölümde mevsimleri, bayram günlerini, felsefî bir konuyu ve daha başka çeşitli konuları işleyebilir. Kasidelere ismini veren kısım bu bölümdür.

2. Girizgâh bölümü: Şairin, methini yapacağı, övgüye değer niteliklerini sıralayacağı kişiden bahsedebilmek için bir münasebet düşürdüğü, bunu en iyi şekilde yapabilmek üzere uygun bir durum belirlediği tek beyit veya iki beytin adı. Bu bölüme giriz de denir. Bu beyit veya beyitlerin ustaca yazılmış olması, nükteli bir söyleyişi ihtiva etmesi gerekir. Bu bölüm nesib bölümü ile methiye bölümünü birleştiren bağ vazifesini görür.

3. Methiye bölümü: Bu bölümde kasidenin muhatabı övülür.

4. Tegazzül: Gazel tarzında şiir yazma demektir. Şair genellikle methiye bölümünden sonra, bir fırsatını düşürüp aynı vezin ve kafiyede bir gazel söyler. Bunu söylemeden gazele geçeceğini bildirir.

5. Fahriye bölümü: Şairin, kendi kendisini övdüğü, sanatının diğer bütün şairlerden üstün olduğunu söylediği bölümdür.

6. Dua bölümü: Kasidelerin son bölümüdür.bu bölümde, şair Allah’tan, övdüğü kimse için ikbal ve saadet, uzun ömür ve başarı diler, kendisi de, kasidesini başarı ile bitirmesine imân verdiği için Allah’a karşı şükran duygularını dile getirir. Kasideler, konularına göre, Allah’ın birliğini işliyorlarsa veya ona yalvarış ve yakarış şeklinde iseler tevhid veya münâcât, Hz. Muhammed’e karşı duyulan sevgiyi dile getiriyorlarsa, naat, Miraç hadisesini anlatıyorsa Miraciye ölen birisi için yazılmışlarsa mersiye, övgü için yazılmışlarsa methiye, birini yermek için yazılmışsa hicviye isimlerini alırlar. Bundan ayrı olarak kasideler çoğunlukla nesib bölümlerinde ele alınan konulara göre isim alırlar. Buna göre, Padişahın tahta çıkışı için yazılanlara cülûsiyye, düğün törenlerini anlatanlara sûriyye, ramazan ayının gelişini kutlamak ve ramazanın faziletlerinden bahsetmek için yazılanlara ramazaniyye, bayramı konu alanlara bayramiyye veya iydiyye, muharrem ayını anlatanlara muharremiyye, yeni yılı kutlayanlara sâliyye, bahar mevsimini tasvir edenlere bahariye veya rebîiyye, kış mevsimi için yazılanlara şitâiyye, yaz eğlencelerini anlatanlara sayfiye veya temmuziyye, yeni yapılan bir bina için yazılmış olanlara dâriyye, hamam tasviri için yazılanlara hamamiyye, at tasvirleri ihtiva edenlere rahşiyye, nevruz dolayısıyla yazılanara nevruziyye, bir ülkenin veya kalenin fethi dolayısıyla o yerin fatihine sunulanlara fethiyye, barış üzerine yazılanlara sulhiyye, gittiği yerden veya seferden dönen padişah veya kumandanlara takdim edilenlere kudûmiyye denir. Bazı kasideler ise rediflerine göre gül, sünbül, lâle, menevşe, su, tig, kalem kasidesi gibi adlar alırlar. Arap edebiyatında cahiliye devrinde yazılmış kasidelerde, önce konakladığı yerden göç etmiş sevgili tasvir edilir. Daha sonra, şairin sevgilisini takiben çöllerde tabiatın zorluklarına ve vahşi hayvanlara karşı verdiği mücadeleler anlatılır. En sonra ise kasidenin asıl hedefi olan medih (övgü) kısmına geçilir ve şiir bu bölümle sona erer. islâmiyetin zuhurundan sonra kasidelerin tertibi büyük ölçüde aynı kalırsa da muhtevası değişir. Kasidecilik geleneği Emevî, Abbasî, Gaznelî, Samanî saraylarında, Müslüman iran’da Selçuklu ve Osmanlı saraylarında ve kültür merkezlerinde devam eder. Araplarda başlayan kaside nazım şeklinin en başarılı örneklerini iranlı şairler verdi. Ferruhî, Ascedî, Hakanî ve Enverî kaside şairlerinin başında gelir. Türk klâsik edebiyatında Ahmed Paşa, Necatî, Bakî, Nef’î ve Nedîm önemli kaside şairlerimiz arasında yer alır. Bilhassa Nef’i bu nazım şeklinde yazdığı şiirleriyle ün yapmıştır.

 

GAZEL

Klâsik Türk edebiyatının en önemli ve çok sevilip kullanılan bir nazım şeklidir. Beyit esasına göre yazılır. Bu nazım şekli ile çoğunlukla aşk, sevginin güzelliği, sevgilinin âşığa çektirdiği cefa, ilgisizliğinden şikâyet, kıskanma, ayrılığın verdiği ıstırap ve vuslat arzusu, sevgiliye karşı yakarışlar, içki sohbetlerindeki hâllerin ifadesi yanında bazen de tasavvufî konular, hayat, dünya ve âhiret hakkındaki düşünceler işlenir. En az beş, en çok on beş beyitten meydana gelirler. En çok kullanılan şekli beş ile yedi beyit arasında olanlarıdır. Üç beyit olanına da rastlanır. Kafiyeleniş şekli, ilk beyitin mısraları kendi aralarında kafiyeli, diğer beyitlerin birinci mısraları serbest, ikinci mısraları birinci beyitle kafiyelidir (aa-ba-ca-da-ea-...). Gazelin ilk beytine matla’ (doğuş yeri, başlangıç), son beytine de makta’ (bitiş, son) denir. İkinci beyte hüsn-i matla’, son beyitten bir önceki beyte de hüsn-i makta’ denir. Bu beyitlerin genellikle matla’ ve makta’ beyitlerinden güzel olmasına dikkat edilir. Gazelin ilk beytinin ikinci mısraı son mısra olarak tekrar edilirse buna redd-i matla’ denir. Matla’ın dışındaki bir mısra tekrarlanırsa buna redd-i mısra’ adı verilir.Şair, son, bazen de sondan bir önceki beyitte adını veya mahlasını zikreder. Bu zikrin yapıldığı beyte mahlas beyiti veya mahlashâne denir. Mahlasın bazen son iki beyitten daha önceki beyitlerde zikredildiği de olur. Bu durumda şair kendi adını zikrettiği beyitlerden sonra zamanın padişahını veya kimi tarikat ulularını över. Bu tip gazellere gazel-i müzeyyel (ekli gazel) denir. Gazelin en güzel beytine beytü’l-gazel veya şah beyit adı verilir. Şair gazelinin her beytini en mükemmel şekilde yazmaya çalışır. Böyle, her beyti aynı güzellikte olan gazellere yek-âvâz gazel denilir. Gazellerin her beytinde aynı temanın işlenmesi gerekmez. Ancak bazı gazeller baştan sona bir temayı ele alır ve işler. Bu tip gazellere de yek-âhenk gazel denir. Bazı gazeller mısra sonlarındaki kafiyelerden başka, bir de mısranın ortasında bir için kafiye meydana getirilerek yazılır. Beyitler bu kafiyelerden ayrılıp alt alta dörtlükler hâlinde yazılacak olursa (abab-cccb-dddb-...) şeklinde kafiyeli kıt’alar meydana gelir. Bu tip gazellere musammat gazel denir. Gazel kelimesi Arapça olduğu hâlde, Araplar, gazeli nazım şekli olarak ancak islâmiyetten önce, kasidelerin nesib kısımlarında ve bir de kasidenin methiye ve fahriye bölümlerinden sonra kullandılar. Gazel, müstakil bir nazım şekli olarak X. yüzyılda iran edebiyatında doğdu. XIII. yüzyılda da Türk şairlerince benimsendi. Bu nazım şekli, biçim, kuruluş ve iç yapı bakımından iran edebiyatı örnekleri ile aynıdır. XIII. yüzyılda Türk edebiyatının Anadolu sahasında rastlanan gazeller pek başarılı örnekler değildir. Tasavvuf konusunu işleyen bu ilk örneklerden sonra XIV. yüzyılda, diğer Türk sahaları ile birlikte Anadolu’da da başarılı gazeller yazılır. Fakat konu yine genellikle tasavvuf sahasında kalır. XV. yüzyılda gazel Çağatay sahasında Ali Şir Nevâî, Azerî sahasında Habîbî, Anadolu sahasında da Ahmed Paşa, Melihî ve bilhassa Necatî ile hızlı bir gelişme gösterir. Bu şairlerle gazel maddî ve manevî güzelliklerin, dünyevî zevk ve eğlencelerin, aşk, kadın ve şarap konularının ifade edildiği nazım şekli hüviyetini alır. XVI. yüzyıldan itibaren, her asrın büyük şairlerince mükemmel örnekleri verilen gazel nazım şeklinin son üstadı Yahya Kemal’dir.

MESNEVÎ

Klâsik Türk edebiyatı nazım şekillerinden biri de mesnevîdir. Edebiyatımıza iran’dan geçmiştri. Her beyitin mısraları kendi aralarında kafiyelidir (aa-bb-cc-dd-...). Gazel ve kaside gibi tek bir kafiyeye bağlı olmadığı ve beyit sayısında sınır bulunmadığı için daha ziyade uzun konuların ve hikâyelerin nazmedilmesinde kullanılır. Eserde, ağır ve yorucu olmasın diye genellikle aruzun kısa kalıpları kullanılır. Mesnevî nazım şekli ile yazılmış eserler konularına göre şöyle sınıflandırılabilirler: 1- Destanlar, savaş ve kahramanlık konularını işleyen mesneviler; iskendernâme (Ahmedî) 2- Aşk hikâyelerini konu alan mesnevîler: Leylâ ve Mecnun, Vamık u Azrâ, Hüsrev ü Şirin. 3- Dinî ve tasavvufî mesnevîler: Mevlid (Süleyman Çelebi), Hilye-i Hakanî (Hakanî), Hüsn ü Aşk (Şeyh Galib). 4- Ahlâkî-didaktik mesnevîler; Hayriyye (Nâbî). 5- Şehirleri ve o şehrin güzellerini anlatan mesnevîler; Şehrengiz-i Bursa (Lâmiî), Hûbannâme (Enderunlu Fazıl). 6- Eğlence ve düğünleri anlatan eserler; Surnâme (Vehbî). 7- Mizahî mesnevîler; Harnâme (Şeyhî).

MÜSTEZAT

Uzun ve kısa mısraların ard arda gelmesiyle meydana gelen, gazelin özel bir şekli olarak da kabul edilen nazım şeklidir. Uzun mısralar daima mef’ûlü/mefâ’îlü/mefâ’îlü/fe’ûlün kalıbıyla, kısa mısralar da bu kalıbın birinci ve sonuncu cüz’ünün birleşmesiyle meydana gelen mef’ûlü/fe’ûlün kalıbıyla yazılır. Kısa mısralara ziyade denir. Ziyadeler, üstlerindeki asıl mısranın manasına bağlıdırlar ve bunu mana bakımından tamamlar niteliktedirler. Ayrıca bu mısra ahenk monotonluğunu da giderir. Ziyadeler mısra olarak kabul edilmediklerinden müstezatlarda iki uzun iki kısa olmak üzere dört mısra bir beyit sayılır. Müstezatların kafiye örgüsünden uzun mısralar gazel gibidir. Kısa mısralar ise ya kendi aralarında ya da uzun mısralarla kafiyelidirler. Kısa mısralar (  ) işari içine alınmıştır. a(a)a(a)-b(b)a(a)-c(c)a(a)... a(b)a(b)-c(c)a(b)-d(d)a(b)... Müstezatların, bu iki tip kafiyelenişten daha serbest olarak a(b)a(b)-a(b)a(b)x(x)a(b)-x(x)a(b) şeklinde kafiyelenmiş oldukları da görülür. Uzun mısralar mefâ’îlün/mefâ’îlün/mefâ’îlün/mefâ’îlün kalıbı ile, kısa mısralar ise sadece mefâ’îlün/mefâ’îlün cüzleri ile yazılan müstezatlar vardır ki bunlara müstezât-ı südâsiye denir.Bunlara südâsiye denmesinin sebebi uzun ve kısa mısraların altı mefâ’îlün cüzünden meydana gelmiş olmasındandır. iki ziyadeli müstezatlar da vardır. Müstezat divan şairlerinin XVIII. yüzyıldan sonra fazla rağbet ettikleri bir nazım şeklidir.


