Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

DİVAN EDEBİYATININ GENEL ÖZELLİKLERİ


Arap ve İran edebiyatlarının etkisiyle ortaya çıkmış ve zamanla millî bir kimliğe bürünmüştür.

Arapça, Farsça ve Türkçenin birleşiminden oluşan ve Osmanlıca adı verilen bir dil kullanılmıştır.

Divan edebiyatında, 11. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar belli ölçüde Arapça ve Farsçanın etkisinden korunmuş bir Türkçe kullanılmıştır. 15. yüzyıldan itibaren ise Arapça ve Farsça kelimeler, bu edebiyatımızın diline yoğun biçimde girmiş ve bu da hem divan şiiri hem de divan nesri üzerinde yabancı dillerin etkisini artırmıştır.

Anlatılan konudan çok, anlatım biçimine önem verilmiştir.

Soyut bir edebiyat olması nedeniyle düşünce ve duygular gerçekte olduğundan farklı biçimde anlatılmıştır.
Divan edebiyatında her şey zihinden tasarlanmıştır. Toplumsal sorunlar, günlük hayat ve yerli yaşam esere yansımamıştır. Hayali ve soyut unsurlar eserlerde ağırlıklı olarak kendini gösterir.

Sanat yapmak bir amaç durumuna geldiğinden, sanatlardan yoğun biçimde yararlanılmıştır.
Edebî sanatlara düşkünlük, süslü, sanatlı ve mecazlı bir anlatım yaratma bu edebiyatın önemli özelliklerinden biridir. Edebî sanatın yoğun kullanıldığı süslü anlatım, dönemin sanat anlayışı ve kültür yapısıyla ilgilidir.

Sanat, sanat içindir.” ilkesi benimsendiğinden toplumsal sorunlardan uzak durulmuştur.

Medrese kültürüyle yetişen ve aydın zümreye seslenen nitelikleri ağır basmaktadır.
Saray, konak ve medrese gibi devrin yönetim ve öğretim çevreleri ile bunlara yakın olan kesimler içinde varlık göstermesinden dolayı saray edebiyatı, daha çok okumuş kesime hitap ettiği için zümre edebiyatı, şairlerin şiirlerini divan denilen şiir defterlerinde toplamaları nedeniyle divan edebiyatı da denilen edebiyat dönemidir.

Nazım, her zaman nesrin önünde olmuş, nesirle sınırlı sayıda eser verilmiştir.
Bu dönem edebiyatı şiire önem vermiş, varlığını şiir ağırlıklı olarak sürdürmüştür. Nesir (düz yazı) genel olarak şiirin etkisinde ve paralelinde gerçekleşmiş, şiirin gölgesinde kalmış, fazla gelişememiştir.

Nesirle ilgili eserler arasında “tarihler, dinî metinler, münşeatlar, tezkireler, siyasetnameler” vardır. Nazımda olduğu gibi bu tür eserlerde de sanat yapma ön plandadır.

Anadolu’da 13. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan klasik edebiyatımız, 16. ve 17. yüzyıllar arasında en olgun dönemini yaşamış ve varlığını 18. yüzyılın sonuna değin sürdürmüştür.

Özellikle süslü nesirde seci adıyla anılan uyağa sıkça yer verilmiştir.

Divan edebiyatında şiirlere özel bir ad, bir başlık konmaz.
Divan şaireri şiirlerini genel olarak nazım şekilleriyle adlandırır. Gazel, kaside, mesnevi, terkib-i bend vb. Şiirlere özel bir başlık konulmaması, İslamî kültürün etkisiyle açıklanabileceği gibi şiirde konu bütünlüğünün olmamasına da bağlanabilir. Çünkü divan sanatçıları bütün güzelliği yerine parça güzelliğini önemsemiştir.

Divan şiirinde mazmunlar geniş yer tutar.
Duygu ve düşüncelerin belirli, kalıplaşmış sözlerle ifadesine mazmun denir. Sıkı kurallar içinde gelişen divan şiirinde mazmunlar önemli bir yer tutar. Örneğin sevgilinin boyu selvi, kiprikleri ok, yanakları ruhsar, ağzı goncadır. O sevgiliye aşık olan kişi bülbül ya da pervane’dir. Kişisel ve özgün anlatımlara bu şiirlerde sıkça rastlanmaz.

Divan edebiyatı konu, tema ve türler yönünden belli kaıplar içinde kalmıştır.
Çoğu Arap ve Fars edebiyatlarıyla ortak olan konu, tema ve türler, hemen hemen bütün sanatçılar tarafından ya olduğu gibi ya da çok küçük değişiklikler yapılarak kullanılmıştır. Biçimde olduğu gibi konuda da görülen bu sıkı disiplin, insanın duygu ve düşüncelerinin olduğu gibi anlatmasını, toplumda olup bitenleri ortaya koymasını, sanatçının özgür ifadesini sınırlamış, sanatçıyı dar bir alanda bırakmıştır.

 

DİVAN ŞİİRİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ:

Nazım birimi beyit olup her beytin anlamı kendi içinde tamamlanır.
Bütün güzelliğinden çok, parça güzelliğine önem verilmiştir.
Şiirler “divan” adıyla anılan kitaplarda toplanmıştır.
Şiirlerin belli bir başlığı olmadığından, şiirler nazım biçimlerine göre isimlendirilmiştir.
Şiirlerde tam ve zengin kafiye kullanılmıştır.
Arapça, Farsça kelimeler ile bu dillerin kurallarına göre oluşturulan tamlamalar sıkça kullanılmıştır.
Şiirler, “gazel, kaside, mesnevi, rübai, kıta” adı verilen belli nazım biçimlerine göre yazılmıştır.
Bütün şiirler aruz ölçüsüyle kaleme alınmıştır.
Şiirlerde genellikle “aşk, şarap, sevgiliye duyulan özlem, din” gibi konular üzerinde durulmuştur.
Daha çok, aşk açısından duyulan mutluluk dile getirilmiştir.
Kişisel sevinç ve acılara sıkça yer verilmiştir.
Kavramlar, “mazmun” olarak isimlendirilen kalıplaşmış sözlerle ifade edilmiştir.
Şekil güzelliği sağlamak adına eş anlamlı kelimelerden yararlanılmıştır.
Tasavvufla ilgili kavram ve terimlerden geniş bir biçimde yararlanılmıştır.
“Şarkı” ve “tuyuğ” divan şiirine kazandırılan millî nazım şekilleri arasında yer alır.
Nazirecilik bir gelenek hâlini almıştır.


DİVAN EDEBİYATININ KAYNAKLARI

Divan edebiyatının, şiir ve nesir alanında beslendiği başlıca kaynaklar arasında dinî, toplumsal, kültürel kaynaklar yer almaktadır. Bunlar hakkında kısaca bilgi verelim.
a. Kur'an-ı Kerim: İslam’ın ana kaynağı olan ve Hz. Muhammed’e Allah tarafından Cebrail aracılığı ile gönderilen kutsal kitaptır. Kur’an-ı Kerim’de İslam peygamberi ve daha önceki ümmetlerin peygamberleriyle ilgili kıssalar, ayetler yer alır. Bunlar, edebiyatın hemen her kolunda farklı şekillerde kullanılmıştır.

b. Hadisler: İslam peygamberi Hazreti Muhammed’in sözleri, davranışları ile ilgili rivayetleri içine alır. Bunların tamamına sünnet adı verilir. Hadisler de ayetler gibi Arapça veya Türkçe metinleriyle çeşitli eserlerde kullanılmıştır. Bu kaynaktan hareketle şairler arasında hadis-i erbain (kırk hadis) adı verilen eser yazmak bir gelenek hâlini almıştır.

