Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

TÜRK EDEBİYATINDA ARUZ
 
Türk edebiyatında da İslâmiyet'ten önce şiirin kendisine mahsus bir nazım tekniği vardı. Bu sistemin en bariz vas­fı, hece sayısına dayanan vezinlere ve çoğu dörtlüklerden teşekkül eden kıtala­ra istinat etmesidir. Bu millî nazım günü­müze kadar devam edegelmiştir. Türk­ler İslâm medeniyeti çerçevesine girdik­leri zaman, aruz veznini, Arap ve İran edebiyatlarının nazım şekillerini aldılar. Türk edebiyatında V. (XI.) yüzyılın orta­larından kalan ilk vesikalar, intibak dev­resi mahsullerinde millî nazım siste­minden bazı unsurların devam ettirildi­ğini ve hece veznine en yakın aruz şe­killerinin seçildiğini göstermektedir. Ni­tekim İslâmî devreye ait ilk tam eser olan Kutadgu Bilig'ini (telifi 462/1069-70) Balasagunlu Yûsuf Has Hâcib, mütekârib bahrinin Şehname'den beri umumiyetle mesnevilere tatbik edilen bir vezniyle nazmetmiştir. Mesnevi şeklinde olan bu siyasetnâmede geçen 173 dört­lük, şekil bakımından eski nazım siste­minden muhafaza edilmiştir. Yûsuf Has Hâcib'in bu vezni seçişini tesadüfle veya sadece Şehnâme'nin tesiriyle izah etmek doğru değildir. Çünkü eski bir dil ve sa­nat terbiyesinin aruzun yüzlerce şeklin­den seçtiği bu vezin, aynı zamanda Türk şiirinde hecenin öteden beri en yaygın şekli olan on bir heceli veznine uymak­tadır. Edib Ahmed'in (VI/XII. yüzyıl) Atebetü'l-hakâyık'ı da aynı vezinle ve dört­lükler şeklinde kıtalarla nazmedilmiştir.
 
İslâmî devre İran şiirinin kati hüviye­tine kavuştuğu, Arapça ile Farsçanın ilim ve sanat dili olarak yan yana işlen­diği Gazneliler'in ve Selçuklular'ın hâki­miyetlerine rastlayan uzun bir devrede Türkler de bu faaliyete katılmışlardı. Türkler'in bu sahadaki hizmetleri yalnız himaye ve teşvike inhisar etmemiş, da­ha sonraları da olduğu gibi onlar müş­terek İslâm kültürünün kurulmasında âlim ve sanatkâr olarak da yerlerini al­mışlardı. Ancak Türkler ilim dili olarak Arapçayı, sanat dili olarak da daha çok Farsçayı seçtiler. Bu arada Türkçenin yeni şartlar içerisinde edebî dil. şiir dili olarak işlendiği de muhakkaktır. Çünkü bu kanaati destekleyen bazı tarihî ka­yıtlar bir yana, Kutadgu Bilig'de açık şekilde görülen teknik olgunluk, ancak, mahsulleri bugün elimizde bulunmayan bir hazırlık safhasının tecrübeleriyle izah edilebilir. Gerek mevzu gerekse -bazı nazım nevileri hariç- şekil bakımından klasik Türk şiiri, daha çok teşekkülünde Türk asıllı sanatkârların, dolayısıyla Türk zevkinin de hissesi bulunan İran şiirin­den hareket etmiştir. Bu arada Türk şa­irleri kullandıkları aruz vezinlerini de ora­dan seçmişlerdir.
 