Tek Dörtlükler:

RUBAÎ

Dört mısralık nazım şeklidir. Kafiyelenişi çoğunlukla aa ba şeklindedir. Ancak dört mısraı da birbiri ile kafiyeli olan rubaîler de vardır (aaaa) Bunlara rubaî-i musarra denir. Şairler rubaîlerde mahlas kullanmazlar. Rubaîlerin hususî aruz kalıpları vardır. Bunlar ahrem ve ahreb olmak üzere ikiye ayrılırlar. Türk edebiyatında yalnız ahrem vezinleri, bunların da ahenklileri kullanılmıştır. Şair rubaînin mısralarında aynı kümede olmak üzere, değişik kalıplar kullanabilir. Değişik kalıp kullanılan mısra umumiyetle üçüncü mısradır. Rubaîlerde şairler genel olarak hikmet taşıyan düşüncelerini, dünya görüşlerini rindâne tavırlarını, maddî ve manevî aşk anlayışlarını dile getirirler. Rubaî, iran edebiyatında doğmuş, oradan Türk ve Arap edebiyatlarına geçmiştir. Bu nazım şekline terâne, dü-beyt, cehâr mısrâ dendiği de olur. Bu türün en büyük şairi Ömer Hayyam’dır. Türk edebiyatında ise Azmizâde Haletî (XVII. yüzyıl) rubaî yazmayı meslek hâline getirmiştir. Rubaîlerde tek bir düşüncenin en kısa yoldan, en yoğun bir şekilde anlatılması gerekir Bu bakımdan mısralar arasında tam bir mana uyumu vardır. Rubaînin en kuvvetli mısraı üçüncü mısradır.

 

TUYUĞ

Bir dörtlükten meydana gelen bir nazım şeklidir. Rubaîye benzer. Kafiyeleniş şekli de onun gibi aaxa şeklindedir. Bunlara musarra tuyuğ denir.Aruz vezninin yalnız fâ’ilâtün/fâ’ilâtün/fâ’ilün kalıbı ile yazılır. Tuyuğ sadece Türklerin kullandığı bir nazım şeklidir. Halk edebiyatındaki mâninin rubaî karşılığı olarak klâsik şiire geçmesinden meydana geldiği söylenebilir. Mânide olduğu gibi tuyuğlarda da genellikle cinaslı kafiye kullanılır. Şairler, bu nazım şekli ile rubaîlerde olduğu gibi dünya görüşlerini, dinî tasavvufî düşüncelerini dile getirmişlerdir. Edebiyatımızda Kadı Burhâneddin tuyuğ şairi olarak isim yapmıştır. Seyyid Nesîmî ise musarra tuyuğları ile tanınır.  

 

Nazım Birimi Dörtlük Olanlar:

ŞARKI

Murabbadan çıkmış, dörtlü bendlerden oluşan nazım şeklidir. Halk edebiyatındaki türkü türünün klâsik şiirdeki aksi gibidir. En az 3, en çok 5 bend olurlar. Kafiyeleniş şekilleri arasında bazı farklılıklar görülür. aaaa-bbba-ccca şeklinde kafiyelendiği gibi abab-baba-ccca-ddda-...; aaxa-bbba-ccca-ddda-...; şeklinde kafiyelenmiş örnekleri de vardır. Şarkılar bestelenmek üzere yazıldıklarından mûsikî usullerine kolaylıkla uyabilecek kalıplarla ve özellikle mef’ûlü/mefâ’îlü/mefâ’îlü/fe’ûlün kalıbıyla yazılırlar. Şarkılarda her bendin üçüncü mısraına miyan ya da miyan-hâne denir. Söz ve bestenin en etkili yeri bu mısraa denk getirilir. Edebiyatımızın en güzel şarkı örneklerini Nedîm yazmıştır.  

Nazım birimi bend olanlar:Bunları musammat şekiller başlığı altında toplamak mümkündür.

MUSAMMAT

Musammat, en az 4, en çok 10 mısralı bendlerden kurulan nazım şekillerinin genel adıdır. Başlıca çeşitleri şunlardır: a) Murabba (dörtlü), b) Muhammes (beşli), c) Müseddes (altılı), d) Müsebba (yedili), e) Müsemmen (sekizli), f) Müaşşer (onlu), g) Terkib-i bend, terci-i bend. Musammatların her birinin iki çeşidi vardır: a) Müzdevic (birleşen) musammat: Her bendin son mısraları, ya da son beyitleri birbiriyle kafiyeli olan musammat biçimidir. b) Mütekerrir (tekrarlanan) musammat: Her bendin son mısraı, ya da son beyiti hiç değişmeyerek tekrarlanan musammatlardır. Klâsik Türk edebiyatında en çok kullanılan musammat çeşitleri murabba, muhammes, terkib-i ve terci-i bend’dir.  

MURABBA

Dörder mısralık beyitlerle kurulan nazım şeklidir. En az 3, en çok 7 bend olur. Murabbalarda ilk bend kendi arasında kafiyeli, diğer bendlerin ilk üç mısraı kendi arasında, son mısraı ise birinci bend ile kafiyelidir. aaaa-bbba-ccca-..... Bu tip kafiyeli murabbalara müzdeviç murabba denir. Bütün şiir boyunca bendlerin dördüncü mısralarının aynen tekrar edildiği murabbalar da vardır. Bunlara ise mütekerrir murabba adı verilir. Kafiye düzenleri: aaan-bbbn-cccn... şeklindedir. Bu nazım şekli her konu için kullanılabilir.

MUHAMMES

Beşer mısralık bendlerle kurulan nazım şeklidir. En az 4, en çok 7 bend olurlar. iki çeşidi vardır.Birinci bendin mısraları kendi aralarında, diğer bendlerin ilk dört mısraı, hepsi ayrı ayrı kendi içinde, beşinci mısraları da birinci bend ile kafiyeli olan muhammeslere müzdevic muhammes denir (aaaaa-bbbba-cccca-...). ilk bendin dört ve beşinci ya da yalnız beşinci mısraının öteki bendlerin sonunda tekrarlanması ile yapılan muhammeslere de mütekerrir muhammes adı verilir. (aaaan-bbban-cccan-dddan-...) aaaan-bbban-cccan-...dddan-...)Bu nazım şekli her konu için kullanılır.

TERKİB-İ BEND

Aynı vezinde düzenlenen 5 ilâ 10 veya ziyade bendden meydana gelmiş klasik Türk edebiyatı nazım şeklidir. Her bend en az 5, en çok 10 beyitten meydana gelir. Bunlarda her bend hâne ve vasıta olmak üzere iki kısımdan oluşur. Bendin son beytine vasıta veya bendiye, ondan evvelki beyitlerin hepsine birden terkibhâne denir. Kafiye düzeni şöyledir. Hanelerde ya bütün mısralar birbiriyle kafiyeli, yani musarra olur: Bu tip terkib-i bendler bir nevi müzdevic musammat’tır. Yahut gazelde olduğu gibi baştaki beytin mısraları birbiriyle kafiyeli, diğer beyitlerinm ilk mısraları serbest ikinci mısraları ilk beyit ile kafiyelidir. Vasıta beyti mutlaka her bendin sonunda değişir ve kendi mısraları arasında ayrıca kafiyelidir. 1. şekil: aa xa xa xa xa xa bb - cc-xc xc xc xc xc dd2. şekil: aa aa aa aa aa bb - cc cc cc cc cc dd- ... Terkib-i bend nazım şekli ile dinî, tasavvufî, felsefî ve toplumla ilgili düşünceler, zamanın kötülüğünden yakınmalar, talihten ve hayattan şikâyetler dile getirilir. Mersiyeler genellikle bu nazım şekli ile yazılır.

TERCİ-İ BEND

Terkib-i bend gibi 5 ilâ 10 beyitlik bendlerden kurulan, klâsik Türk edebiyatı nazım şeklidir. Terci-i bendde her bend terci’hâne ve vasıta olmak üzere ikiye ayrılır. Her bendin sonunda aynen tekrarlanan beyte vasıta, vasıtaların üstündeki beyitlerin  hepsine birden terci’nâme denir. Terci-i bendlerin kafiye düzeni şöyledir: 1. şekil: aa aa aa aa aa bn-cc cc cc cc cc bn-..... (Bu şekil bir çeşit mütekerrir musammattır). 2. şekil: aa xa xa xa xa xa   bn - cc xc xc xc xc bn-... Terci-i bendin kafiyeleniş şekli terkib-i bendde olduğu gibidir. Aralarındaki fark vâsıta beytinin terci-i bendlerde aynen tekrarlanmasıdır. Terci-i bendlerde çoğunlukla Allah’ın varlığı ve kudreti, kâinatın sonsuzluğu, insanın bu kudret ve sonsuzluk karşısındaki durumu ve hayattaki zıtlıklar gibi konular işlenir.

MISRA

Klâsik Türk şiirinde tek başına bir mısra da nazım birimi, hatta başlı başına bir nazım şeklidir.Mısra, en küçük nazım parçasıdır. Ancak bir şiirin parçası durumunda olmayıp tek başına yazıldığı durumlarda en küçük nazım şekli olarak kabul edilir. Bu şekilde kaleme alınmış, başlı başına bir mana ifade eden mısralara mısra-ı âzâde (bağımsız mısra) denir. ister bir şiirin parçası olsun, ister olmasın, mana bakımından ustaca söylenmiş mısralara mısra-ı berceste denir. Mısra-ı berceste olabilecek bir mısra söyleyebilmenin önemini Koca Ragıb Paşa’nın:                  

Eğer maksûd eserse mısrâ-ı berceste kâfîdir

mısraı belirtir. Buradan, klâsik Türk edebiyatında asıl verilmek istenen eserin mısra-ı berceste olduğu manası çıkarılabilir. Mısralar, mürettep divanlarda müfredat bölümünde yer alırlar.

VEZİN

Klâsik Türk şiiri Arap ve Fars edebiyatlarında olduğu gibi aruz vezni üzerine kurulmuştur. Osmanlı dönemi şiirinin son zamanlarındaki bazı denemeler dışında aruz, bu şiirin tek veznidir. Aruz vezni Araplara ait bir ölçü olduğu hâlde Türkler bunu iranlılardan almıştır. O dönem şiiri bütün varlığını, gücünü, başarısını bu vezinle göstermiştir. Şiir dili olarak Türkçe gelişmesini bu vezinle ortaya koymuştur. Denebilir ki, bünyesine aldığı Arapça ve Farsça kelimeleri de bu vezin yolu ile kabul etmiştir. Türkçe bu şiir ile olgun bir mûsikîye ulaşmış, mükemmel bir ahenk ortaya koymuştur. Türk şairleri aruzun Arapların ve iranlıların kullandığı her vezni şiirlerine ölçü olarak almamışlar, kendi zevklerine göre bir seçme yapmışlardır. Bu bakımdan bir nevi Türk aruzu da oluşmuştur denilebilir. Türk şiirinde aruz vezni ilk defa 1070 yılında yazılan Kutadgu Bilig’de görülür. Ancak son zamanlarda yapılan araştırmalarda aynı dönem eseri Dîvânü Lûgat-it Türk’teki nazım parçalarının bazılarının da aruzla yazılmış olduğu anlaşılmıştır. ilk devrelerde şairler, aruz veznini Türkçenin bünyesine uygulamada zorlanmışlardır. Ancak özellikle XVI. yüzyıldan itibaren aruz ile Türkçe, bir uyum içinde mükemmel şiir örnekleri vermişlerdir. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türk şiiri batı etkisi ile yeni bir safhaya girdi. Yüzyıllar boyu ihmal edilen hece veznine karşı ilgi arttı. Bu ilgi kısa zamanda aruzun aleyhine bir akım hâlini aldı. Osmanlı Devleti tarih sahnesinden çekildiği sırada hece, aruzun yerini büyük ölçüde almış ve şiirde hâkimiyetini kurmaya başlamıştı.