c. Kısas-ı enbiya (peygamber hikâyeleri): Kur’an-ı Kerim’de, İslam peygamberi başta olmak üzere ismi anılan bütün peygamberlerin hikâyeleri, divan edebiyatında kendine yer bulmuştur.
Hz. Muhammed’le ilgili olanlar “sîre” adıyla ayrılıp daha çok, nesir olarak ele alınmıştır. Adı geçen diğer peygamberlerle ilgili olanlar ise daha az ele alınmış fakat “Yusuf ile Züleyha” kıssası geniş biçimde ve bağımsız olarak işlenmiştir.
Bunların dışında “Nuh Tufanı, Hz. Âdem’in cennetten çıkarılışı, Hz. Musa’nın Firavun ile mücadelesi, Tur dağına çıkışı, Hz. Süleyman’ın mucizeleri; Hüthüt, Belkıs ve karıncalarla ilgili kıssalar, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek istemesi, Hz. Yunus’un balığın karnındaki yolculuğu” gibi kıssalar da divan edebiyatına ait ürünlerde işlenmiştir.

d. Evliya menkıbeleri: Kültürümüzde pek çok velinin hayatıyla ilgili menkıbeler yer almaktadır. Bunlarda velilerin hayatından, öğütlerinden ve kerametlerinden söz edilmiştir. Bunlardan bir veliye ait olanlar “menakıpname”, pek çok velinin hayat hikâyesini bir araya getirip anlatanlarına da “tezkiretü’l evliya” adı verilir.
Divan edebiyatında daha çok, “Hallac-ı Mansur, İbrahim Ethem, Bayezid Bistami, Cüneyd-i Bağdadi, Hz. Ali, Hf. Hasan, Hz. Hüseyin’ gibi din büyüklerinin menkıbeleri sıklıkla işlenmiştir.

e. Tasavvuf: Tasavvufun, bireyi her türlü kötü duygudan uzaklaştırıp onun iki dünyada da mutlu olmasını esas almasından dolayı, divan edebiyatında tasavvufa büyük bir önem verilmiştir.
Tasavvufi konuların işlendiği ürünler aracılığı ile bireylerin olgun insan olması yolunda ilerletilmesi amaçlanmıştır.

f. Şehname: Ulusumuzun yaşamında kahramanlığın, yiğitliğin, savaşçılığın önemli bir yeri vardır. Bu nedenle İran’ın efsanevi kahramanlarının hikâyelerini içermesi nedeniyle “Şehname”nin Türkçeye pek çok çevirisi yapılmıştır. Bu çevirilerle birlikte “Şehname” edebiyatımızın belli başlı kaynakları arasına dâhil olmuştur.

g. Yerli malzemeler: Divan şairleri, yukarıda açıkladığımız ortak kaynakların yanında, kendi dönemlerinin ahlak, âdet, gelenek ve hayat anlayışlarını, tarihî olayların etkilerini eserlerinde kullanmışlardır. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren ramazan ve bayram eğlenceleri, savaşlar, fetihler vb. birçok olay, divan edebiyatıyla ilgili eserlerde işlenmiştir.
Bütün bunların yanında, divan edebiyatıyla ilgili çeşitli eserlerde kimya, mantık, astronomi, rüya tabiri gibi kaynaklardan yararlanılmıştır.

 

Divan Edebiyatı Nazım Şekilleri

Divan edebiyatı nazım türleri

Dörtlük halinde    Bent Halinde       Beyit halinde

Rubai                 terci-i bent                       kıt’a

Şarkı                  terkib-i bent                    müstezat

Tuyuğ                                                     Şehrengiz

Murabba                                                   gazel

Kaside

mesnevi

***

İLGİLİ İÇERİK

DİVAN EDEBİYATI SANATÇILARI

DİVAN EDEBİYATI KAVRAMLARI

DİVAN EDEBİYATI NAZIM ŞEKİLLERİ

DİVAN EDEBİYATINDA NESİR

DİVAN EDEBİYATINDAKİ EDEBÎ AKIMLAR

DİVAN EDEBİYATI TEST-1

DİVAN EDEBİYATI ŞAİRLERİ


DİVAN ŞİİRİNDE BİÇİM ÖZELLİKLERİ

Bu konu, geniş olarak (Türk Edebiyatı Cilt I, s. 597-641) nazım bölümünde incelenmiştir, Burada yalnız birkaç inceliğe dokunacağız.
Divan şiirlerinde biçim, çok önemli tutulmuş ve kesin kurallara bağlanmıştır. Hatta bu sıkı kaidelerden ayrılmanın ürkütücülüğü ve şairlerinin de ona bağlılığı dolayısıyla ilk Tanzimatçılar biçim yeniliği yapamamışlardır. Divan şiirinde şiirin dışıyla ilgili unsur ve kuralların çoğu İran şiirlerinden geçmiş bulunmaktadır.

Nazım şekli
Divan şiirinde nazım birimi beyittir. Şair, bütün düşünce, hayal ve mazmunlarım, iki mısradan kurulu beyit üzerinde söyleyip bitirmelidir. Manzumedeki bir beyit, öteki beyitlerle ilgili veya ilgisiz olabilir. Bu hâl, bir değer veya kusur sayılmaz,
Divan şiirinde tek mısraın bile şahsiyeti vardı. Tek mısradan ibaret şiirlere azade denir. Bir şiirdeki en güzel mısraa ise berceste adı verilmektedir. Koca Ragıp Paşa güzel bir mısraın bir esere denk olabileceğini şöyle anlatmıştır:
Eğer maksûd eserse, mısra-ı berceste kâfidir.

Vezin
Nedim'in ve ondan sonra gelen bazı şairlerin birer türkülerini saymazsak divan şiirlerinin hepsi aruz vezni ile yazılmıştır.

Kafiye
Divan şiirinde kafiye, kesin kurallara bağlıdır. Çok kere kafiyenin mukayyet olması istenir. Kafiyenin bu aşılmaz duvarı divan şairinin hem sımsıkı disiplinini sağlayan hem de ilhamını az çok sınırlayan sebepler arasındadır.

Dil
Köktürk yazıtlarında katıksız denecek kadar sade bir Türkçenin bulunduğu ve yabancı sözlerin dilimize, Uygurlar çağında az çok girmeye başladığı görülmüştü.
İslâm medeniyetiyle ve İran edebiyatıyla tanıştıktan sonra ise Arap ve Fars kelimeleri de dilimize asırlar geçtikçe artarak ve tümen hâlinde girmeğe başladı. Arapça sözler bilhassa din, tarikat ve ilim yoluyla akın etmişti (Bak: Kutadgu Bilig)- Farsça kelimeler ise, daha sonra, bilhassa üst zümre şairlerinin marifetleriyle geldi yerleşti. Canlı Türkçe kelimelerin çoğu unutuldu. Büyük kısmi halk ağzında kalıp edebî yazı diline geçemedi. Emek ve dehalarını, daha çok Fars ve Arap dillerinden alınmış terkip ve kelimelere harcayan büyük edip ve şairilerimiz, Türkçemizi ihmal etmiş oldular,
Türkçeye yabancı kelimelerin giriş sebepleri çeşitlidir. Bir kere ilim dili Arapça sayılıyordu. Kuranıkerim gibi bir kitaba sahip olan bu dil çok zengindi. Arap bilginleri, erken çağlardan beri, dillerinin kelime ve kurallarını, kılı kırk yararcasına inceleyip tesbit etmişlerdi. Hind, Yunan ve Lâtin dillerinden yapılan tercümeler, ilim ve felsefe yönünden, o çağların en zengin kültürüne vücut vermişti. Arap dilinde, ünlü şairler, büyük feylesoflar, hukukçular, tarihçiler yetişiyordu.
Bu zenginlikleri dolayısıyla Arapça bütün Türk-İslâm dünyası medreselerinde okunuyordu. Arapça ile yetişen aydınlarımızın çoğu ise ilmî ve felsefî eserlerini o dille yazıyorlardı.
Edebiyat dili Farsça idi, çünkü Türk divan edebiyatının kuruluş zamanında, İran şiiri en parlak çağını yaşıyordu. Aydınlarımız iç içe yaşadıkları bu bol şiirli, parlak dilden (Aruz vezninin de zoruyla) birçok kelimeler aldılar.
Farsça ve Arapçaya bu mecburluk, düşkünlük ve hayranlık yüzünden Türkçeyi umursamayan bu şairler dilimize büyük zarar vermişlerdir.
Ancak, bu yabancı kelime bolluğuna rağmen, Türkçe cümlelerin yapı ve kuruluş bakımından bozulmadığı, Arap ve Fars kelimelerinin dilimizin kaideleri içerisine alındığı görülmektedir. Bundan ötürü, 1908'den sonra, dilimizin bünyesine sinmemiş yadırgatıcı kelimeler atılınca sade Türkçeye yeniden kavuşmak kolay olmuştur. Esasen bu sade Türkçe Halk ve Tekke şairlerinden başka birçok halk nesirlerinde, sözlü edebiyatta, folklor verimlerinde ve halka yakın aydınların tarihe, dine, ahlâka, tıbba, terbiyeye, tasavvufa dair eserlerinde de başlangıçtan beri sürdürülmüş ve yaşatılmıştır. (Bk. Türk Edebiyatı, Cilt I, Halk Nesri, Tarih Nesri, Öğretici Nesir s. 238-276)

AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI 2.CİLT

İLGİLİ İÇERİK

DİVAN EDEBİYATI SANATÇILARI

DİVAN EDEBİYATI KAVRAMLARI

DİVAN EDEBİYATI NAZIM ŞEKİLLERİ

DİVAN EDEBİYATINDA NESİR

DİVAN EDEBİYATINDAKİ EDEBÎ AKIMLAR

DİVAN EDEBİYATI TEST-1

DİVAN EDEBİYATI ŞAİRLERİ




DİVAN ŞİİRİNDE MUHTEVA ÖZELLİKLERİ
Manzumelerde muhteva denilince: İç ahenk, mecazlar ve tema unsurları düşünülür. (Bk. Türk Edebiyatı Cilt I, s. 683-689)

İç ahenk
Şiir mısralarına yerleştirilmiş bulunan söz mûsikisidir. Bu iç ahenk (derûnî mûsiki) vezin ve kafiye gibi dış unsurların sağladığı mekanik ahenkten büsbütün başkadır. Zaten, sırf vezinlerin basmakalıp ahengine bağlı kalınsaydı, aynı vezni kullanan herkesin aynı derecede şair olması beklenirdi. Hâlbuki aruz ve hecenin aynı kalıbını kullanarak meselâ bir öğüt, hatta lügat kitabı yazılabileceği gibi, aynı kalıpları büyük ustalıkla kullanan şairler de başka başka iç ahenkler sağlamışlardır. Meselâ, aruzun mefûlü- mefâilü mefâilü- failün kalıbıyla söylenmiş olan şu iki beytin apayrı ahenkte oldukları açıktır:

Bâkî'nin:
Şemşir gibi rûy- zemine taraf taraf
Saldın demir kuşaklu cihan pehlivanları

beytinde, Kanunî devletinin bütün haşmet ve kudreti hissedildiği hâlde,

Yahya Kemal'in:
Alnında halka halkadır aşüfte kâkülü
Göğsünde yosma Gırnata'nın en güzel gülü

beytinde, şuh bir İspanyol dansözünün portresi çizilmektedir.

İç ahenkten söz açınca, divan şiirinin en üstün ve millî tarafına parmak basmış oluyoruz. Bu edebiyattaki biçim özellikleri, mecazlar ve bazı kelimeler, Fars şiirine benzetilmiş olabilir. Önemli nokta, o şiirlerin mısralarına yerleştirilen Türk dili ahengidir.
Demek ki, divan mısralarında söz ve biçim unsurları olarak bazı yabancılıklar bulunabilir, fakat bunların öz ve ahenk bakımlarından millî oluşlarına dikkat etmek gerekir. Zaten dünyada yabancı estetiklerin tesirine girmeden gelişip orijinal hâle gelmiş hiçbir yüksek edebiyat mevcut değildir.
İlk bakışta kelime ve biçim benzerliklerine saplanarak yanlış hükümler yürütmek şiirin yalnız vezinler, nazım şekilleri ve hazır mecazlar ile yazıldığını sanmak olur.
Bir an için Süleymaniye Camiinde kullanılan bütün mermer taş, boya, kireç ve tahta malzemesinin İran'dan getirildiğini farz edelim. Bu malzemeyi işleyen mimarlık, nakış ve yazı ustaları, gerçek Türk sanatçıları olduğuna göre, meydana gelen yapı, elbette ki millî Türk eseri olacaktır. Çünkü Süleymaniye'nin nizamı, ona verilen ruh ve ahenk millîdir.
Divan şiirinin beyit birimine dayandığını biliyoruz. Bu şiirde, ses musikisi yönünden öyle kudretli beyitler vardır ki, bütün çağlar Türkçesinin en üstün ahengini taşırlar. Şu birkaç beyit, söylediklerimize tanık olabilir:

Cihân-âra cihan içindedir ârâyı bilmezler
O mahîler ki derya içredir deryayı bilmezler
                                          Hayalî Bey

Ehli dildir diyemem sinesi sâf olmayana
Ehli dil birbirini bilmemek insaf değil
                                               Nefi

Kadem kadem gece teşrifi Nailî o mehin
Cihan cihan elem-i intizâre değmez mi?
                                                      Nailî

Gonca gülsün gül açılsın cûyferydd eylesin
Sen sus ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin
                                                       Nâbî

Göz gördü gönül sevdi seni ey yüzü mâhım
Kurbanın olam var mı benim bunda günâhım
                                                      Nahifi

Haddeden geçmiş nezâket yal ü bal olmuş sana,
Mey süzülmüş şişeden ruhsâr-ı al olmuş sana
                                                             Nedim

Açıklama
Şemşîr; kılıç- Bûy-ı zemine: yeryüzü- Cihan-ârâ: Cihanı süsleyen, (Tanrı)- Mâhî: balık- Ehl-i dil: arif insan- Kadem kadem: adım adım -elem-i intizâr: bekleyiş üzüntüsü- Cûy: ırmak, çay- Mân: ay- Hadde: imbik- Yâl ü bal: boy bos- Ruhsâr: yanak