Aruzun Türkçeye tatbikinde, Türkçe ile bu metrik sistemi arasında bir inti­baksızlık bulunmasından çok, nazarî ola­rak, Türkçe kelimelerin yazılı şekilleri­nin Arap aruzunun el-Halîl'den gelen tahlil tarzıyla izahında güçlük çekildiği­ni söyleyebiliriz. Kulaktan çok göze, ke­limelerin yazılı şekillerine dayanan bu tahlil şekli, Arapçaya göre hazırlanmış bir imlâ sistemine bağlıydı. Çünkü yu­karıda da işaret edildiği gibi, bugüne kadar dikkat edilmemiş olmakla bera­ber, Araplar'da imlânın ıslahı ile nazmın harflere kadar inen metrik tahlili bir arada düşünülmüş olmalıdır. Arap yazı­sını kabul eden Farslar'ın ve Türkler'in kendi dillerinin yapısına göre bazı imlâ esasları tesbit etmek zorunda kalışları sırasında bu meseleleri düşünmeleri el­bette mümkün değildi. Bu sebeple esa­sen uzun zaman kararlı bir imlâya ka­vuşamayan Türkçe manzum metinlerin an'anevî usul ile tahlili güç olmuştur. Bununla beraber nazariyattılar bu hu­susa dikkatle birtakım esaslar tesbit etmeye çalıştılar. Meselâ, aynı zamanda Kâşgarlı Mahmud'dan sonra Türkçenin ikinci lügatini derlediği bilinen Şemseddin Muhammed b. Kays, yukarıda adı geçen eserinde Farsça ve Türkçe keli­melerin bazı imlâ hususiyetlerinden ve bunların aruza tatbikinden bahseder. Gerek Şemseddin Muhammed b. Kays ile gerekse Türk nazım tarihi ile ilgili çok mühim bir hususu burada açıklığa kavuşturmak faydalı olacaktır. M. Fuad Köprülü, bugün elimizde bulunmayan fakat bazı tarihî kayıtlar ve iktibaslar yardımı ile haberdar olduğumuz Tibyânü'l-lugâü't-Türkî alâ lisâni'l-Kanglî adlı eserin müellifi ile el-Muccem sahi­binin aynı şahsiyet olabileceği ihtimalini İleri sürmüş ("Hârizmşahlar Devrinde Bir Türk Filologu: Muhammed b. Kays ve Eseri", Türk Yurdu, nr. 26, Şubat 1927; TM, 1928, II, 441-444), her iki eserin ya­zıldığı devir ve muhit hakkında topladığı bilgilerden hareket ederek bu husustan emin bulunduğunu belirtmiştir [Türk Di­li ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, s. 156-i6i). Daha sonraki müellifler de onun bu isabetli kanaatini tekrarlamış­lardır (A. Caferoğlu, Türk Dili Tarihi Not­ları, İstanbul 1943, 11, 113-116; Türk Di­li Tarihi, İstanbul 1964, II, 136-139). İran­lı araştırıcıların hiç temas etmedikleri bu husus bizzat Şems-i Kays'ın el-Muc-cem'inde (s. 40, son satırlar) açıkça ifade edilmiştir (eserin F. Köprülü'nün fayda­landığı, Beyrut 1909'da E. |. W. Gibb Memorial Series'de çıkan, Mirza Muhammed Kazvînî — E. G. Browne neşrinde bu husu­su ihtiva eden fasıl eksiktir). Nitekim keli­meleri sebep ve vetidlere ayırırken Fars­ça ve bilhassa Türkçenin imlâsının do­ğurduğu güçlüklere temas eden Şems-i Kays, Türkçenin imlâsı hakkında lügati­nin mukaddimesinde kâfi derecede bil­gi verdiğinden bahsetmektedir. Şems-i Kays'ın Türk oluşu, el-Mu ccem'de Türk­çe kelimelerin imlâsından bahsetmek lüzumunu hissedişi, bu eserin adındaki "eş arü'l-acem" ibaresinin mânasını açık­lığa kavuşturmaktadır. Yani müellif ese­rinde yalnız Farsça şiirlerin değil, "Arapçadan başka dillerdeki şiirlerin", yuka­rıda işaret edilen fasıldan da anlaşıldı­ğına göre, hususiyetle Farsça ve Türkçe şiirlerin nazım tekniğini ele almaktadır.
Yaşadıkları çevre ve yetişme tarzla­rıyla Arapçayı ve Farsçayı iyi bilen Türk münevverlerinin aruz nazariyatına dair kaynakları, uzun zaman Arapça ve bil­hassa Farsça eserlerdi. Bu bakımdan İran edebiyatında olduğu gibi Türk ede­biyatında da aruzun nazma tatbiki ön­ce olmuş. Türkçe nazarî eserler mevcut bilgilere göre daha sonra yazılmıştır.
 