SANAT ANLAYIŞI VE ESTETİK OLGU

Klâsik Türk şiirinin kendine özgü bir sanat anlayışı ve estetik ölçüleri vardır. Şairler duygu ve düşüncelerini, dünyayı kavrayış ve değerlendirişlerini bu ölçüler içinde ifadelendirirler. Bu ifadelendirme belirli ve sınırlı benzetme ve imajlar ve bu imajlar etrafında teşekkül etmiş mazmunlar çerçevesinde olur. Mazmun kadrosu her şaire göre ayrı ayrı değil, hemen her şair ve bütün zamanlar için aynıdır, değişmez. Klâsik Türk şiirinin esasını mazmunlar oluşturur. Mazmun kalıplaşmış söz olmaktan çok, ifadedeki düz anlamın arkasında yer alan gizli anlamı veren bir sistemin adıdır. Görülen anlamdan ayrı ikinci bir anlam boyutu vardır. Bu sistem bütün hâlinde yürür. Şairin ele alacağı bir unsuru tavsif eden bir kelime beraberinde bütün bir kadroyu getirir. Bu kadro önceden bellidir. Göz deyince, câdû, mest, katil, âhû; dudak deyince gonca, mim, nokta, cevher, hokka, yahut mey, sır; saç deyince misk amber, sümbül, zincir, kement, ejder, perişan kelimeleri şekle, renge anlama dayalı kelimeler olarak kendiliğinden ortaya gelir. Şair bu dar ve belli dünya içinde başarılı olmak durumundadır. Bu kadroda değişiklik yapamaz. Klâsik şairler şiirlerinde sadece düz anlamı olan, okununca birden kavranan bir dünyayı vermezler. Onlar iç içe girmiş, birinden diğerine geçilen, iki, üç, hatta daha çok tabakadan oluşan bir anlam zenginliği ile şiirlerindeki dünyayı kurarlar. Bunu da mazmunlarla sağlarlar. Mazmunların bu anlamlarından başka bir de birbirine bağlı, iç içe geçmiş, birbirini açan saklı anlamları vardır. Ancak her mazmun için bunu söyleyemeyiz. Bazen bu gizli dünya kendisini kolayca ele verir. Klâsik şiirde hüner bunlarla ölçülür. Mazunlardaki bu gizli anlamı çözebilmek onunla temasa gelebilmek için klâsik şiirimizin imaj sistemini iyi kavramış olmak gerekir. Bu sistemi bilmeyenler klâsik şiirimizin kendi içinde kapalı bir dünyayı dile getirdiğini, yaşanılan hayatla hiç ilgili olmadığını söylerler. Bu kanaat doğru değildir. Mazmun dünyasının tam bir kategorik araştırması yapılmamışsa da, bu dünyanın arkasında nasıl yoğun ve canlı bir hayatın var olduğunu son dönemde yapılan araştırmalar ortaya koymaktadır. Bu araştırmalar klâsik Türk şiirinde günlük hayat yoktur, bu edebiyat yaşanılan hayatın dışındadır, gibi peşin hükümlerin haksız olduğunu gösteriyor.

 

Kaynak: Prof Dr. Nejat Birinci  


ÖRNEK GAZELLER KASİDELER ve DİĞER DİVAN EDEBİYATI MAHSULLERİ

 

KAYBOLAN KALBE GAZEL

Hüzünle dolmuşum ağlayan duman gibiyim,

Dikenler içindeyim bülbül-ü nâlân gibiyim. 

 

Yalnızlığın kara pençesine esir olmuşum,

Kırılmaz zincirleri esir aslan gibiyim. 

 

Lambaların titrek ışıklarında geceleri,

Gündüze hasret kara zindân gibiyim. 

 

Dudağıyla kalbindeki hüzünleri içmiş,

Kanun dişlerinde eriyen kanun gibiyim. 

 

Hüznü yudum yudum indirip de yüreğime,

Çöllerde Leylâsın arayın Mecnun gibiyim. 

 

Derbeder yüreğimde aşkı taşlara işlerim,

Aşka boynunu vermiş kutlu kurbân gibiyim. 

 

Dökülmeye başladım sararıp birer birer,

Alnına hüzünler konan hazân gibiyim. 

 

Bahçelerde çiçek kirli ellere kalmış,

Ayaklar altında çiçeğ-i yaban gibiyim. 

 

Ne gülümde renk var ne dalında şefkat,

Çaldılar aşkımı zamansız bir devran gibiyim. 

 

Hey Mehmedim hüzün sokakları arşınlarım,

Taşlara yürek koyan Koca Sinan gibiyim.

Mehmet Türkan

 

LEYLAYA GAZEL

Gönüllerin fatihi, sevdaya sultan Leylâ

Kanayan yüreklere merhem-i-i derman Leylâ 

 

Bir kor düşürdün Mecnunla dil-i mecruha sen

Çiçekleri gülleri aşkla dağlayan Leylâ 

 

Mecnun’u. çöle düşürdün Ferhad’ ı dağlara

Aşığa ölüm yazan idamlı ferman Leylâ 

 

Bülbüller kanıyla nasıl kızardıysa güller.

Bu canımla , kanımla olayım kurban

 

Leylâ Nasıl yakıp Mecnun’u çöllere düşürdün ise

Beni de yaraladın yüreğim püryân Leylâ 

 

Eteğinden süründü görünce gönül seni 

Zülfünün tellerine düşer gonce baran Leylâ 

 

Cefa etme ne olur, yüreğim yârelidir

Mecnun etme, ağlatma, bırakma bîcan

 

Leylâ Ölüm gelir göçermiş fâni felekten insan

Ya ayrılık ne olur? Eritir zaman Leyla 

 

Yeni aşıklar buldu hâlâ bâki dünyâda

Mehmed sana sevdâlı, cefâdan aman Leylâ 

 

Dilek tarlasına umut tohumları ektim

Bir gün yeşerir elbet döner de devran Leyla

Mehmet TÜRKAN 

 

 

MECNUNA GAZEL

Gel de gör sevdâkâr ruhsuz yüreği Mecnun

Leylâlar günah kokar, âşıkları mecnun 

 

Duman duman inlerdin çöllerde Leylâ diye

Her nefesin bir şifa, aşka dermandı Mecnun 

 

Aşk deyince düşerdin sevdâkâr yüreklere

Ne çöl ne Leyla yerini günah aldı Mecnun 

 

Yürekler demirle, zırhlarla donandı şimdi

Ne nâliş ne yanma kalpler demir oldu Mecnun 

 

Güller savdâ şarkıları söylemiyor artık

Bülbüller dikenlerin esîri oldu Mecnun 

 

Mecnun demek günah delisi demek şimdi

Aşk yoluna günah taşları döşendi Mecnun 

 

Hazan yaprağı gibi sarardı sevdâların

Bize bakarsan Leylâ’ya boşa yandı Mecnun 

 

Baksana aşklarımız kuma yazılmış bizim

Bir solukta silinir sevdâlar doldu Mecnun 

 

Leylâları arama kayboldu oldu meçhul

Zilliler oldu Leyla, züppeler oldu Mecnun 

 

Hey Mehmedim, aşığım aşk yolunda yürürüm

Leylâ ile Mecnûnlar bana yâr oldu Mecnun

Mehmet TÜRKAN 

 

 

AYRILIK GAZEL

Bir namlunun ateşi gibi çıkar ayrılık  

Düştüğü yeri pâreler de yakar ayrılık 

 

Ona hicran derlerdi yakardı yürekleri, 

Bülbülleri gül bahçesinden kovar ayrılık. 

 

Susuz çöllere düşürür püryân  gönülleri,

Kocatır aşığı,belini büker ayrılık. 

 

Ağzından zehirler damlayan ejderha gibi, 

Gönül bahçesinde vuslatı sokar ayrılık. 

 

Gün gelir de biter gidermiş dertler acılar, 

Döner döner de hep başıma çöker ayrılık. 

 

Tartarlar ölüm ile ayrılığın dirhemini,

Her zaman ölümlerden fazla çeker ayrılık.

 

Hiç peşinden ayrılmaz bir olmuş sinelerin,

Bir dert biterse öbürünü salar ayrılık. 

 

Cânânın çeşminden gölgemin gittiği anda,

Kara zindan gibi başıma çöker ayrılık. 

 

Ağlamak yetmez onun gidişine ardından,

Okunu çekerse dikenleri diker ayrılık. 

 

Mehmed ayrılıkları bilirdin amma, 

Çekemedim öldürdü beni, yeter ayrılık

Mehmet TÜRKAN 

 

GAZEL 

Beni candan usandırdı / cefâdan yâr usanmaz mı 

Felekler yandı âhımdan / murâdım şem'i yanmaz mı 

 

Kamu bîmârına cânân / deva-yı derd eder ihsan 

Niçün kılmaz bana derman / beni bîmar sanmaz mı 

 

Şeb-i hicran yanar cânım / döker kan çeşm-i giryânım 

Uyadır halkı efgânım / gara bahtım uyanmaz mı 

 

Gûl-i ruhsârına karşu / gözümden kanlu akar su 

Habîbim fasl-ı güldür bu / akar sular bulanmaz mı 

 

Gâmım pinhan dutardım / ben dedîler yâre kıl rûşen 

Desem ol bî-vefâ bilmen / inanır mı inanmaz mı 

 

Değildim ben sana mâil / sen ettin aklımı zâil 

Bana ta'n eyleyen gâfil / seni görgeç utanmaz mı 

 

Fuzûlî rind-i şeydâdır / hemîşe halka rüsvâdır 

Sorun kim bu ne sevdâdır / bu sevdâdan usanmaz mı

FUZULİ

 

GAZEL

Bahâr boldu vü gül meyli kılmadı könlüm

Açıldı gonca ve lîkin açılmadı könlüm

 

Yüzün hayâli bile vâlih erdi andak kim

Bahâr kelgen ü kitkenni bilmedi könlüm

 

Yüzün nezâresi de mest ü mahv idi yani

Ki gül çağıda zamâni ayılmadı könlüm

 

Zamâne gülbünide gonca dektür il könlü

Olarga şükr ki bâri katılmadı könlüm

 

Nevâyi gonca tilep könlüm ağzın etti heves

Egerçi tampadı lîkin yanılmadı könlüm

Ali Şîr Nevâî

 

AYRILIK GAZEL

bükük, mahzun kalbim kiriktir

Bilki sevgilim bu son ayriliktir. Seni aldi bana verdi uzaklar

Ah sevgilim, bu ne güzel ayriliktir. Körpecik kalbimde kainat yikiktir

Bu kalbi bina eden ayriliktir. Uzarsa ayrilik, çetin tuzaklar

Ben sikari kurtaran ayriliktir. Kendinden ayirmissa bizi Yaradan

Gel ayri kalalim. ask ayriliktir. Zamani yakip mekani yikalim

Zifaflar yalan, vuslat ayriliktir. Ölüm merdiven sonsuza çikalim

Ölüm sonsuz hayat ve ayriliktir. Ne fazilet ararim ne hakikat

Tek gerçek Allah, iman ayriliktir. Hayalin zihnimde yirtik-pirtiktir

Hayalin kalbimde hep ayriliktir. Aritik ismini yadetmek ne mümkün

Ismin ayrilik, yer gök ayriliktir. Bu gece ay ve mehtap pek iliktir

Yapraklarda kipirti, ayriliktir. Siirler, gazeller hep satiliktir

Siir degil yazdigim, ayriliktir. Kime ne anlatsin tutusmus yürek

Duy sesimde yangini, ayriliktir.