Mecazlar
Bütün doğu sanatlarında olduğu gibi divan edebiyatında da süslülük esastır. Süslülük (tasannu) nazım ve nesirlerde anlam ve söz sanatlarının gereğinden fazlaca kullanılması demektir.
Bir edebiyatın mecaz sistemi, yazıldığı zamanki dünya görüşünü, medeniyet ölçülerini güzellik anlayışını az çok yansıtmaktadır. Şiir ve sanatta asıl yenilik, mecaz sisteminin değişmesi ile görülmektedir.
Güzellik anlayışının bazen toplumdan sanatçıya, bazen de sanatçıdan topluma geçtiği olmuştur. Divan şairleri, başlangıçta, İran'dan alman birçok teşbih ve istiareleri, Türk toplumuna benimsetmek imkânını bulmuşlardır. Yalnız aydınlar değil, saz şairleri halk da: servi boy, ay çehre, ok kirpik, ince bel gibi güzellik ölçülerini zevk düsturu edinmişlerdir. Şu hâlde, kökü bizde olmasa bile, bu mecaz sistemini, millî saymak icab eder. Çünkü halkımız bugün bile aynı benzetmeleri yapmaktadır.
Divan şiirinin mecazlarına bakılırsa, hemen pek az ayrıntı ile bir tek güzel tipini övdükleri görülür.
Bu tâ en eski İran şairlerinden beri, bütün hatları çizilmiş, bütün boyaları vurulmuş, dekoru, arka plânı, gölgeleri İnceden inceye tesbit edilmiş klâsik bir tabloya benzemektedir. Şairlerimiz altı yüz yıl bu mücerret, minyatürümsü, bu muamma, güzeli Öne sürerek esasta kendi sevgililerini, aşk ve hasret duygularını anlatmışlardır.
Hayatta hiç rastlanmayan bu güzelin: Boyu servi gibi uzun, çehresi ay gibi parlak, gözleri nerkisleyin baygın, kaşı yay, kirpiği ok, saçı uzun, siyah ve dağınık, ağzı nokta kadar küçük, yanakları gül pembesi, beli kıldan ince, teni gümüş gibi parlaktır.
Bilinen mazmunların tasarlattığı bu güzel tipi, gerçek değil hayalidir. Reel değil idealdir, Bu, her şairin uyması ve sevmesi gereken bir modeldir. Şairin sevgilisi bu örnek'e uysun uymasın, isterse büsbütün başka bir tipte olsun, yine de o "hayal güzeli övmek, sevgisini ona ait mazmunlarla göstermek zorundadır. Çünkü başka türlü bir güzel anlatmak, şairlik iddiasından vazgeçmek olur. O çağların estetiği başka bir güzellik model ve tasarısını kabul etmez.
Tanzimat'tan beri divan şiirini yıkmak isteyenler, bilhassa bu ideal güzel tipine hücum etmişlerdir. İlk önce Namık Kemâl, toplumcu ve hamleci bir Türk edebiyatını Batı örneğinde yeniden kurabilmek için divan zevkinin ortadan kalkması gerektiğine inanmıştı. Kendisi o şiiri çok sevdiği, hatta divan tarzında pek çok gazel ve kasideleri olduğu hâlde, bu şiire en sert çıkışları yapmıştı. Nitekim Celâleddin Harzemşah piyesinin ön sözünde divan zevkini şu alaycı dille yermektedir:
"Dîvânlarımızdan biri mütalâa olunurken, insan, muhtevi olduğu hayalâtı zihninde tecessüm ettirirse, etrafını maden elli, deniz gönüllü, ayağını Zühal'in tepesine basmış, hançerini Merih'in göğsüne saplamış memdûhlar; feleği tersine çevirmiş de, kadeh diye Önüne koymuş, cehennemi alevlendirmiş de dağ diye göğsüne yapıştırmış, bağırdıkça arş-ı âlâ sarsılır, ağladıkça dünya kan tufanlarına gark olur âşıklar; boyu serviden uzun, beli kıldan ince, ağzı zerreden ufak, kılıç kaşlı, kargı kirpikli, geyik gözlü, yılan saçlı maşuklarla mâlâmal (dopdolu) göreceğinden, kendini devler, gulyabaniler âleminde zanneder. "
Ancak, Namık Kemâl'in belli bir gaye ile çok sevdiği divan şiirinin güzelliklerini bile bile ve kasıtlı şekilde yerdiğini unutmamak gerekir. Yoksa bu sözler bir edebî tenkit gibi alınırsa şüphesiz çok yüzeyde kaldıkları göze çarpar.
Nitekim teşbihte sırf benzeyenle benzetilenin biçim bakımından ilgilerine bakılmaz. Şairin neler tasarladığını düşünmek de lâzımdır.
Servi boy denince upuzun bir servi ağacını tasarlamak yanlıştır. Şair bununla, sevgilinin düzgün vücudunu, nazlı yürüyüşünü, körpe hâlini hep birlikte anlatmak ister. Sonra bu mazmunların şaire, hüner ve zekâ inceliklerini göstermek için birer vesile olduğunu da bilmeliyiz. Onlar, zaten hepsinde ortak olan bu benzetmelerin düz anlamlarım hiç düşünmezler bile.
Divan şiirinde süslülük esas olduğuna göre, söz ve anlam sanatlarına da çok başvururlar. Cem'iyetli (biçim ve mana ilgisi ile bir araya toplanmış) söz söylemek, her beyit ve cümlede aranan bir hünerdir.
Divan şiirinde belli bir takım anlam ve kelimeleri çağrıştıran (tedai ettiren) bu sisteme mazmun adı verilir.

MAZMUN
Bir sözün, mısraın, nüktenin veya beytin içine hünerle yerleştirilen özel mânâya mazmun denir. Bu, hemen göze çarpan, düz anlam değildir. İç yüzünde (zımnında) gizli olan, ancak divan şiiri kültürü ile bilinen anlamdır. Mazmun'un Türkçe, Arapça ve Farsçadan başka dillerde tam karşılığı bulunamaz. Ancak İtalyanca concelto, İngilizce conceit, Fransızcada preciosite kelimeleri mazmun kavramını uzaktan hatırlatır. Mazmun, bir söz söyleyerek, okuyana çağrışımlar yaptırmaktır. Sözgelişi: yanak deyince onun pembeliğini, gül rengini, parlaklığını, aya güneşe benzerliğini, nuru, sabahı, lâleyi, mushafı, aynayı, ateşi ve o ateşe düşen âşıkın pervane gibi yanışını... birlikte düşünmek gerekir.
Divan şiirinin estetiği, mecaz sistemi bilinmedikçe bu mazmunlar anlaşılmaz. Divan şiirinin daha çok, üst tabaka okumuşlarına seslenen bir sanat olması, kullandığı kelimeler kadar, bu mazmun inceliklerinden de ileri gelmektedir. Şairler, belli mazmunları, yeni bir tarzda söylemeğe çalışırlar.
Şimdi, Nefi'nin, aşağıdaki beytinde, önce ilk bakışta göze çarpan anlamı, sonra da mazmunları incelemeğe çalışalım:

Zülfüne kalsa perîşân eylemezdi dilleri
Ânı da tahrik eden bâd-ı sabâdır neylesin

Görünüşte şair, "sevgilinin saçlarıyla gönülleri perişan ettiğini, ama bunu elinde olmayarak yaptığını, çünkü o saçların da meltem tarafından kışkırttırdığını" söylüyor. Fakat beyti iyi anlamak için şu mazmunları bilmek gerekir:

a)    Zülf (saç) siyahtır = siyah kâfirlerin rengidir = kâfir zalimdir = zalim olduğu için âşıkları üzecektir.

Zülf perişan (dağınık)'dır. = âşıkın gönlü, belirsiz ipliklerle, sevgilinin saçlarına bağlıdır, bundan ötürü gönül perişan olmuştur.

Bâd-ı saba (meltem) her yana yetişen, bir habercidir = bilhassa güzel kokular almak için sevgilinin saçları arasına girer = onun düzgün saçlarını dağıtarak daha ayartıcı bir hâle koyar meltemden o saçın kokusunu almış veya rüzgârın dağıttığı saçları görmüş olan âşıkın gönlü iyice sevdalanır ve perişan olur.
Oldukça sade bir beyitte gördüğümüz bu mazmunlar ve binlerce benzerine her divan şairinde az çok rastlanmaktadır.
Anlaşılmış olacağı gibi mazmun düşürmek divan kültürüne sahip kimselere, bazı zekâ oyunlarının ve çağrışımlarının zevkini tattırmak demektir... Bir şair, kimsede olmayan orijinal bir mazmun düşürürse buna: Bikr-i mazmun adı verilir.
Mazmun, (açık veya kapalı olarak) teşbih, istiare, imâ, telmih, leff ü neşir, tecahüî-i arifane, hüsn-i tâliî vs. sanatlardan biri vasıtasıyla yapılır. (Bk. Türk Edebiyatı Cilt I, s. 188-206) Divanlarda en çok geçen bazı mazmunlar şunlardır

Sap (Zülf, ca'd, turra) denince
Görünüşü bakımından: sünbül, perişanlık, yılan, büklüm. Bengi ile: kâfir, gece, siyah, karga, gölge. Kokusu dolayısıyla: misk, amber, duman... hatırlanır.

Beyitler

Ruhun âteş, hat u hâlin behûr-u misk ü anberdir
Ham-ı zülf-i siyahın halka halka dûd-ı micmerdir.

Ol zülf-i hambeham ki, rûy-i nigâre düşmüş
Güya bir iki sünbül, bir cûybara düşmüş

İstisna olarak bazı şairlerde bilhassa Nedim'de sırma saç ve san saçın (zülf-i zerd) anıldığı da görülür. O vaktin estetiği içinde cüretli sayılabilen bu yenilik, sevilen güzeli olduğu gibi tasvir için yapılmış olabilir. Aşağıdaki beyitler sarı saç üstünedir. (Elbette iyi bir taramada sarı saçla ilgili daha başka beyitler bulunabilir.)