Anadolu sahasında meselâ VII. (XIII.) yüzyılın sonları ve VIII. (XIV.) yüzyılın baş­larında Muhammed b. Ahmed b. Zahîr-i Lârendî, Abdü'l-Muhsin-i Kayserî gibi ba­zı müelliflerin İbn Ebi'l-Ceyş el-Endelüsî'nin eserinin şerhi mahiyetindeki te­liflerinin, Türkçe şiirler yönünden daha ziyade nazarî bilgiler olarak kaldığını söylemek mümkündür. Buna karşılık, meselâ Gülşehrî'nin Farsça aruz risalesi (Millet Ktp., FY, nr. 517, vr. 46-61), geli­şen klasik Türk şiirinde kullanılan ve­zinleri ihtiva ediyordu. Bir başka eserini 819'da (1416) telif ettiğini bildiğimiz Mutahhar b. Ebî Tâlib Lârendî'nin Ravzatü'l-evzân'] (Süleymaniye Ktp., Şâzelî, nr. 147, vr. 182-184), herhalde ilk Türkçe aruz risalesi değildir.
 
Şair Ahmedî'nin VIII. (XIV.) yüzyılın sonlarında kaleme aldığı bir eser, aruza dair olmamakla beraber klasik Türk na­zım tarihi bakımından burada hatırlan­malıdır. Bedâyicu's-sihr tî şanâyi'i'ş-şi'r adlı bu eser izahlara ait kısımları hulâsa edilip edebî sanatlar için verilen misalleri arttırılmak suretiyle Reşîdüddin el-Vatvât'ın Hadaiku's-sihr"i tâdil edilerek kaleme alınmıştır (Nihad M. Çe­tin, "Ahmedî'nin Mirkâtü'l-edeb'i Hak­kında", TM, 1965, XIV, 223-224). Divan edebiyatının gelişme seyrinde çok mü­him bir yeri olan ve klasik Türk şiirinin şekil ve muhteva itibariyle malum şek­lini almasında büyük hissesi bulunan şairlerden biri kabul edilen Ahmedî'nin edebî sanatlara dair bir eser yazarken Reşîdüddin el-Vatvât'ın yukarıda adı ge­çen Hadâ"iku's-sihr'inden hareket et­mesi, klasik Türk şiirinde nazarî olarak da Farsça kaynaklara dayanıldığını gös­teren bir vesikadır.
 
Daha sonra, Arapça ve Farsça yazdık­ları bir tarafa, gerek Anadolu gerekse Orta Asya Türk edebiyatlarında Türk müellifler aruza dair Türkçe eserler yaz­maya devam etmişlerdir. Amasyalı Alâeddin Ali b. Hüseyin Çelebi'nin (ö 875/ 1470-71) risalesi, şair Halîmî-i Şirvânî'nin manzum eseri, Aşkî'nin 950'de (1543) telif ettiği Arûsü'l-arûz'u, Firişteoğlu'nun ondan yedi yıl sonra yazdığı man­zum risalesi, Gelibolulu Sürûrî'nin aruz, kafiye, edebî sanatlar ve ıstılahlarına da­ir olup uzun zaman sahasında beğeni­len bir eser olarak kalmış bulunan Bahü'l-maârif"i (956/1549) bunlardandır. Daha çok Türkî-i Basit tarzındaki şi­irleri ve nazireler mecmuasıyla tanınan Edirneli Nazmî, 962'de (1555) tertip et­tiği divanında aruzun hemen bütün vezinleriyle Türk-İran şiiri nazım şekille­rinin hepsiyle yazdığı manzumelerinde söze, mânaya ve şekle dayanan bütün sanatları göstermek istemişti, ihtiva et­tiği şiirlerden sadece gazelleri 7777'yi bulan 50.000 beyte yakın hacimdeki bu büyük divan, Türkçede kullanılmayan­lar da dâhil, vezinler, nazım şekilleri ve edebî sanatlar için tertip edilmiş en ge­niş misaller mecmuasıdır.
Hazırlık devresini daha önce geçiren Orta Asya Türk edebiyatı sahasında yazıl­mış iki eserin, ortak tarafları yanında, İran nazmından artık birtakım hususiyetleriyle ayrılan Türk nazmına ve bu arada Türk şiirine mahsus nazım şekillerine dair verdikleri bilgilerle ayrı ehemmiyeti vardır: Bunlardan biri Nevârnin (ö. 906/ 1501) Mîzânü'l-evzân'ı. diğeri Bâbür Şah'ın Aruz Risâlesi'öir (telifi 930-931/ 1524-1525). Bu iki eser sayesinde belli vezinlerle nazmedilen ve çoğu hususi makamlarla bestelenen tuyuğ, koşuk, türkü, muhabbetnâme, müstezad, çinge (çine) veya öleng (ölen), âzâdvârî, tarhânî hakkında açık bilgiler edinebiliyoruz.
Anadolu sahasında mesnevî, gazel ve kaside gibi belli başlı neviler, VIII ve IX. (XIV ve XV.) yüzyıllarda tekâmülünü ta­mamlamıştı. Bu gelişmede bazı İran şa­irlerinin eserleri numune alınmıştır. Bu arada Orta Asya Türk edebiyatında şii­rin, hemen belli başlı bütün nevileriyle Nevâî ve Baykaraoğlu Mirza Hüseyin'in muhitinde en yüksek seviyesine ulaştığı kaydedilmelidir. Muhteva ve şekilce kla­sik hüviyetini kazanan şiirde, aruzun çok sayıdaki vezinlerinden ve bunların çeşitli şekillerinden bir kısmının şairlerce beğenilip benimsendiği ve uzun bir deneme devresinden sonra aşağı yuka­rı IX. (XV.) yüzyılda tercih edilip seçilen vezinlerin artık karar bulduğu söylene­bilir. Arap aruzunda, muayyen bahirlerdeki vezinlerden biriyle nazmedilmiş bir şiirde tefilelerin uzun ve kısa heceleri, dolayısıyla farklı tef ileler birbirinin ye­rini alabiliyordu. İran nazmında bu ser­bestlik oldukça sınırlandırılmış, Türk nazmında ise yalnız mısra başında "fâilâtün"ün yerine "feilâtün'ün gelebilme­si gibi sadece belli vezinlerin belli tef'ilelerinde kalmış; aruzda yüzlerce örne­ği bulunan değişmelerin bir benzeri olan "mef'ûlü mefâilün feûlün'de ilk iki tef ilenin "mefûlün fâilün" şeklinde değişik gelişi, hususi bir adla sekt-i melîh diye adlandırılmıştır. İran aruzunda amelî bir tarafı kalmayan aruz ve darb tef'ileleri artık tamamen unutulmuştur. Bununla beraber nazarî olarak Arap ve bilhassa İran aruzunun hususiyetleri, birçoğu bu dillerle de eser bırakmış olan Türk şairlerince pek tabii olarak biliniyordu. Bu bakımdan Yûsuf Has Hâcib'in eserinden başlayarak VIII. (XIV.) yüzyıla ve daha ön­cesine ait metinlerde -öteden beri âdet olduğu üzere- aranan ve bulunduğu sa­nılan, Türkçenin bünyesinin aruza inti­baksızlığı neticesinde doğmuş birtakım imâle ve zihafların, hiç değilse mühim bir kısmının, aslında sonradan kullanıl­mamış farklı tef'ilelerden geldiği kana­atindeyiz.
 