 

(II)

Ayrilik bir günes, gece yakalim

Kalbimiz bir olsun ayri kalalim. Biksin bizden, kovsun bizi geceler

El-ele, kalb-kalbe ayri kalalim. Deniz gözlerimle aglayalim

Gülsünler bize, biz ayri kalalim. Yikilsin gözümüzden sefil zevkler

Zevk içinde böyle ayri kalalim. Kirilsin kolu-kanadi bu askin

Askin hatirina ayri kalalim. Ayrilik bir günes, gece yakalim

Gözümüz kör olsun, ayri kalalim. Asim Kahveci

 

 

GAZEL

Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm

Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm

 

Bulundum ben dahi dar-üş-şifa-yı Bab-ı Âli'de

Felatun'u beğenmez anda çok divaneler gördüm

 

Huzur-ı gûşe-yi meyhaneyi ben görmedim gitti

Ne meclisler ne sahbâlar ne işrethaneler gördüm

 

Cihan namındaki bir maktel-i âma yolum düştü

Hükümet derler anda bir nice salhaneler gördüm

 

Ziya değmez humarı keyfine meyhane-i dehrin

Bu işretgehte ben çok durmadım ammâ neler gördüm

  Ziya Paşa 

 

 GAZEL 

Âsâfın miktarını bilmez Süleyman olmayan 

Bilmez insan kadrini âlemde insan olmayan 

 

Zülfüne dil vermeyen bilmez gönül ahvâlini 

Anlamaz hal-i perişanı perişan olmayan 

 

Rızkına kani' olan gerdûna minnet eylemez 

Âlemin sultanıdır muhtâc-ı sultân olmayan

 

Kim ki korkmaz Hakk'tan ondan korkar erbâb-ı ukûl 

Her ne isterse yapar Hakk'tan hirasan olmayan 

 

İ'tiraz eylerse bir nâdân Ziyâ hamûş olur 

Çünki bilmez kadr-i güftârın sühândan olmayan. 

ZİYÂ PAŞA

 

UNUTMA 

'Azm-i sefer ettin dil-i zârı unutma 

Gittin güzel amma dil-i nâçârı unutma 

 

Gahice uyandıkça şebistanı sefâda 

Şol gice olan sohbet-i hemvârı unutma

 

Vardıkça şeker-hâba girüb bister-i nâza 

Ne zehr içer dîde-i bidârı unutma 

 

Nûş eylediğim demler efendim mey-i gül renk 

Bu mest-i zehir-nûş-ı elemhârı unutma 

 

Ahvâlimi yazdım bütün evrâk-ı dilimde 

Destimdeki mecmûa-i naçârı unutma 

 

Ağlatmayacaktın yola baktırmayacaktın 

Ol vade-i be-tekrar tekrar unutma 

ESRÂR DEDE                    

 

 

UNUTULMUŞ

Bir devirde geldik ki azîzân unutulmuş

Tutmuş yerini hurd u büzürgân unutulmuş 

 

Gitmiş nemeki mâide-i hân-ı vefânın

Alemde hukûk-ı nemek ü nân unutulmuş 

 

Nâdanlık olup mu’teber ebnâ-yı zamandan

Hattı bozulup nüsha-i irfân unutulmuş 

 

Hikmet taleb-i mâlda Kârûn gibi şimdi

Hâhişgârî-i lokmada Lokmân unutulmuş 

 

Olmuş o kadar halk-ı cihân mekrde üstâd

Kim sâbıka-i şöhret-i şeytân unutulmuş  

 

Halk açmadadır birbirine pençe-i târâc

Ahkâm-ı Hudâ ma’nî-i Kur’an unutulmuş 

 

Nâbî kimi görsen yürüdür hükmünü nefsin

Hakk’ın bize gönderdiği fermân unutulmuş

  NÂBÎ

 

 TERKİB-İ BEND 

İkbâl için ahbâbı siyânet yeni çıktı

Bilmez idik evvel işbu dirayet yeni çıktı 

 

Sirkat çoğalıp lafz-ı sadakat modalandı

Namus tamam oldu hamiyet yeni çıktı 

 

Düşmanlara ahbabını zemn oldu zarafet

Dildârdan ağyâre şikâyet yeni çıktı 

 

Sâdıkları tahkir ile red kâide oldu

Hırsızlara ikrâm u inâyet yeni çıktı 

 

Hak söyleyen evvel dahi menfur idi gerçi

Hainleri ammâ ki riâyet yeni çıktı

 

Aciz olanın ketmolonur hakk-ı sarîhi

Mahmîleri her yerde himayet yeni çıktı 

 

İslâm imiş devlete pâ-bend-i terakki

Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı 

 

Milliyeti nisyan ederek her işimizde

Efkâr-ı frenge tabâiyet yeni çıktı 

 

Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık

Zirâ ki ziyân ortada bilmem ki ne kazandık. 

Ziyâ Paşa 

 

 

SULTANIM

Celis-i halvetim, varım, harim-i mah-ı tabanım

Enisim, maremim, varım, güzeller şahı sultanım 

Hayatım, hasılım, ömrüm, şarab-ı kevserim, adnim

Baharım, behcetim, rüzum, nigârım, vird-i handanım 

Neşatım, sükkerim, gencim, cihan içinde bi-rencim

Azizim, Yusufum, varım, gönül Mısrındaki hanım 

Stanbulum, Karamanım, diyar-ı mülket-i Rumum

Bedehşanım ve Kıpçağım ve Bağdadım, Horasanım

Saçı marım, kaşı yayım, gözü pür-fitne bimarım  

(Kanunî’nin eşi Hürrem Sultan’a yazdığı şiir)       

 

 

GAZEL

Keşf ey nikâbını yer göğü münevver et

Bu âlem-i anâsırı firdevs-i enver et 

 

İki cihanda kalmamışım nesneye hemîn

Yâ Râb, Habîbinin bana vaslın müyesser et 

 

Defret lebini cûşa getir havz-ı kevseri

Anber saçını çöz bu cihanı muattar et 

 

Âb-ı hayât olmayıcak kısmet ey gönül

Bin  yıl gerekse Hızr ile seyr-i Skender et 

 

Zeynep ko meyli  ziynet-i dünyaya zen gibi

Merdâne varısa da olup terk-i zîver et

ZEYNEP HATUN

                

 

DÜNYADA İNSAN

Menzil-i nâmütenâhî koca bir yüklü gemi

Pupa yelken gidiyor bir sonu yok ummanda

 

Fareler, ambarının bir köşesinde tutunup

Yaşıyorlardı, fakat izleri yok meydanda 

 

Yiyecek bol, içecek bol, yatacak yer âlâ

Bu kadar rahat ederdi ulu bir sultan da 

 

Sanıyorlardı yapılmış bu saray onlar için

Hepsi sabitti temerrüdle bu fâsit zanda 

 

Ne saray onlar içindi, ne de onlar maksûd

Başka bir gâye gözetmekte idi kaptan da 

 

İşte âlem gemisinde buna bir başka misâl

Hilkati kendisine mâl edinen insan da                       

Ferid KAM        

 

 

 

GAZEL 

Ben umardım ki seni yãr-ı vefâdâr olasın

Ne bileyim ki seni böyle cefâkâr olasın 

 

Reh-i aşkında neler çektiğim ey dost benim

Bilesin bir gün ola aşka giriftâr olasın 

 

Sen ki cân gülşenin bir gül-i nev restesisin

Ne revâdır bu ki her hâr u hasa yar olasın 

 

Beni azâde iken aşka giriftar ettin

Göreyim sen dahi benim gibi giriftar olasın 

 

Beddu'a etmezem amma ki Huda'dan dilerim

Bir senin gibi cefakâra hevâdar olasın 

 

Şimdi bir haldeyiz ilenen düşmenine

Der ki Mihrî sen dahi siyehkâr olasın 

Mihri Hatun

 

 

DİYALEKTİK GAZEL

Şiire Yorum Yapın ebruli nurlarla gelir 

öyle bir yanardağdır ki öfkesi 

mutantan destur'larla gelir 

 

karşıtıyla yüklüdür herşey 

mutlak çözümlerden vazgeç 

tartışılmaz mükemmellikler 

ne gizli kusurlarla gelir 

 

sen sen ol korkma karanlıktan 

dik ışık çekirdeklerini 

çünkü en berrak sular bile 

en yağlı çamurlarla gelir 

 

nasıl doğmakla başlarsa ölüm 

ölmekle başlar öyle hayat 

bil ki dünyayı sarsan sıçramalar 

birikmiş şuurlarla gelir 

ATTİLA İLHAN

 

 

GAZEL

Ey fitnesi çok kavli yalan yandım elinden,

Bir nâz ile bin gönlüm alan yandım elinden 

 

Sen şem gibi gayr ile mecliste gülersin

Ben akıtırım yaş ile kan yandım elinden 

 

Her hâr ile sen sohbet edersin dün ü gün ben

Derdim ederim mûnis-i can yandım elinden 

 

Şol sunduğun âteş midir ey sâki bana kim

Kim aldın ele câm heman yandım elinden 

 

Ahmet çeke cevrini göre lûtfunu ağyâr

Ey şefkati az şûh-i can yandım elinden

Ahmet PAŞA 

 

GAZEL

Hattım hîsabın bil dedin gavgalara saldın beni

Zülfüm hayalin kıl dedin sevdalara saldın beni  

 

Geh ebr veş giryan edip geh bâd veş püyân edip

Mecnun-ı sergerdan edip sahralara saldın beni  

 

Vaslım dilersin çün dedin lûtf edeyin olsun dedin

Yârın dedin birgün dedin ferdâlara saldın beni  

 

Yusuf gibi izzette sen Yakub veş mihnette ben

Dîl sakin-î beytül hâzen tenhalara saldın beni  

 

Bakî sıfat verdin elem ettin gözüm yaşını yem

Kıldın gârik-î bahr-î gâm deryalara saldın beni 

Baki  

 

GAZEL

Bir kadehle bizi sâki gamdan âzâd eyledi

Şâd olsun gönlü anın gönlümü şâd eyledi 

 

Bende idi bunca yıllar kaddine serv-i revan

Doğrulukla kulluk, ettiğiyçün âzâd eyledi 

 

Husrev-i kûbân eden sen dilber-i şirin-lebi

Bisütun-ı aşk içinde beni Ferhâd eyledi 

 

Od ile korkutma va’iz bizi kim Lâl-i nigâr

Cânımız bizüm oda yanmağa mu’tâd eyledi 

 

İster isen milk-i hüsn âbâd ola dâd eylekim

Pâdişahlar dâd ile milkini âbâd eyledi

Hoca Dehhani 

 

GAZEL

Azm-i sefer ettin dil-i nâçârı unutma

Gittin güzel ammâ bu dil-efkârı unutma  

 

Gâhîce uyandıkça şebistân-i safâda

Şol gice olan sohbet-i hemvârı unutma  

 

Vardıkça şeker-hâba girip bister-i nâza

Ne zehr içer dîde-i bîdârı unutma  

 

Ben sabr edeyim derd ü gam-i hecrine ammâ

Sen de güzelim ettiğin ikrârı unutma  

 

Ağlatmayacaktın yola baktırmayacaktın

Ol va’de-i tekrâr-be-tekrârı unutma  

 

Yok tâkati hicrânına lûtf eyle efendim

Dil-haste-i aşkın olan Esrârı unutma

Esrar Dede 

 

 

GAZEL

Hâsılım yoh ser-i kûyunda belâdan gayrı

Garazım yoh reh-i aşkında fenâdan gayrı 

 

Ney-i bezm-i gamem ey âh ne bulsan yele ver

Oda yanmış kuru cismimde hevâdan gayrı 

 

Yetti bîkesliğim ol gaayete kim çevremde

Kimse yoh çevrile girdâb-ı belâdan gayrı 

 

Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bâd-i sebâdan gayrı

 

Bezm-i aşk içre Fuzûlî nice âh eylemeyen

Ne temettu bulunur bende sadâdan gayrı

Fuzuli 

 