Şâ'şa'a sanma eyâ mah çevresinde görünen
Sarı saçın gerden-i hurşîde salmıştır kemend
                                                           Zâti

Hurşîd pençesin mi takınmış cebinine
Ol zülf-i zerdden dökülen târler midir?
                                                 Nedim
ruh: yanak- hat u hâl: yanaktaki sarı tüyler ve ben- Behûr-u misk ü amber: amber ve misk dumanı- ham-ı zülf-i siyah: kara saçın büklümü-Dûd-ı micmer: buhurdandan çıkan duman - Zülf-ü hambehâm: büklüm büklüm saç- Rûy-i nigâr: sevgilinin yüzü- Cûyibar: ırmak, dere-eyâ: acaba- mah: ay- gerden-i hurşîd: güneşin boynu, güneşin gerdanı- cebîn: alın- Zülf-i zerd: sarı saç.

Göz (çeşm, dîde, ayn) denince:
Görünüşüyle: nergis, badem, ahu-Rengiyle: kâfir, siyah-Özellikleriyle: sarhoş, nazlı, mahmur, hasta- eylemleriyle: büyücü, katil... hatırlanır.

Dediler, dü çeşm-iyârne demek olur? dedim:
İki nergis, iki badem, iki sâhit, iki âhû
                                                Ruhî

Gözü meyhâne-i nâz ü kaşı mihrâb-ı niyaz
Yaraşır her ne kadar etse niyaz ehline nâz
                                                             Nef'î

Hâl kâfir, zülf kâfir, çeşm kâfir el'amân
Serbeser iklîm-i hüsnün kâfiristân oldu hep
                                                   Nedim

Yine mazmunlara aykırı olarak bazı şairlerin bir iki beytinde mavi göz'ün de yer aldığı görülmektedir. Misaller:

Ol çeşm-i kebûd zülf-i perişan arasında
Nergis gibidir kim aça reyhan arasında
                                         Muhibbi

Hayâl ettin gönül çeşm-i kebûdin ol perî rûyun
Kenâr-ı nüsha-i ümmîde nakş-ı lâciverd ettin
                                                    Nâbî

Sâgar çekerek zevk ile Kandilli suyundan
Göksûya gel ey çeşm-i kebûd âlem-i âb et
                                                       Nedim
Dü çeşmî-i yâr: yârin iki gözü- sâhiv: büyücü- niyaz: yalvarma, dua, rica- sera-ser: baştanbaşa- iklim-i hüsn: güzellik ülkesi- Çeşm-i kebûd: mavi göz- zülf-i perişan: dağınık saç- peri-rûy: peri yüzlü- Kenâr-ı nüshâ-i ümmîd: Ümit sayfasının kenarı- sigar: kadeh- âlem-i âb: içki eğlence âlemi.

Yanak, yüz (ruh, ruhsâr, hadde, izâr, ânz) denince:
Sabah, güneş, nur, ayna, ateş, yasemin, lâle, erguvan, mushaf, peri,., hatırlanır.

Sözün sözün ki sözünden eridi kand-i hayat
Yüzün yüzün ki yüzünden tutuldu şems ü kamer
                                                       Nesimî

Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim
Bir peri suret görünmüş bir hayâl olmuş sana
                                                           Nedim

Kand-i hayat: hayât şekeri- Şems ü kamer: güneş ve ay Ağız ve dudak (dehen dehân, fem ve leb, şefe) denince
Küçüklük yönünden: Mim, gonca, zerre, nokta, yokluk, sıı-Rengi bakımından: L'âl, kiraz, şarap, yakut, lâle- Tadı ve zevki dolayısıyla: Âb-ı hayat, kevser, şeker,., hatırlanır.
Lebin lebin ki lebinden akik oldu mat
Dişin dişin ki dişindir bahânesiz gevher
                                       Nesimî

Ne berk-i güldür o leb, çiğnesem şeker sanırım
Ne göncedir o dehen, koklasam şarâb kokar
                                        Nedim

Akik: yüzük ve süs taşı (En güzeli Yemen'de çıkarılır.) Berk-i gül: gül yaprağı. Boy (kadd, endam, kamet) denince;
Servi, çınar, ar'ar, (ardıç, dağ servi'si) nihâl (dal ve fidan) şimşâd (şimşir ağacı) elif, âfet, kıyamet, fıskiye... hatırlanabilir.

Dedim ki kametin âfet, dedi ne doğru haber
Dedim ki kaşların uğru, dedi ne eğri hayâl
                                            Şeyhî

Serv -kametler iki yanın alırlar yolun
Râh-ı gülzâra döner yollan İstanbul'un
                                              Bakî

Dilberin bâlâ bülendi, âşıkın üftâdesi
Bir yere gelmiş bugün, âlâ ve ednâ bundadır.
                                                 Nefî

Sandım olmuş ceste bir fevvâre-i âb-ı hayât
Böyle gösterdi bana ol kadd-i müstesna seni
                                                   Nedim

uğru; hırsız- râh- gülzâr: bahçedeki yol- bâlâ bülent: yüksek duruşlu- üftâde: düşkün- âlâ vü ednâ: yüksek ve alçak- ceste: sıçramış- fevvâre-i âb-ı hayât: abıhayat fıskiyesi.

Sevgili (yâr, nigar, cânân) denince:
Peri, melek, huri, şah, padişah, put, gül, nûr, Hızır, İsâ, tabîb, ömür, zalim, cefacı, vefasız, başkalarına yüz veren hatırlanır,

Nura garkolmuş, güneş tek cilve vermiş hüsnüne
Dâmenin tutmuş melâik sol u sağından gelir.
                                                         Nedim

Dikkatler ile seyrederiz yâri serapa
Görmez mi idik biz de eğer olsa vefası
                                               Baki

Çin ellerinin çok gözü ahuların öğme
Eyhâce bu Rûm elleridir, bunda neler var.
                                                    Ruhi

Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan muradım şem'i yanmaz mı?
                                                            Fuzûlî

Cilve: güzel duruş ve davranış- damen: etek- melâik: melekler -simten: gümüş tenli- câme: elbise- serapa; baştan ayağa- Ey Hâce: ey hoca- murâdım şem 'i: dileğimin mumu.

Âşık denince:
Viran, harap, perişan, biçâre, düşkün, gamlı, ağlayan, sabırlı... gibi sıfatlar hatırlanır.

Ey Necati, yürü sabreyle elinden ne gelir
Hûblar, cevr ü cefâyı kime öğretmediler
                                                 Necati

Güdükçe hüsnün eyle ziyâde nigârumun
Geldikçe derdine beter et mübtelâ beni

Tâli bu veçhile dûn, serkeş nigâr böyle
Biçâre âşıkı gör, baht böyle yâr böyle
                                                  Nev'î

Doğülmeğe, söğülmeğe, kovulmağa billâh
Hep razıyım amma ki efendim senin olsam
                                                   Nedim

Hûblar: güzeller- mübtelâ: düşkün- rahne: yarık, çatlak- ahvâl: hâller -dûn: alçak- serkeş: baş çeken, isyancı.
Bundan başka, gamze (yan bakış): kılıç, ok, fettan, yol vurucu-.ha£(sevgili yanağındaki ince tüyler): âyet, çimen, menekşe- bel (miyan): kıl-diş; inci- gerdan: kâfur vs. gibi çağrışımlar yaptıran mazmunlar vardır.

Temalar
Bir şiirin veya sanat eserinin muhtevasını incelerken üzerinde durulacak üçüncü unsur temadır.
Divan şairleri de, hemen bütün edebiyatlarda görülen temaları işlemiştir. Çünkü insan tabiatı, bilhassa insan duyguları, yer ve zaman ayrılıklarına rağmen, şaşılacak benzerlikler gösterir. Özellik, aynı temaların, her edebiyatta ve her şairde başka türlü işlenmesinde aranır. Divan şiirinde en çok görülen temalar: Aşk, ölüm, tabiat, din, toplum, rindlik, yiğitlik vs. dir.