İşaret edildiği gibi, Türk şairleri İran aruzunun yukarıda sayılan bütün bahir­lerini almadılar, muktedab, mütedârik, cedîd, karîb ve müşâkil bahirlerini he­men hemen kullanmadılar. Diğer bahirlerdeki vezinler arasından da bazılarını seçerek bunları işlediler.

Türk şiirinde nazım şekli olarak eski dörtlükler daima ehemmiyetini koru­muş, klasik edebiyata tuyuğ ve halk edebiyatındaki türkülerin tesiriyle geli­şen şarkı gibi neviler vermiştir. Türkler daha başlangıçtan itibaren hecenin se­kizli ve on birli şekillerine uyan aruz ve­zinlerini tercih etmişlerdir. Aynı tef'ilelerin tekrarından kurulu vezinler de yi­ne ilk alınan ve daima beğenilegelen şe­killer arasındadır.
 
Mesnevilerde olduğu gibi bazı mev­zulara tahsis edilen belli vezinlerin bu­lunduğu bilinmektedir. Fakat bunun şü­mulü henüz gereğince tesbit edilmiş de­ğildir. Meselâ Bakî'nin Kanunî için söy­lediği meşhur mersiye, daha önce bir­çok şair tarafından tercî şeklinde aynı vezinle, hatta hânelerdeki aynı kafiye ve rediflerle nazmedilmiş bir mersiyeler zincirinin mütekâmil bir halkasıdır.