GAZEL

Cihân-ârâ cihân içindedür arayı bilmezler

O mâhîler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler 

 

Harâbat ehline dûzah azâbın anma ey zâhid

Ki bunlar ibn-i vakt oldu gam-ı ferdâyı bilmezler 

 

Şafak-gûn kan içinde dâgını seyr etse âşıklar

Güneşde zerre görmezler felekde ayı bilmezler 

 

Hamîde kadlerine rişte-i eşki takub bunlar

Atarlar tîr-i maksûdu nedendür yayı bilmezler

 

Hayalî fakr şâlına çekenler cism-i uryânı

Anunla fahr ederler atlas ü dîbâyı bilmezler 

Hayali 

 

GAZEL

Halk içinde mu'teber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi 

 

Ko bu ayş u işreti çünkim fenâdur âkıbet

Yâr-ı baaki ister isen olmaya tâat gibi 

 

Olsa kumlar sağışınca ömrüne hadd ü aded

Gelmeye bu şişe-i çarh içre bir sâat gibi 

 

Saltanat didükleri ancak cihân gavgaasıdur

Olmaya baht u saâdet âlem-i vahdet gibi 

 

Ger huzûr itmek dilesen ey Muhibbî fârig ol

Var mıdur vahdet makaamı gûşe-i uzlet gibi

Muhibbi (Kanuni) 

 

 

GAZEL

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz

Bir neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz 

 

Çok da mağrûr olma kim mey-hâne-i ikbâlde

Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz 

 

Top-ı âh-ı inkisâra pây-dâr olmaz yine

Kişver-i câhın nice sengin hisârın görmüşüz 

 

Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest

Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz 

 

Bir hadeng-i cân-güdâz-ı âhdır ser-mâyesi

Biz bu meydânın nice çâbük-süvârın görmüşüz 

 

Bir gün eyler dest-beste pây-gâhı cây-gâh

Bî-aded mağrûr-ı sadr-ı i'tibârın görmüşüz

 

Kâse-i deryûzeye tebdil olur câm-ı murâd

Biz bu bezmin Nâbiyâ çok bâde-hârın görmüşüz 

Nabi

 

GAZEL

Bir devlet içün çehre temennâdan usandık

Bir vasl içün ağyâra müdârâdan usandık 

 

Hicrân çekerek zevk-ı mülâkaatı unutduk

Mahmûr olarak lezzet-i sahbâdan usandık 

 

Düşdük katı çokdan heves-i devlete ammâ

Ol dâiye-i dağdağa-farmâdan usandık 

 

Dil gamla dahi dest ü giribândan usanmaz

Bir yâr içün ağyâr ile gavgaadan usandık 

 

Nâbi ol âfetin ahvâlini nakl itEfsâne-i

Mecnûn ile Leylâ'dan usandık

 Nabi 

 

GAZEL

Ben nice gözle nice denizle nice gazelle

Rimle gördüm rimle bildim rimle yaşadım seni

 

Sen ne iydin güzeldiysen de çirkindiysen de

Kocan ne iydi sonra Niyde ilinde gökyüzleri

 

Sonra ilk çağlar savaşlarında para ve Babil

Dilber derebeyleri haraca bağlayan aşkımızı ekmeğimizi

 

Sonra bulunmaz hint kumaşı lafbilirliğindi

Beni yüzyıllık kümesine dadandıran tilki

 

Tüy aldım ki evrende kalkıp gitmeleri özetliyorsun

Seni bilmek ne uzun kelime ne acaip ilgi

 

Ama ben nice gözle nice denizle nice gazel

Lerimle gördüm lerimle bildim lerimle becerdim o işi

Cemal Süreya   

 

 

GAZEL

cananı benim sevdiğimi can bilir ancak 

gönlüm dileğin dünyada canan bilir ancak 

 

bildim hem akl ile hem ilm ile hakkı 

şöyle bildim onu ki kuran bilir ancak 

 

ibdal oluben beyliğin eden arifi gör ki 

bu saltanatın kadrini sultan bilir ancak 

 

kim aşk denizine dalıp gark olagörsün 

bu aşk denizinin bahrini umman bilir ancak 

 

ey saki getir devr-i ayağın tozu ile sun ki 

bu devr-ayağın devrini devran bilir ancak 

 

işret meclisine gelip giden meyler içilir 

pinhane çeker şöyle ki şeytan bilir ancak 

 

hiç kimse Nesimi sözünü fehm edebilmez 

bu kuş dilidir bunu süleyman bilir ancak

Kul Nesimi 

 

 

GAZEL

arılar mesnevisi bahar çiçekleri

yüreğimin binbir renkli leylasından geçtiler

 

aşıklar doğmak için yeniden aşkın seherine

içimin gök betiği gecesinden geçtiler

 

kuyularda sahipsizdim beni kardeşlerim yaktı

ve yakub’un gözlerinden semenderler geçtiler

 

demirciler çarşisinda geçilmez celalillerden

denenmişin denendigi çarşilardan celaliler geçtiler

 

kervanbaşi ölçü alir ölçü satar hanlarda 

can kirildi meyden neşveyi züleyha’dan içtiler

 

o diyarın kurbanı ibrahim berzahın mesihi 

evlileri söğüt altı ve dahi rindleri seçtiler

 

bütün derman ustalar bir elden terk ettiler

nev truva atının terkisinde sürçtüler

Kaynak: Tali Bir Akşam

İSMAİL AYKANAT 

 

 

GAZEL

Dil-i zârı haste kıldı ne yaman nezâredür bu

Şeb-i gamda koydu hâlün ne siyâh sitâredür bu 

 

Açılub gül-i terinden mey içerdi sâgarından

Ele al ki hanceründen dil-i pâre pâredür bu 

 

O periyi âh-ı şeb-gîr ede câme-hâbâ teshîr

Olunur mu lûtfu ta’bir ne hoş istihâredür bu

 

Felekaa dokuz sefînen güm eder habâb-veş dil

Hazer eyle cünbişinden yem-i bî-kenâredür bu 

 

Der imiş görüb ol âfet bu tahammülüm cefâya

Dil-i Nâilî değüldür kopa seng-i hâredür bu

Naili-i Kadim 

 

GAZEL

Çıkalı göklere âhum şereri döne döne

Yandı kındîl-i sipihrün ciğeri döne döne 

 

Ayağı yir mi basar zülfüne ber-dâr olanun

Zevk u şevk ile virür cân ü seri döne döne 

 

Şâm-ı zülfünle gönül Mısrı harâb oldu diyu

Sana iletdi kebûter haberi döne döne 

 

Sen durub raks idesin karşuna ben boynum eğem

İne zülfün koça sen sîm-beri döne döne 

 

Kâ’be olmasa kapun ay ile gün leyl ü nehâr

Eylemezlerdi tavâf ol güzeri döne döne 

 

Sen olasın diyu yir yir asılub âyineler

Gelene gidene eyler nazarı döne döne 

 

Ey Necâtî yaraşur mutribi şeh meclisinün

Rak urub okuya bu şi’r-i teri döne döne 

Necati

 

 

REDİFLİ GAZEL

Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana

Mey süzülmüş şişeden ruhsâr-ı al olmuş sana 

 

Bûy-i gül taktîr olunmuş nâzın işlenmiş ucu

Biri olmuş hoy birisi dest-mâl olmuş sana 

 

Sihr ü efsûn ile dolmuştur derûnun ey kalem

Zülfü Hârut’un demek mümkin ki nâl olmuş sana 

 

Şöyle gird olmuş fireng-istan birikmiş bir yere

Sonra gelmiş gûşe-i ebrûda hâl olmuş sana 

 

Ol büt-i tersâ sana mey nûş eder misin demiş

El-amân ey dil ne müşkilter suâl olmuş sana 

 

Sen ne câmın mestisin âyâ kimin hayrânısın

Kendin aldırdın gönül noldun ne hâl olmuş sana 

 

Leblerin mecrûh olur dendân-ı sîn-i bûseden

La’lin öptürmek bu hâletle muhâl olmuş sana 

 

Yok bu şehr içre senin vasf ettiğin dil-ber Nedîm

Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana

Nedim 

 

 

YANARAM GAZELİ

Senden ırağ ey sanem şâm u seher yanaram 

Vaslunı arzularam dahî beter yanaram

 

'Aşk ile şevkun odı cânuma kâr eyledi 

Gör nice tâbende uş şems ü kamer yanaram

 

Senden ırağ olduğum bağrumı kân eyledi 

Oldı gözümden revân hûn-ı ciğer yanaram

 

Şem'-i ruhun sureti karşuma gelmiş dürür 

Şa'şa'asından bana şu'le düşer yanaram

 

Sabr ile ârâm-ı dil kapdı elimden gamun 

Bâd-ı hevâdan değil gamdan eğer yanaram

 

Çıhdı içimden tütün çerhı boyadı bütün 

Gör ki ne ateşdeyem gör ne kadar yanaram

 

Yandığım ol yâra çün gizlü değil ben dahi 

Her ne kadar kim anun gönlü diler yanaram

 

Müddeî yanar demiş gamda Nesîmi belî 

Gamda yanan yân yar çünkü sever yanaram

  NESÎMİ ( ? - 1404/18)

 

SADELEŞTİRME

Senden uzakta güzel, gece gündüz yanarım 

Kavuşmayı arzular daha beter yanarım

 

Aşkla arzu ateşi ta canıma işledi

Bir bak güneş ay gibi ne tutuşur yanarım

 

Senden uzakta olmak bağrımı kan eyledi 

Gözümden ciğer kanım taşar taşar yanarım

 

Yüzünün parlak resmi karşımda durur her an 

Aksinden yüreğime çıngı düşer yanarım

 

Sabrımı her şeyimi kaptı elimden derdin 

Boşuna değil yanmam dert yetişir yanarım

 

Taştı gözümden duman göğü kapladı hemen 

Ne harlı ateşteyim gör ne kadar yanarım

 

Yandığımı sevgili bilmektedir öyleyse 

O ne kadar isterse ben o kadar yanarım

 

Can düşmanım demiş ki Nesîmi yanmaktadır 

Dertte yanan yâri yâr çünkü sever yanarım.

 

 

 

GAZEL

Gitdin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile

İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile 

 

Devr-i meclis bana gird-âb-ı belâdır sensiz

Mey-i rahşânı değil sâgar-ı gerdânı bile 

 

Bağa sensiz varamam çeşmime âteş görünün

Gül-i handânı değil serv-i hırâmânı bile 

 

Sineden derd ile bir âh edeyin kim dönsün

Aksine çerh-i felek mihr-i dırahşânı bile 

 

Hâr-ı firkatle Neşâtî-i hazînin vâ hayf

Dâmen-i ülfeti çâk oldu girîbanı bile

Neşati

 

 

 

GAZEL

Gencinen olsam vîrân edersin

Âyînen olsam hayrân edersin 

 

Tîr-i nigehden dâğ-ı derûna

Baksan ne işler seyrân edersin 

 

Sâkî kerâmet sende ya bende

Bahri habâba mihmân edersin 

 

Nezzâre-i germ etdikçe ey çeşm

Âteşle âbı yek-sân edersin 

 

Ey huşk zâhid dem urma meyden

Dest-i duâyı mercân edersin 

 

Zâhid o meh-veş bir nûrdur kim

Büttür demezsin îmân edersin 

 

Mâdâm uçarsın gözlerde ammâ

Rûyun perî-veş pinhân edersin 

 

Tabl-ı tehîden gümdür suhanler

Bî-hûde Gaalib efgaan edersin

 

Etvâr-ı çerhe uy mevlevî ol

Seyrân edersin devrân edersin

Şeyh Galib

 

 

GAZEL

Koycek bize gardaş duman atturdu zügürtlük

Kokden pılıyu pırtıyu satdurdu zügürtlük 

 

Zarraflar inanmaz asunaflar söze ganmaz

Çok kimseyü gehr ile zıbartdurdu zügürtlük 

 

Çanlardı çeğem zengün iken çan gibi emme

Suncu deyu ağzumı gapatdurdu zügürtlük 

 