Aşk
Her devrin şiirleri gibi divanlarda da aşk, başköşeyi tutar. Bu tema gazel, şarkı mesnevi şekillerinde daha fazla görülür. Aşkın maddî ve plâtonik olanı vardır. Maddî aşkın bazen en çıplak (hatta zayıf şairlerde bayağı) şekline ve manevî aşkın en ilâhî olanına divanlarda rastlanabilir. Fakat aşkın maddeden uzak ve ilâhî olanı daha fazla önemsenir. Onun için şairler, günlük maceralarına bile bir mecazî aşk süsü vermekten hoşlanırlar. Zahit çevrelerden gelecek hücumları da böylece Önlemiş olurlar.
Aşk ve his her şeyden üstün tutulur. Akıl ve şuur ise tasavvuf havalı şiirlerde bilhassa önemsenmez. Akim, inşam, basit ve yanlış tedbirlere sürükleyeceğine inanılır. Bu anlamda Fuzulî:

Ben akldan isterim delâlet
Aklım bana gösterir dalâlet
Her ne var, aşk imiş âlemde
İlm bir kıyl ü kaal imiş ancak.

demiştir. Halk türkülerimiz de "sevdadır her işin başı" diyerek bu görüşe katılmaktadır.
Aşkın, insanı olgunlaştırıp, tasavvuf yolu ile Tanrı'ya ulaştıracağı genel bir inançtır. Aşk, bazı timsallerle anlatılır. Şairler, kendilerini efsane kahramanları ile kıyaslayıp daima daha üstün çıkarırlar:
Bende Mecnûn'dan füzûn âşıklık istidadı var.
Âşık-ı sâdık menem, Mecnûn 'un ancak adı var.
Fuzûlî

Nâbî ile ol âfetin ahvâlini naklet
Efsane-i Mecnûn ile Leylâ'dan usandık,
                                   Nâbî

Âşık bahtsız, sevgili zâlim, aşk yolu çetin ve üzüntülüdür:

Bir demir dağı delip boynuna almak gibidir,
Her kişi âşık olur, ey eğer âsân olsa
                                Taşlıcalı Yahya

Aşk içre azâb olduğun andan bilirim ki
Her kimse ki âşıktır, işi âh u figandır.
                                          Fuzûlî
Gül ile Bülbül efsanesi, aşk beyitlerinin değişmez mazmunudur. Çiçeklerin sultanı olan gül mağrur ve vefasız sevgiliyi, onun uğrunda kan ağlayan bülbül ise bîçâre âşıkı temsil eder.

Nâlişlerini derd ile bîçâre bülbülün
Bâd-ı sabâ eliyle gülistana yazmışam.
                                      Ahmed Paşa

Tabiat
Divan şiiri tabiat anlayışı bakımından yanlış tanıtılmıştır. Bu şiirde tabiat vardır. Fakat bu tabiat dış görünüşünü resimleyen objektif tasvirlerle anlatılmaz, Divan şiirlerinde kelimeler sayılacak olsa, en çok tabiat (çiçek, ağaç, dağ, deniz) İsim ve sıfatları görülür.
Bu şiirlerde tabiat üslûba çekilmiş (stilize edilmiş) bir hâlde bulunur. Tabiat unsurları birer nakış ve motif gibidir. Bu tabiatı, Türk çinilerinde ve diğer şark sanatlarında gördüğümüz soyut (abstre) tabiata benzetebiliriz. Bilindiği gibi, ağaçlar, çiçekler ve yapraklar, çiniye ve eski kumaşlara, tabiatta olduklarından başka türlü geçerler. Sanatçı, onlara, istediği renk ve şekli vermek suretiyle gerçek hâllerinden uzaklaştırmıştır. Kökü tabiata dayanan, fakat aslına çok az benzeyen bu soyut resim anlayışı, batıda zamanımızın modası olmuştur.
Divan şairi, tabiattan aldığı malzemeyi mecaz unsuru olarak kullanmaktadır. Sevgili gibi tabiat da bütünüyle değil tek tek bazı unsurlarıyla alınmaktadır. Seçilen bu tabiat motifleri de yine birtakım mazmunlar çevresine konulmaktadır.

Bahar: hayat verici ve gelindir. Gül: sultan, tebessüm, kulak'ı hatırlatmaktadır. Lâle: kan, kadeh, bağrı yaralı-NerJa's: hayran, mahmur, Susam: hançer- Sümbül: amber, saç- Kar ise gümüş, akvarak, kâfur, nûr vs. benzetmeleriyle gösterilmektedir.

Divan şiirinde, tabiatla insanın iç içe olduğu nadir görülür. Nedim 'de ve bazı 19, yy. şairlerinde bunun aykırıları vardır ama esas olarak tabiatla insan ayrı ayrı bulunur. Nasıl ki, minyatürler de böyledir, Divan şiirinde varlıkları çok kere benzetme aracıdır:

Açıl ey faslı dey sen, gulsitanlarda il açılsın gül,
Terennüm eyle bülbül, mutrıbım, çengim rübâbımsın
                                           Nedim
Tabiat, bazen de bir düşünceye ortam hazırlar:

Bülbüller öter, güller açar, şâd gönül yok
Hiç böyleliğin görmemişiz faslı baharın
                                          Şeyhülislâm Yahya

Divan şiiri pitoresk bir bakışla incelenirse, cidden çok güzel tablolar göze çarpar. Yalnız bu resimler gerçekçi değil, soyut bir anlayışla çizilmektedir.

Ol gün kanı ki, gün gibi sûzan idim sana
Olsan revân, saye-i bîcân idim sana
                                    Hayalî Bey

Kadeh fıskiye, mey su, haîka-i rindin onun havzı
Sarây-ı işrete taht-ı revândır Bâkîyâ meclis!
                                                            Bakî

Zevki o rind eyler tamâm kim, tuta, mest ü şâdkâm
Bir elde câm-ı iâiefâm, bir elde zülf-i hambeham
                                                                   Nefî

Hac yollarında meşale-i kârbân gibi
Erbâb-ı aşk içinde nümâyânsın ey gönül
                                             Nedim

Toplum
Divan şiiri asıl üstünlüğünü gerçi saf şiir alanında gösterir. Fakat bu hâl, divan şairlerinin aynı zamanda toplumcu olmalarına engel değildir. "Sanat için sanat" anlayışı yanında, "Toplum için sanat" görüşü de önemli yer tutmaktadır. Bu oluşun asıl sebebi, o edebiyatta nazmın, aynı zamanda nesir görevini görmesidir.
Şair, toplumun "akıllı adam"ıdır; çok saygı gören korkusuz adamıdır. Divan şairi, buna inanmıştır. Bunun için en fazla öz şiir taraflısı olanlar bile, divanlarına birkaç hikmetli, ahlâkçı şiir koymayı ihmal etmezler. Bazıları ise, aşk, tabiat ve zevk şiirinden fazla, toplum şiiri yazmışlardır.
Şairler, topluma ders veren beyitlerini de tıpkı ötekiler gibi dikkat ve zarafetle işlerler; söz musikisine dikkat ederler, Bunların dillerde dolaşması ve atasözleri gibi halk arasında söylenmesi murattır. Gerçekten bunlar, aşk şiirlerinden daha çok halka mal olmuş ve yaşatılmıştır.
Rubaî, terkibibent, terciibent, murabba ve benzer nazım şekillerinde ve bağımsız beyitlerde özellikle hikmetli şiirler söylenmiştir.
Divan şiirimizde toplumcu şiir anlayışını en çok benimseyen şairlerimiz: 16. yüzyılda Bağdatlı Ruhî, 17. yüzyılda Nâbî, 18. yüzyılda Koca Ragıp Paşa ve 19. yüzyılda İzzet Molla’dır.