Aruzun kullanılış sahası sadece divan edebiyatı sınırları içerisinde kalmamış­tır. Halk edebiyatının bir kolunda da şairler aruzu eserlerinde kullanmışlar, hatta klasik şiirin tuyuğu gibi belli ve­zinlerle nazmedilen divan, selîs, satranç vb. belli neviler geliştirmişlerdir. Türk aruzunun, daha doğrusu nazım tekniği­nin XV-X1X. yüzyıllar arasındaki gelişme­si hakkında bildiklerimiz de çok noksan­dır. Sağlam bir hazırlıktan sonra, hiç de­ğilse belli başlı sanatkârların eserleri dik­katle tahlil edilmeden ve yayılmış birta­kım yanlış kanaatler düzeltilmeden kla­sik şiirin vezni ve şekli hakkında kesin hükümlere varmak doğru olmayacaktır.
XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Türk şiiri Batı tesiriyle yeni bir safhaya girdi. Önceleri değişen içtimaî şartlara ve zev­ke uygun yeni fikirler, eski nazım tekni­ğiyle ifade edilmek istendi. Fakat eski şiirin muhtevasıyla beraber ve birbirine bağlı olarak gelişen şekli buna müsait görülmedi. Bu teşebbüslerle eski nazmın önce iç mimarisi yıkıldı. Bu arada yeni ve mühim edebî nevilerden tiyatro eserleri­ne aruzun oldukça başarıyla tatbik edil­diği görülür. Edebiyât-ı Cedîde toplulu­ğu eski an'aneleri tamamıyla unutmuş, yeni nazım şekilleriyle Avrupaî bir şiir tekniği geliştirmiştir. Edebiyât-ı Cedîdeciler'in ve onların devamı mahiyetinde­ki Fecr-i Âtî topluluğunun sanatında es­kiden yalnız bir şey kalmıştı: Duygu ve düşünceyi hareket ve kıvraklıkla ifade­ye imkân verecek bir şekil olan serbest müstezada da tatbik ettikleri aruz.
 
XIX. yüzyılın sonları ve XX. yüzyılın başlarında klasik sanatkârların öteden beri ihmal ettikleri hece veznine karşı alâka arttı. Aslında lüzumlu ve yerinde olan bu alâkanın aruzun aleyhinde bir cereyan halini alışını aynı memnuniyetle karşılamak güçtür. Bu devrede aruzun aleyhinde bulunanlarla onu müdafaa edenlerin fikirleri hemen hemen aynı derecede zayıf temellere dayanır. Aslın­da aruzun, hecelerinin uzunluk veya kı­salık değerleri daha açık şekilde tayin edilebilen Türkçeye, Arapça ve Farsçadan daha müsait olduğu söylenebilir. Anılan münakaşalar arasında sık sık tek­rarlanan, "bu vezinlerle yazılan şiirlere meselâ Anadolu ve Karadeniz kelimeleri­nin bile giremeyeceği" gibi iddialar aru­zun imkânlarını bilmemekten ileri gel­miştir. Nitekim bu kelimelerden herhan­gi birini bir beyitte sekiz defa tekrarla­mak mümkündür. Aruzun Türk nazmın­da kullanılmayan yüzlerce vezni varken Abdülhak Hâmid'in -bazıları şekil ola­rak kullanılmayan vezinler içinde esasen mevcut, bazıları da ahenksiz- birtakım vezinler ihdasına çalışması ve takdirkârlarının veya muarızlarının onun bu dene­meleri karşısında tavırları da bu çevre­lerde aruz hakkındaki bilgilerin çok sat­hî olduğuna delâlet eder. Aynı zamanda aruzla mücadele, onun Türkçede en ba­şarılı numunelerine kavuştuğu bir dev­rede başlar. Tevfik Fikret (ö. 1915) ve bil­hassa Mehmed Âkif (ö. 1936), yalnız Türk nazmında kullanılan şekilleri ile de yüz­yıllarca işlenerek millîleştirilen aruzun Türkçe ile bağdaşabileceğini, Türk ede­biyatının şaheserleri arasında yer alan numunelerle göstermişlerdir. Fakat son yüzyılın başlarından itibaren millî edebi­yat cereyanının hece veznini aruzun ye­rine geçirme gayreti bu husustaki mü­cadelesini kazandı. Aruz, Yahya Kemal (ö. 1958) gibi müstesna bir sanatkârın da bulunduğu birkaç mümessili ile dev­rini kapatmış görünmektedir. Hece vez­nini benimseyen yeni şiir de uzun ömür­lü olmadı; hemen her yerde olduğu gibi o da bugün yerini, ahengi güç bir mi­maride arayan serbest nazma bırakmış bulunuyor.


NİHAT M. ÇETİN, DİA
 

KONU ANLATIM VİDEOSU ( Youtube Kanalımız için TIKLAYINIZ )

SON EKLENENLER

Üye Girişi