Zalt ben mü ya Gastammanulu da cıbır oldu

Dünyayu birübirüne gatdurdu zügürtlük 

 

Bakkal gasap etmekcü zokakda benü gözler

Taşra çıhman damda gapatdurdu zügürtlük 

 

Gurtara çalab alayumuz gasdu gavurdu

Mal goymadu heskesde top atdurdu zügürtlük

 

Gaalüb ne öküz galdu ne dombay ne bi eşşek

kokden pıluyu pırtuyu satdurdu zügürtlük

Şeyh Galib

 

GAZEL

Didüm visâline irmek didi hayâl-ı muhâl

Didüm cemâlüni görmek didi mübârek fâl 

 

Didüm yüzümi yüzüne didi sürme yüzin

Didüm tozunı gözüme didi ki sürmedür al 

 

Didüm ki kaametün âfet didi ne togru haber

Didüm ki kaşlarun eğri didi ne egri hayâl 

 

Didüm yitürdi kemâlün didi eyâ noksân

Didüm irürdi cemâlün didi güneşe zevâl 

 

Didüm ki Şeyhî’yi ışkun didi ki öldüriser

Didüm harâmi gözüne didi kanı halâl

Şeyhi 

 

 

GAZEL 

Aşka kâbil dil mi yok şehr içre yâ dilber mı yok

Mest yok meclisde bilmem mey mi yok sâgar mı yok  

 

Gonca-i dil açılıp hâtır nice şâd olmaya

Bâğda güller mi yok gülşende bülbüller mi yok  

 

Görmeziz bir dil ki tûtî gibi güftâr eyleye

Söyledir mi yok cihânda bilmezin söyler mi yok

 

Sengden dil kem mi yâ seng-i siyâhı la’l eder

Afitâb-i feyz-bahşâ-yı bülend-ahter mi yok  

 

Niçin ebkâr-i ma’ânî beslemez erbâb-i nazm

Yoksa Yahyâ gibi üstâd-i sühan-perver mi yok

Şeyhülislam Yahya 

 

GAZEL 

Aşka kâbil dil mi yok şehr içre yâ dilber mı yok

Mest yok meclisde bilmem mey mi yok sâgar mı yok  

 

Gonca-i dil açılıp hâtır nice şâd olmaya

Bâğda güller mi yok gülşende bülbüller mi yok  

 

Görmeziz bir dil ki tûtî gibi güftâr eyleye

Söyledir mi yok cihânda bilmezin söyler mi yok  

 

Sengden dil kem mi yâ seng-i siyâhı la’l eder

Afitâb-i feyz-bahşâ-yı bülend-ahter mi yok  

 

Niçin ebkâr-i ma’ânî beslemez erbâb-i nazm

Yoksa Yahyâ gibi üstâd-i sühan-perver mi yok

Yahya Bey

 

 

GAZEL 

Âh çok çok sevdüğüm sanma ki az az ağlaram

Nâle eyler dururam derd ile durmaz ağlaram 

 

Vireli yile karârumı hevâ-yi zülf-i yâr

Ebr-veş ne yirdeyem ne gökde durmaz ağlaram 

 

Dil miyân-ı cûy-i gamda sen kenâra çekmedün

Anun için her dem ey serv-i ser-efrâz ağlaram 

  

Nâya dem-sâz ideli nâlem o ruh-efzâ benüm

İrdüğünce sem’üme âvâze-i sâz ağlaram 

 

İsfahan’ı ve Irak’ı Zâti’yâ seyr eyleyüb

Bu makaama gelmeğe itdükçe şeh nâz ağlaram 

Zati 

 


KASİDELERDEN SEÇMELER

 

KASÎDE DER NA’T-I HAZRET-I NEBEVÎ

(Su kasidesi) 

 

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su 

Kim bu denli dutuşan odlara kılmaz çare su

 

Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem 

Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su 

 

Zevk-i tiğından aceb yok olsa gönlüm çâk çâk 

Kim mürûr ilen bırakır rahneler dîvâre su 

 

Suya versin bağ-ban gülzar-ı zahmet çekmesin 

Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin-gülzâre su 

 

Ohşadabilmez gubârını muharrir hattına 

Hâme tek bakmaktan inse sözlerine kare su 

 

Ârızın yâdiyle nem-nâk olsa müjgânım n’ola 

Zayi olmaz gül temennâsiyle vermek hâre su 

 

Gam günü etme dîl-i bîmardan tiğin diriğ 

Hayrdır vermek karanû gecede bîmâre su 

 

İste peykânın gönül hecrinde şevkim sâkin et 

Susuzum bu sahrede benim’çün âre su 

 

Ben lebim müştâkıyım zühhâd kevser tâlibi 

Nitekim meste mey içmek hoş gelir huş-yâre su 

 

Ravza-ı kûyuna her dem durmayıp eyler güzâr 

Âşık olmuş gâlibâol serv-i hoş reftâre su 

 

Su yolun ol kûydan toprağ olup tutsam gerek 

Çün rakîbimdir dahi ol kûya koyman vare su 

 

Dest-bûsı arzûsiyle ger ölsem dostlar 

Kûze eylen toprağım sunun anınle yâre su 

 

İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile 

Gül budağının mîzacına gire kurtâre su 

 

Tînet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme 

İktidâ kılmış tarîk-i Ahmed-i Muhtâr’e su 

 

Seyyid-i nev’i beşer deryâ-yi dürr-i istifâ 

Kim sepiptir mu’cizâtı âteş-i eşrâre su 

 

Kılmak için taze gül-zâr-i nübüvvet revnakın 

Mu’cizinden eylemiş izhar seng-i hâre su 

 

Mu’ciz-i bir bahr-i bî-pâyan imiş âlemde kim 

Yetmiş andan bin bin âteş-hâne-i küffâre su 

 

Hayret ilen parmağın dişler kim etse istima 

Parmağında verdiği şiddet günü Ensâr’e su 

 

Eylemiş her katrede bin bahr-i rahmet mevc-hîz 

El sunup urgaç vuzu-ı için gül ruhsâre su 

 

Hâk-i pâayine yetem der ömrlerdir muttasıl 

Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su 

 

Zerre zerre hâk-i der-gâhına ister salar nûr 

Dönmez ol der-gâhdan ger olsa pâre su 

 

Zikr-i na’tın virdini derman bilir ehl-i hatâ 

Eyle kim def-i humar için içer mey-hâre su 

 

Yâ Habîbâ’llah yâ Hayr’el-beşer müştâkınım 

Eyle kim leb-teşneler yanıb diler hem vâre su 

 

Sensin ol bahr-i kerâmet kim Şeb-i Mi’rac’da 

Şeb-nem-i feyzin yetirmiş sâbit ü seyyâre su 

 

Çeşm-i hûr-şidden her dem zülâl-i feyz iner 

Hâcet olsa merkâdin tecdîd eden mi’mâre su 

 

Bîm-i dûzah nâr-i gam salmış dîl-i sûzânıma 

Var ümîdim ebr-i ihsanın sepe ol nâre su 

 

Yümn-i na’tinden güher olmuş Fuzûlî sözleri 

Ebr-i nîsandan dönen tek lü’lü-i şeh-vâre su 

 

Hâb-ı gafletten olan bîdâr olanda rûz-ı haşr 

Hâb-i hasretten dökende dîde-i bîdâre su 

 

Umduğum oldur ki Rûz-i Haşr mahrûm olmayam 

Çeşm-i vaslın vere ben teşne-i dîdâre su

Fuzuli

 

 

GECE KASİDESİ

Âhımızın üstünden nurla doğan geceler

Talihlere vurulan birer fermân geceler 

 

Her güneşle batar mı aşkı doğurandır

Gönlü ayla, yıldızla güle saran geceler 

 

Sessizce gönüllere aşkın mührünü vurur

Bu gönüller yurdunda hep Süleymân geceler 

 

Her kapanan perdenin ötesinde sen varsın

Her yüreğin altında gizli devrân geceler 

 

Hesabına geçerim yaralı yüreğimin

Gönlümdeki yarayla yâre sızan geceler 

 

Bazen gökleri verir bazen zulmete boğar

Bu divane gönülle aşka hayrân geceler 

 

Bülbüllerin sesine serinliğini serip

Çiçeklerle güllerle her dem yeksân geceler 

 

Uzanarak sızıyı savursam sessizliğe

Yaralı gönülleri eder  püryan geceler 

 

Ne anlar ağlamaktan sevdayı bilmez kişi

Şeb-i Yelda dertliye her an biten geceler 

 

Derin bir muammadır bütün cihânı kaplar

Kimine düşman olur aşka sultân geceler 

 

Uyur mu hiç seherde gönül ehli olanlar

Her gönüle bir akran derde dermân geceler  

 

Her tarafım yaradır ok deldi lime lime

Kalbimi delip geçen azgın peykân geceler 

 

Aşk derdiyle pişmemiş biçâre gönüllere

Günün sonuyla gelen birer zindân geceler 

 

Ah!.. edip ağlar Mecnun, Ferhat Şirin’i gözler

Her aşığın bağrında sâdık yâran geceler 

 

Severim geceleri Yunusla fenâ bulup

Rabbini  bilenlere daim nurdân geceler 

 

Derbeder bir kuluyum Mevla’yadır niyazım

Her çekilen şükürle Rabbe varan geceler 

 

Bülbülüyüm güllerin bunca diken içinde

Mehmedim seherlerle sana seyrân geceler

Mehmet TÜRKAN

 

 

KASİDE-İ BAHÂRRİYE-KASİDEİ RÂ’İYYE

 

Der-sıfat-ı bahâr ve Midhat-i Alî Paşa-ya kâmkâr

Rûh-bahş oldı Mesîhâ-sıfat enfâs-ı bahâr

 

Matla bölümü 

Açdılar dîdelerin hâb-ı ademden ezhâr

Taze cân buldı cihân erdi nebâtâta hayât

 

Ellerinde harekât eyleseler serv ü cenâr

Döşedi yine cemen nat-ı zümrüddün-fâmın

 

Şîm-i hâm olmış iken ferş-i harîm-i gulzâr

Yine ferrâş-ı sabâ sahn-ı ribât-ı çemene

 

Geldi bir kâfile kondurdı yüki cümle bahâr

Leşker-i ebr çemen mülkine akın saldı

 

Turma yağınada meger niteki bagi Tatar

Farkına bir nice per takınur altun telli

 

Hayl-i ezhâra meger zanbak olupdur serdâr

Dikdi leşgergeh-i ezhâra sanavber tugın

Haymeler kurdı yine sahn-ı çemende eşcâr

 

Nesib veya teşbib bölümü

Döşedi mihr-i felek yolları dîbâlar ile

Etdi teşrif  çemen mülkini sultân-ı bahâr

 

Subhdem velvele-i nevbet-i şâhi mi degül

Savt-ı murgân-ı hoş-elhân u sadâ-yı kûhsâr

 

Çemen etfalinün uyhuların uçurdı yine

Subhdem gulgule-i fâhte gülbânk-i hezâr

 

Dâye-i ebr yine goncelerün şebnemden

Başına akça dizer nite ki eafâl-ı sıgâr

 

Mevsim-i rezm degüldür dem-i bezm erdi deyu

Sûsenün hançerini tutdı serâpâ jengâr

 

Semenün sîne-i sîmînin açup bâd-ı seher

Çözdi gülşende gülün tügmelerin nâhun-ı hâr

 

Pîrehen berg-i semen gûy-ı girîbân şebnem

Gülsitân oldı bugün bir sanem-i lâle-i zâr

 

Zib ü fer virmek içün rûy-ı arûs-ı çemene

Yâsemen şâne sâbâ mâşita âb ayinedâr

 

Dürr ü yâkût ile bir nahl-i murassâ sandum

Ergavân üzre dökülmüş katarât-ı emtâr

 

Şişe-i çarhda gör bunca murassâ nahli

Nice ârâste kılmış anı sun’-ı Cebbâr

 

Berg-i ezhârı hevâ şöyle çıkardı feleğe

Pür kevâkib görünür günbed-i çerh-ı devvâr

 