Ne mülk ü mal, bana cerh verse memnûnem
Ne mülk ü malden âvâre kılsa mahzûnem
                                          Fuzulî

Bâtıl, hemişe bâtılı bîhûdedir velî,
Müşkil budur ki, sûret-i hakdan zuhur ede
                                          Bakî

Dünya talebiyle kimisi halkın emekte
Kimi oturup zevk ile dünyayı yemekte
                                   Ruhî

Ne dünyâdan safa bulduk, ne ehlinden recâmız var
Ne dergâh-ı Huda'dan ma'dâ bir ilticamız var
                                                      Nefî

Çok da mağrur olma kim meyhane-i ikbâlde
 Biz hezârân mest-i mağrurun humârun görmüşüz
                                         Nâbî


Bir nîm neş'e say bu cihanın baharını
Bir sâgar-ı keşideye tut Jâlezârsnı
                                 Nedim

Ragıp, müdâheneyle riyadır zamanede,
Dünyâyı sanma cevr ü sitemdir harâb eden
                                     Koca Ragıp Paşa

Meydândaki baş içindir efser
Ser ver k'olasın bu yolda server
                                       Şeyh Galip

Mihneti, kendine zevk etmedir âlemde hüner
Gam u şâdî-i felek böyle gelir böyle gider
                                          Enderunîu Vâsıf

Meşh urdur fısk ile olmaz cihan harâb
Eyler anı, müdâhene-i ûlimân harâb
                                      İzzet Molla
Cerh: felek, dünya, kader, hemişe: daima, her zaman, bîhûde: beyhude, boş. sûret-i hakdan: iyi yüzle, doğru gibi. iltica: sığınma, ikbal: saadet, mevki, hezârân: binlerce, mest-i mağrur: gurur sarhoşu, nîm: yarım, sâgâr-ı keşide: içilmiş kadeh. müdâhene: dalkavukluk, cevr ü sitem: kötülük, efser: tâc. ser; baş. server: başbuğ. mihnet: sıkıntı, gam u şâdî-i felek: dünyanın kederi ve sevinci, fısk: fitnelik, âlimân: bilginler.

Rindlik
Divan şiirinde çok kullanılan temalardan biridir. Rind, eski edebiyatımızın örnek tuttuğu kâmil ve olgun kişidir. 19. yüzyıl Fransız şiirinin bohem tipini andıran rind, kendi değer hükümleri ile yaşayan, başkalarının yargısına önem vermeyen, geniş görüşlü, filozof bir kimsedir. Birçoklarının ömür boyunca peşinden koştukları mal, şöhret, mevki gibi şeyleri umursamaz. Din karşısında hoşgörücü, yaşayış ve geçim kaidelerine boş vericidir. Kimsenin kınamasına aldırmayarak riyasız ve yalansız olmaya çalışır. Hikmete, hakikate düşkündür.
Tanrı ile kendi arasında hiçbir vasıta tanımaksızın, onunla senli benli olmaya çalışır. Gerçek dindar olmakla beraber "melamî" havalıdır; gösterişe, görünüşe önem vermemektedir. Çokluk tekkeye mensup, tarikat ehli ve mutasavvıftır. Olumlu rind tipi üstüne üç şiir yazmış olan Yahya Kemâl, onu bilhassa şu mısralarla anlatır;
Bazen kader, gelen bora hâlinde zorludur
Dağlar nasıl bakarsa siyah ufka, öyle bak.

Bazen de çevreden nice bir âdemoğludur,
Görmek değil düşünmeğe bigâne kal, bırak!
Dindar adam tevekkülü, rikkatle herkese
İsa'yı çarmıhında uzaktan hatırlatır.
Bir arslan esniyor gibi engin vakar ise
Rindin belâya karşı kayıtsızlığındadır.

Kendine rind süsü veren olumsuz ve zararlı bir tip daha vardır. Bu tip sözde mütevekkil, fakat zevk ve içki düşkünü, vurdumduymaz, hazır yiyici ve cahildir.
Samimî olmayan şekilde Bir lokma bir hırka felsefesini benimsemiş, çalışıp kazanmayı, insanca yaşamayı reddetmiş görünür.

Ne verseler ana şakır, ne kılsalar ana şâd

mısraında ifade edildiği gibi her şeye katlanır. Kâh aşırı zevk düşkünü ve sorumsuz bir kişi olarak Ziya Paşa'nın bazı "berduşlarla alay etmek için söylediği şu alaycı beytine uyar:

İç bade güzel sev var ise akl u şuurun
Dünya var imiş ya ki yok olmuş ne umurun!

Bu tenbel, miskin tip bilhassa bozulmaya yüz tutan tarikat çevrelerinde, gayretsiz, sorumsuz, mücadelesiz bir dünya görüşünün timsali olmak istemiştir.
Kurmaya çalıştığı batı modeli edebiyatla, Türk toplumunda onurlu, mücadeleci, çalışkan insan örneklerini çoğaltmak isteyen Namık Kemâl, bu tipi ve felsefesini yıkmak için kalemle meydan savaşları açmıştır.
Gerçi, her divan şairi, olumlu manada, biraz rind görünmek ister. Ancak hem sanatı hem de hayatı ile rindliği en fazla benimseyen şairimiz Bağdatlı Ruhî olmuştur. Terkibibend'indeki şu beyitler, gerçek rind'i bize tanıtabilir:

Bu âlem-i fânide ne mîr ü ne gedâyız
Âlâlara alâlanırız pest ile pestiz

Bu âlem -i fânîde safâyı ol eder kim
Yeksan ola yanında eğer zevk u eğer gam

Yazık sana kim eyleyesin hırs u tema'dan
Bir habbe için kendini âlemlere bednam

El verse safa, fırsatı fevt eyleme bir dem
Dünya ana değmez ki cefasın çeke âdem



Bigâne: yabancı, uzak- vakar: yerinde gurur, ağırbaşlılık- şâkir: şükür eden -mîr: bey, zengin- gedâ: dilenci, yoksul- ala: üstün kimse (burada üstünlük taslayan)- pest: alçak (burada, alçak gönüllü)- yeksan: aynı, eşit -hırs u tema': hırs ve tamah doymazlık- bednam: kötü adlı- sîm: gümüş- zer: altın- merg: ölüm- fevt et-mek: harcamak, elden kaçırmak.

Din
Divan şiirinde çok yer tutan temalardandır. Bazı şairlerde tam ehl-i sünnet inançlarına uygun, bir kısmında ise tasavvufla hikmetle karışık şekilde terennüm edilmiştir.
Divanların münacat, tevhid ve naat kesimlerinde toplu olarak görülen din teması, başka türlerde de serpinti hâlinde bulunabilir.
Tanrı, peygamber ve din sevgisinin çoğu şiirlerde samimî ve coşkun bir anlatım gücüne ulaştığı gerçektir. Fakat dinî inançlar üzerinde tartışma yoktur. Allah, Kur'an ve Peygamber'den şüphe edici veya onları isbat etmeğe çalışan fikirler görülmez. Çünkü böyle bir inkâr veya ispatı gerektirecek karşıt bir düşünce akımı o çağlarda hoş görülmemiştir. İslâmlığın gösterdiği değerler, aynen kabul edilmiştir. Nakîl mahiyette olan dinî görüşleri tartışmaya yönelen inkârcı veya isbatçı yazılar bizde daha çok Tanzîmatla başlamıştır.
Divan şairleri, dinî inançlar bahsinde iyi Müslüman ama dinin şartlarına uymak hususunda müsamahalıdırlar. Zahid sıfatıyla yerilen ve İslam’ın özünü değil de sadece sözünü, kabuğunu anladığı farz edilen dar görüşlü bir tip, bu şairlerin fazlaca üstüne vardıkları bir şamar oğlanı gibidir. Ayrıca şahsî çıkarları için ibadet eden veya etrafa fazla dindar görünerek ikiyüzlü davranan müraî kimseler, onların zarif alaylarına hedef olurlar.
Zahide çatmak ve bilhassa mutasavvıf, deryadil, hoş meşrep görünmek divan edebiyatının bir töresi olduğu için Şeyhülislâm Yahya Efendi gibi devletin en yüksek din makamına oturmuş olanlar bile bu âdete uymaktan kendilerini alamazlar. Bu yüzden ulemanın sert tarizlerine uğramış olanlar da çoktur.

Sen, Ahmed ü Mahmud u Muhammedsin efendim
Haktan bize düstur-u müeyyedsin efendim
                                        Şeyh Galib

Gör zahidi kim sâhib-i irşâd olayım der
 Dün mektebe vardı, bugün üstad olayım der.
                                       Bağdatlı Ruhi

Bana teklif-i zühd etmezdi idrâk olsa zâhidde
Yazıklar kim, onu âkil beni divâne yazmışlar.
                                                 Nefî

Hırka vü tâc ile zahid kerem et, sıkleti ko
Âdeme cübbe vü destâr keramet mi verir.
                                   Şeyhülislâm Yahya

Düstur-u müeyyed: Tanrı'nın te'yid ettiği, gerçek dediği. (Bu beyit Hazret-i Muhammed'i öven bir Naatten alınmıştır.)- Sahib-i irşad:(olmak): irfan sahibi bir kimsenin (mürşid) Tamı aşkını telkin etme gücüne ulaşması- teklif-i zühd: zahitlik teklifi- âkil: akıllı- sıklet: ağırlık, kabalık -destar: sarık.