Dem-i İsâ dirilur bûy-ı buhûr-ı Meryem

Açdı zanbak yed-i beyzâyı kef-i Mûsâ-vâr

 

Zanbakun goncasıdur bâğa gümüş bâzûbend

Za’ferân ile yazılmış ana hatt-ı tûmâr

 

Cam-ı zerrîni tolu bâde-i gülreng almış

Gül-i ra’nâ seherî kılmak içün def-i humâr

 

Dehen-i gonca-i ter dürlü letâ’if söyler

Gülüp açılsa aceb mi gül-i rengîn-ruhsâr

 

Güher-i fursatı aldırma sakın devr-i felek

Sîm ü zerle gözini boyamasun nergis-vâr

 

Câm-ı mey katreleri sübha-ı mercân olsun

Gelünüz zerk u riyâdan edelüm istiğfâr

 

Lâle sahrâyı bugün kân-ı Bedaşân etdi

Jâle gülzâra nisâr eyledi dürr-i şehvâr

 

Girizgah bölümü 

Dâmenin dürr ü cevâhirle pür etdi gül-i ter

Ki ede hâk-i der-i hazret-i Paşaya nisâr

 

Sahib-i tîg ü kalem mâlik-i câm u hâtem

Âsaf-ı Cem-azamet dâver-i Cemşîd-vekâr

 

Âsmân-pâye hümâ-sâye Ali Paşa kim

Eremez tâk-ı celâline kemend-i efkâr

 

Şâh-ı gül neşv ü nemâ bulsa nem-i lutfından

Ola her gonca-i ter bülbül-i şirîn-güftâr

 

Âb u gil müşgi ü gülâb ola çemen sathında

Bûy-ı hulkıyla güzâr etse nesîm-i eshâr

 

Tab’ı vakkâdın enger âteş-i rahşân görse

Kızara ahker-i sûzân nitekim dâne-i nâr

 

Güneşi keff-i zer efşânına benzer der idüm

Almasa mâha atâ eyledüngin âhır-ı kâr

 

Şöyledür keff-i güher-pâşı yemin etmek olur

Ki atâsından erer bahre gınâ kâne yesâr

 

Medhiyye (maksat veya maksût) bölümü

Manzar-ı kasr-ı sa’âdetden anun re-yi gibi

Rûy göstermedi bir şâhid-i hurrem-dîdâr

 

Bâğ-i cihânda nihâl-i kereminden derilür

Lutf-ı bî-minneti meyvelerinden her bâr

 

Manzar-ı himmetinün kungure-i rif’atine

Eremez sarsar-ı tufân-ı fenâ birle gubâr

 

Eşiği hâki imiş yüz sürecek hayf deyu

Taşaantaşa urur başını şimdi enhâr

 

Serverâ cânı mı var devletün eyyâmunda

Sünbülün turrasına el uzada şâh-ı çenâr

 

Eylemez kimse bugün kimse elinden nâle

Bezm-i işretde meger mutrib elinden evtâr

 

Şer’a uymaz nidelüm nâle vü zâr eyler ise

Gerçi kânûna uyar zemzeme-i mûsîkâr

 

Geşt ederken çemen-i medh ü senârı hâtır

Layih oldı dile nâgâh bu şi’r-i hemvâr

 

Tegazzül bölümü 

Gül gibi gülşene kılmaz nola arz-ı dîdâr

Hayli döküldi saçıldı yolına fasl-ı bahâr

 

Reşk-i dendânun ile hançere düşdi lâle

Berg-i sûsende gören etdi sanur anı karâr

 

Geçemez çenber-i gîsûy-ı girih-gîründen

Gerçi ki za’f ile bir kıla kalupdur dil-i zâr

 

Turralar mülket-i Çin nâfe-i müşgîn ol hâl

Gözün âhû-yı Huten gamzeleründür Tatar

 

Dil-i mecrûha şifâ-bahş ruh u la’lündür

Gülbeşekkerle bulur kuvvet-ı tab’ı bîmâr

 

Değme bir gevheri kirpüğüne salındıramaz

Göreli la’l-i revân-bahşunı çeşm-i hûnbâr

 

Bu bölüm "taç beyit"

Koma Bâkî kulunı cur’a sıfat ayakda

Dest-gîr ol ana ey dâver-i alî-mikdâr

 

Bâğ-ı medhünde olur cümleye gâlip tenhâ

Bahs içün gelse eğer bülbül-i hôş-nağme hezâr

 

Fahriyye bölümü 

Puhtedür gayrılar eş’arı meger puhte piyâz

Hâm anberdür eger hâm ise de bu eş’âr

Hâm var ise eger micmere-i nazmunda

 

Dâmen-i lutfun anı setr ede ey fahr-ı kibâr

Bahr-ı eş’âra yeter urdı sutûr emvâcın

Demidür k’ide du’â dürlerini zîb-i kenâr

 

Kasidenin duası 

Lâlelerle bezene nitekim deşt ü sahrâ

Nitekim güller ile zeyn olan dest ü destâr

 

Nitekim lâlelerle şebnem ola üftâde

Güllere âşık-ı şeydâ geçine bülbül-i zâr

 

Makta bölümü 

Gül gibi hurrem u handân ola rûy-ı bahtun

Sâgar-ı ayşun ola lale-sifat cevherdâr   (Baki) 

 

KASÎDE

(ilk 11 beyit)

 

Devrden peymne-i mihr ü vefâ eksilmede

Kalb-i ehl-i hâlden zevk u safâ eksilmede

 

Dem-be-dem yüz tutmada meclis perişân olmağa

Encümenden bâde-i behcet-fezâ eksilmede

 

Sâz ü söze kalmadı evvelki gibi meylimiz

Ya’ni dilden ârzû başdan hevâ eksilmede

 

Tab’ı kılmakda gubâr-âlûde cevr-i rûzgâr

Safvet-i âyîne-i âlem-nümâ eksilmede

 

Çeşm-i pür-nemde safâdan gayrısı urmakda mevc

Gönlümüzde derd ü gamdan mâ-adâ eksilmede

 

Geçmede vakt-ı şebâb ü gelmede eyyâm-ı şîb

Gitmeden dilden safâ gözden cilâ eksilmede

 

İyş ü nûşa şevkımiz gitdikçe noksân bulmada

Bezmimizden gün-begün ol meh-likaa eksilmede

 

Bâdedir gerçi devâ-yı derd ü gam ammâ ne sûd

Devrimizde ehl-i derd artub devâ eksilmede

 

Ey dirîngaa ekserî halkın cefâ üstündedir

Bu vefâsız dehrden ehl-i vefâ eksilmede

 

Olmada mihr ü muhabbetden müberrâ hass ü âm

Cem’olub ağyâr ü yâr-ı zî-vefâ eksilmede

 

Bir gönül eğlencesi yâr isteriz girmez ele

Gam hücum etmekde yâr-ı gam-zedâ eksilmede

Bağdatlı Ruhi 

 

KASİDE

(Der sitâyiş-i Sultan Murâd Rahmet’ullâh-ı aleyh)

 

Esdi nesim-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem

Açsun bizim de gönlümüz sâki medet sun câm-ı Cem

 

İrdi yine ürd-i Behişt oldu hevâ anber-sirişt

Âlem Behişt-ender-Behişt her gâşe bir Bâğ-ı İrem

 

Gül devri ayş eyyâmıdır zevk-u safâ hengâmıdır

Aşıkların bayrâmıdır bu mevsim-i ferhunde-dem

 

Dolsun yine peymâneler olsun tehî hum-hâneler

Raks eylesün mestâneler mutribler itdikçe nagam

 

Bu demde kim şâm ü seher mey-hâne bâğa reşk ider

Mest olsa dil-ber sevse ger ma’zûrdur şeyh-ül-harem

 

Ya neylesün bî-çâreler âlüfteler âvâreler

Sâgar suna meh-pâreler nâş etmemek olur sitem

 

Yâr ola câm-ı Cem ola böyle dem-i hurrem ola

Ârif odur bu dem ola ayş ü tarabla mugtenem

 

Zevkı o rind eyler tamâm kim tuta mest ü şâd-kâm

Bir elde câm-ı lâle-fâm bir elde zülf-i ham-be-hamNef’i 

 

KASÎDE

 

(Der medh-i merhûm vezir-i a’zam Murâd Paşa)

 

Gamzen ne dem ki tîğ çeküb hûn-feşân olur

Uşşâk-ı dil-figâra ecel mihr-bân olur

 

Çeşmin o Kahramân-ı gazab-nâkdir senin

Kim hışmı zâil olsa dahi bî-amân olur

 

Kim gördü böyle Hindu-yu mest-i kemin-güşâ

Kim bir hadengi âfet-i cân-ı cihân olur

 

Müjgânlarınla seyr iden ol ebruvânı dir

Birden bu denlü tîr nice der-kemân olur

 

Gamzen suâle başlasa uşşâka her müjen

Gûyâ lisan-ı hâl ile bir tercemân olur

 

Gamzen görür itâb ile öldürdüğün bizi

Durmaz kirişme dahi ana hem-zebân olur

 

Bu nâz ü bu nigâh-ı tegaafül ki sende var

Hızr olsa âşıkın sebeb-i terk-i cân olur

 

Sen böyle nâz ü şive satınca gedâlara

Nerh-i meta’-ı derd ü belâ râygân olur

 

.........

 

Safflar düzüb hücûm edicek hayl-i düşmene

Dehşetle âsmân ü zemin pür-figaan olur

 

Sarsıldığınca zelzele-i hamleden zemîn

Âşub-i reste-hiz-i kıyâmet iyan olur

 

Gerd-i siyehde şu’le-i şemşir-i tâb-dâr

Gûyâ sehâb-ı tîrede berk-i cehân olur

 

Oklar sihâm-ı kavs-i kazâdan nişân virir

Peykân-ı tîr ise ecel-i nâ-gehân olur

 

Evc-i hevâda sît-i çekâçâk-i tîğden

Âvâz-ı ra’d ü sâika reh-güm-künân olur

 

 

Her hamlede hücûm-i dilîrân-ı nîze-dâr

Hayl-i adûya ol kadar âfet-resân olur

 

Kim tenlerinde râh-ı mesâmat ser-be-ser

Sûrâh-ı mâr-ı mühre-rübâ-yi sinân olur

 

Gâhî miyân-ı saffda durur kendi tîg-veş

Gâhî miyân-ı şikâf-ı saf-ı düşmenân olurNef’i 

 

KASİDE

(mülemma kaside)

 

Eyyü’hâr rağibüne fi’l-evkat

Edrikûha fe-mâ madâ kad fât

 

Fevt-i fursat me-kun çü vakt-i safâst

Ki besî hest der-cihân âfât

 

İrdi bir dem ki behcetinden anın

Sekiz uçmâğa döndü altı cihât

 

İş ke-mâ âşe a-âşikun va’lem

Tâvet in nefsü tâbet il-evkat

 

Sebzeî Hızır veş çüvânî yâft

Çeşme-î âb-râ resîd hayât

 

Nazer it ölü yer dirüldügine

Rahmet âsârı gösterür âyât

 

Dûret it-tâibâti bi’-l akdâh

Gannet it-tâirâtibi’-l asvât

 

Cilve-ger şüd heme arâyıs-i bâğ

Çün ber-efruht ruh benât-i nebât

 

Mey ü ma’şûk u bâğ âb-i revân

Bend-i gamden bu dördü virdi necât

 

Resvasîne Resûl-ı Yezdân’ın

İrdügince tahiyyat ü salevât

 

Hazretinden yekîndürür dilegüm

Devletünden ırâğ olâ nekabât

 

Çün Nesîmî senündürür ruhm it

Oldu kâpunde müstahıkk-i zekât

 

Veznün eksilmesün  deyildükçe

Failâtün mefâilün feilât

Nesîmî 

 

HÜRRİYET KASİDESİ

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten

Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten

 

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten

Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez ianetten

 

Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma

Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten

 

Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır

Ne gâm rah-ı vatanda hâk olursa cevr ü mihnetten

 

Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir

Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten

 

Hemen bir feyz-i bâki terk eder bir zevk-i faniye

Hayatın kadrini âli bilenler hüsn-i şöhretten

 

Nedendir halkta tul-i hayata bunca rağbetler

Nedir insana bilmem menfaat hıfz-ı emanetten

 

Cihanda kendini her ferdden alçak görür ol kim

Utanmaz kendi nefsinden de ar eyler melametten

 

Felekten intikam almak demektir ehl-i idrake

Edip tezyid-i gayret müstefid olmak nedametten

 

Durup ahkam-ı nusret ittihad-ı kalb-i millette

Çıkar asar-ı rahmet ihtilaf-ı rey-i ümmetten

 

Eder tedvir-i alem bir mekînin kuvve-i azmi

Cihan titrer sebat-ı pay-ı erbab-ı metanetten

 

Kaza her feyzini her lutfunu bir vakt için saklar

Fütur etme sakın milletteki za'f ü betaetten

 

Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdamı

Felekte baht utansın bi-nasib- erbab-ı himmetten

 

Ziya dûr ise evc-i rif'atinden iztırâridir

hicâb etsin tabiat yerde kalmış kabiliyetten

 

Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim

Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-ı hamiyetten

 

Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim

Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten

 

Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamiyette

Bize hâk-i mezar ehven gelir hâk-i mezelletten

 

Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet

Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten

 

Kemend-i can-güdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın

Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten

 

Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin

Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten

 

Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler

Ki ednâ zevki aladır vezâretten sadâretten

 

Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza dönmüş kim

Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten

 

Müberrâyım recâ vü havfden indimde âlidir

Vazifem menfaatten hakkım agrâz-ı hükümetten

 

Civânmerdân-ı milletle hazer gavgâdan ye bidâd

Erir şemşîr-i zulmün âteş-i hûn-i hamiyetten

 

Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet

Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten

 

Gönülde cevher-i elmâsa benzer cevher-i gayret

Ezilmez şiddet-i tazyikten te'sir-i sıkletten

 

Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet

Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

 

Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme

Cemâlin ta ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten

 

Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmid-i istikbâl

Cihanı sensin azad eyleyen bin ye's ü mihnetten

 

Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infâz et

Hüdâ ikbâlini hıfzeylesin hür türlü âfetten

 

Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar

Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten 

Namık Kemal

 

Sultan Bâyezîd için yazılmış kasideden:

Dil oldı şem' bezmüne pervâne şem'üne

Maksûdı yanmadur nice olursa tâ seher  

 

Şevk-i izârun ile delürmişdür âfitâb

Uryân olup tekin mi düşer tağlara seher  

 

Benzer ki urdı deste-i sünbüllerüne dest

K'esdi savurdı hırmen-i gülde sabâ seher

Necati  

 

KASİDE

Bu şehr-i Sitanbûl ki bî-misl ü behâdır

Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır

 

Bir gevher-i-yekpâre iki bahr arasında

Hurşîd-i cihân-tâb ile tartılsa sezâdır

 

Altında mı üstünde midir cennet-i a'lâ

Elhak bu ne hâlet bu ne hoş âb u hevâdır

 

İnsâf[ı] değildir anı dünyâya değişmek

Gülzâr[ı]ların cennete teşbîh[i] hatâdır

 

İstanbul'un evsâfını mümkün mü beyân hiç

Maksûd[ı] hemân sadr-ı kerem-kâra senâdır

 

Ez-cümle Nedîmâ kulun ey Âsaf-ı devrân

Müstağrak-ı lütf u kerem ü cûd u atâdır……                                                      

Nedim

 

 

Terkib-i Bend

İkbâl için ahbâbı siâyet yeni çıktı 

Bilmez idik evvel bu dirâyet yeni çıktı 

 

(Yükselmek, iyi bir mevkiye gelmek için dostlarını çekiştirmek yeni çıktı, önceleri bu beceriksizliği bilmezdik, bu da yeni çıktı) 

 

Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı 

Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı 

 

(Hırsızlık çoğalıp sadakat sözü moda haline geldi, namusu bitirdik, hamiyet yeni çıktı) 

 

Düşmanlara ahbâbını zemm oldu zerafet 

Dildardan ağyâra şikâyet yeni çıktı 

 

(Düşmanlara dostları yermek bir incelik oldu; başkalarına gönül dostlarından şikayet yeni çıktı) 

 

Sâdıkları tahkîr ile red kaide oldu 

Hırsızlara ikram ü inayet yeni çıktı 

 

(Sâdık kişileri aşağılama, reddetme benimsenir oldu; hırsızlara ikram ve yardım yeni çıktı) 

 

Hak söyleyen evvel dahi menfûr idi gerçi 

Hainlere amma ki riayet yeni çıktı 

 

(Her ne kadar doğruyu söyleyenler de önceleri nefretle karşılanmışsa da ancak hainlere uyma yeni çıktı) 

 

Evrak ile ilân olunur cümle nizâmât 

Elfâz ile terfîh-i ra'iyyet yeni çıktı 

 

(Bütün düzenlemeler bazı kâğıtlar ile ilan olunur, söz ile halkın refaha eriştirilmesi ise yeni çıktı) 

 

Âciz olanın ketm olunur hakk-ı sarîhi 

Mahmîleri her yerde himâyet yeni çıktı 

 

(Güçsüz olanın en belirgin hakkı saklı tutulur, himaye görenleri her yerde korumak yeni çıktı) 

 

İsnâd-ı ta'assub olunur merd-i gayûra 

Dinsizlere tevcîh-i reviyyet yeni çıktı 

 

(Gayretli kişiler taassubla suçlanırken dinsizlere özgü derin düşünce yeni çıktı) 

 

İslam imiş devlete pâ-bend-i terakkiEvvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı 

 

(Devletin yükselmesine engel olan İslamiyet imiş, önceleri yoktu, bu rivayet yeni çıktı) 

 

Milliyyeti nisyan ederek her işimizde 

Efkâr-ı Firenge tebaiyyet yeni çıktı 

 

(Her işimizde millî benliğimizi unutarak Batı düşüncesine körü körüne bağlılık yeni çıktı) 

 

Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık 

Zîra ki ziyan ortada bilmem ne kazandık Ziya Paşa

 

(Eyvah bu oyunda bizler yine yandık, çünkü zarar ortada bu konuda bilmem biz ne kazandık)


ÖRNEK

KIT’ALAR, RUBAİLER TUYUĞLAR

Ahvâl-i cihânı her zaman söyleşelim

Amma gam-ı aşkımız nihân söyleşelim

Ey vâkıf-ı râz-ı aşk olan ârif-i cân

Ney gibi seninle bî-zebân söyleşelim

(Azmizâde Halefi)

 

Ömer Hayyam'dan;

Seni aramaktan dünyanın başı dertte;

Zengine de göründüğün yok, fakire de;

Sen konuşursun da biz sağır mıyız yoksa,

Hep kör müyüz, sen varsın da görünürde.

---

En doğrusu, dosta düşmana iyilik etmen;

İyilik seven kötülük edemez zaten.

Dostuna kötülük ettin mi düşmanın olur:

Düşmanınsa dostun olur, iyilik edersen.

 

Rubai

Ya Rab dilimi sehv-ü hatâdan sakla

Endîşemi tezvîr-ü riyâdan sakla

Basdım reh-i vâdî-i rubâîye kadem

Tan'ı har-ı nâdân-ı dü-pâdan

 

Tuyuğ örnekleri:

Dilberin işi itâb u nâz olur 

Çeşmi câdû gamzesi gammaz olur 

Ey gönül sabr et tahammül kıl ana 

Yâre erişmek işi az az olur

(Kadı Burhaneddin)

 

Cana can vermeyenin ne canı var 

Can verenin adı ile sânı var 

Er kişinin metaı erlik olur 

Cevherinin la'l ile mercanı var

 

Âşıkın seyrânı ol âlemdedir 

Görmeyen şol âlemi matemdedir 

"Küntü kenzen" gevheri Âdemdedir 

Adem ol meydir ki câm-ı Cem'dedir

 

Gül yüzünde göreli zülf-i semen-sây gönül

Kuru seydâya yiler bî-ser u bî-pây gönül

Demedim ben sana dolaşma an hây gönül

Vay gönül vay bu gönül vay gönül ey vay gönül

 

Murabba:

Geçti cânânın firâkı cânıma

Tîr-i cevri gibi girdi kanıma

Nâleden bir kimse gelmez yanıma

Söyle ey bâd-ı sabâ cânânıma

 

Bahr-i aşkına olal'dan âşinâ

Yad oluptur cümle-i âlem bana

Yalınız kaldım garîb ü mübtelâ

Söyle ey bâd-ı sabâ cânânıma

 

Yaktı yandırdı beni nâr-ı firâk

İşidenlerden ırak olsun ırak

Hey ne müşkil derd olur bu iştiyâk

Söyle ey bâd-ı sabâ cânânıma

 

Derd-i mendine şefâat eylesin

Hâtırım sorsun inâyet eylesin

Bî-vefâlıktan ferâgat eylesin

Söyle ey bâd-ı sabâ cânânıma

 

Âşık olal'dan ana leyl ü nehâr

Aşkım artar eksilir sabr u karâr

Olmasın Yahyâ gibi mahzûn u zâr

Söyle ey bâd-ı sabâ cânânıma        

(YAHYA BEY)


MÜSTEZAT ÖRNEKLERİ

Ab Ab Cc Ab Dd Ab 

Müfte'ilün müfte'ilün müfte'ilün fa'

Müfte'ilün fa'

1.

Çehre-i zîbâsı anun gülşen-i cândur

                              Halk-ı cihâna

Mâ'î ridâsı sanasın âb-ı revândur 

                              Bâğ-ı cinâna

Mutrib-ı devrân ile cânânun elinden

                                  Nây gibi ben

Nâle vü feryâd iderin hayli zamândur 

                                 Kevn ü mekâna.

Cevr ider ol yâr bana hey meded Allah

                                         Neyleyeyin âh

Kime şikâyet ideyin şâh-ı clhândur 

                                Devr-i zamana

Bağrumı hûn itdi benüm firkat-i cânân

Mihnet-i hicran Sevgüli yâr ayrılığı ne yamandur 

                                     Âşık olana

Nâz ile Yahya kulınun gönlini aldı

                               Odlara saldı

Kûyına varup garazum âh u figândur

                               Olsa bahane

Yahya Bey

 

ÖRNEK ŞARKILAR

Kimlerüñ çeşmine ol sîne bu şeb nûr oldı

Nereye gitdi o her-câyî o meh-pâre ‘aceb

Kimlerüñ yâresine merhem-i kâfûr oldı

Kandedür kande o zâlim o sitem-kâre ‘aceb

(O sine, acaba bu gece kimlerin gözüne nur oldu? Acaba, o sebatsız, o ay parçası nereye gitti? O, kimlerin yarasına kafur merhemi oldu? O zalim, o sitemkâr neredelerdedir?)

 

Meclis-i Cem kurulaldan olagelmiş elbet 

Câmdan sonra birer bûse verilmek âdet 

Bari sen ey nigeh-i hasret edip bir cür'et 

Şunı bir söylesen olmaz mı kadeh-kâre acep?

(İçki meclisi kurulduğundan beri elbet Kadehten sonra birer öpücük vermek olmuştur adet.Ey hasretli bakış! Bari sen edip cüret Sakiye şunu söylesen olmaz mı acaba?)Varup ol derd-şinas-ı dil ü cânı görsem

 

Hâk-i pâyine Nedîmâ yine yüzler sürsem

Gizlice arasam ağzın lebin emsem sorsam

Hiç bir çâre bilür mi dil-i bîmâre aceb(Nedim)

Örnek Şarkı

 

Kalbim yine üzgün seni andım derinden

Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden

Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden

Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden

Sendin boşalan bağrıma gözyaşları dolmuş

Gördüm ki yazın bastığımız otlar solmuş

Son demde bu mevsim gibi benzim

Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden

(Yahya Kemâl)