Yiğitlik
Divan şiirinde yiğitlik büyük bir yer tutmaz. Türk tarihinin zaferleri ve nice kahramanları, ne yazık ki, bu edebiyatta pek az yankılanmıştır. Şanlı İstanbul fethini bizzat gören Ahmed Paşa bile daha çok aşk ve rintlik şiirleri yazmıştır.
Tasavvuf felsefesi ile öte dünya emeli ve kötümserlik görüşü daha çok sürümde olduğu için kılıç ve pazu yiğitliğine önem verilmediği söylenebilir, Esasen bu edebiyatın gerçeklere çırılçıplak bakmadığı soyut bir gelenek üstüne kurulduğu da bilinmektedir, Her şeyi mazmunlarla söylemeğe mecbur olan divan şairi, en büyük zaferleri de birkaç "alegori" içine hapsetmiştir. Millî şuurla uyanık bir çağda gelseydi belki en büyük Türk destanını yazacağı anlaşılan Neti bile, muhteşem söyleyişini mazmunların dar kalıbına gizleyip gitmiştir. Yiğitlik teması en çok kasidelerde, bazı terkibibent ve gazellerde görülür.

Tîğin içürdi düşmene zahm-ı zebanları
Bahsetmez oldı kimse, kesildi lisânları
                                     Bakî

Râyete meylederiz kaamet-i dilcû yerine
Tuğa dil bağlamışuz kâkül-i hoşbû yerine

Olmışuz can ile billâh Gazâl teşne
Kanını düşmen-i dînün içerüz su yerine
                                     Gazi Giray

GENÇ OSMAN İÇİN
Aferin ey rûzigârın şehsüvâr-ı safderi
Arşa as simden girü tîğ-i Süreyya cevheri

Tîğine, nola yemin eylerse rûh-i Murtezâ
Bir gaza ettin ki hoşnûd eyledin Peygamberi

Mâh-ı nev sanma, felekte, göricek peykârını
Titredi Behrâm, elinden düştü zerrin hançeri

Karşı durmaz sana simden sonra, bu ikbâl ile
Düşmenin ger kahraman olsa serâser leşkeri
                                                   Nefî

Tiğ: kılıç- zaiım-i zeban: dil yarası- râyet: sancak- kaamet-i dilcû: gönül oyalayan boy- Kâkül-ü hoşbû: hoş kokulu saç - Teşne: çok susamış- rüzigâr: zaman- şeh-sûvâr-ı safder: düşman saflarını yaran baş binici-Arş: dokuzuncu (en üst) gök tabakası, kubbe- Süreyya: Ülker yıldızı -Murteza: Hz. Ali- mâh-ı nev: yeni ay, hilâl- felek: gök, zaman, baht -peygâr (peykâr): savaş, cenk- Behrâm; Merih yıldızı, bir Fars hükümdarı, eski İran esatirinde savaş ilâhı- Zerrin: altından- ikbâl saadet, mevki, talih- Kahraman: Şehnâme'de geçen bir İran pehlivanı- Leşker: düşman askeri, asker. Genç Osman: Pâdişâh II. Osman

Ölüm
Divan şiirinde günlük olaylardan kaçış esastır. Şahsî acı ve ıstırapların şiire doludizgin girdiği görülmez. Sevgili, ana, kardeş veya evlat acısı ile yazılmış şiirler, yok denecek kadar azdır. Bu şiirde ıstırap bile bazı usullere bağlı olarak kalıplar ve mazmunlar arasına gizlenmiştir. Bu yüzden, başka edebiyatların en zengin bir teması olan ölüm üzerine yazılmış şiirler divanlarda büyük yer kaplamaz, Ancak, ölüm fikrine dayalı düşünce, görüş ve duygulanışlar gazel ve kaside beyitleri arasında çok yaygındır.
Daha çok memleketin birinci derecede büyükleri: Padişahlar, şehzadeler, sadrazamlar, serdarlar, bilginler ve bazen çok yakın, çok değerli tarikat dostları divan şiirinde mersiye (ağıt) konuları olmaktadır. Yalnız en büyüklerin ölümü üstüne şiir yazılmasını gerektiren bu gelenek, belki de islamlıktan önceki yog törenlerine ve o törenlerde okunan sagulara dayandırılabilir.
Ölüm acısının anlatımı daha çok kasidenin bir çeşidi olan mersiyelerde ve ünlü kimselerin vefatları dolayısıyla (ebcet hesabıyla) düşürülmüş tarihlerde görülmektedir,
Bâkî'nin Kanunî Süleyman'a, mersiyesi ile Şeyh Galib'in mevlevî arkadaşı Esrar Dede'ye yazdığı ağıt, divan edebiyatının şaheserleri arasındadır.

KANUNÎ MERSİYESİ'NDEN
Ey dil, bu demde sensin olan bana hemnefes
Gel nây gibi inleyelim bari zar zâr

Kılsun kebüd câtnelerin âsmân siyah
Geysün libâs-ı matemi, şah-ı bütün cihan
                                        Bakî

ESRAR DEDE MERSİYESİ'NDEN

Zât-ı şerifi, âleme bir yadigâr idi
Fakr-ı fena vü aşk-ı hu'ner berkarâr idi


Her şeb, misal-i şem' benimle yanar idi
 Saye gibi yanımda enis-i nehâr idi

Hakka tamam âşık idi, yâr-ı gar idi
Bir kaç zaman muammer olaydı ne var idi

Allah verdi, aldı yine kurb-ı Hazrete
Biz kaldık intizâr ile rûz-i kıyamete
                                         Şeyh Galib

Sultan Üçüncü Murad'ın ölümü dolayısıyla yazılmış, şairi bilinmeyen şu tarih beytini tarihçi Peçevî nakletmektedir. Beyitten çıkan tarih: (hicrî 1003, miladî 1594) yılıdır:

Ah elinden ey adaletsiz felek feryâd u dâd
Sen Murâd aldın velî dünyayı kıldın nâmurâd

Yine aynı pâdişâhın vefatı üzerine idam edileceğini bilen şehzadesi Mustafa, kendi ölümü üzerine (aynı hicrî yılı gösteren) şu tarih beytini düşürmüştür.

Nâsiyeme kâtib-i kudret ne yazdı bilemem
Âh kim bu gülşen-i âlemde hergiz gülmedim

hemnefes: dost- nây: ney- kebûd: mavi- câme: elbise- berkarâr: uygun, devamlı, yerinde-şeb: gece- misâl-i şem: mum gibi- saye: gölge- enis-i nehâr: gündüz arkadaşı- gar: mağara- yâr-ı gâar: Hicret sırasında, Peygamberle bir mağaraya gizlenen Hz. Ebubekir'in lakabı. Dolayısıyla en yakın, en fedakâr can dostu anlamına bir timsaldir, muammer: ömürlü- kurb-ı Hazret: Mevlâna'nın yakını-(Esrar Dede bir Mevlevî Dedesi ve Şeyh Galib'in yakın dostu ve güçlü bir şairdir. Mevleviler, Ölümü Allah'a ve Mevlâna'ya ulaşmak olarak düşünürler) intizar: bekleyiş- ruz-ı kıyamet: dünyanın sonunda, bütün ölülerin dirilip kalkacakları gün- dâd: şikâyet, çığlık- nâmurâd; muratsız, (muradına kavuşmamış ve Sultan Murâd'sız) nâsiye: ahn-Kâtib-i kudret: ecel kâtibi, Allah- gülsen: gül bahçesi- hergiz: asla, katiyen.

Kötümserlik
Divan şiirinde çok yer tutan temalardandır. İyimserlik ve hayatın güzelliğini anma fikri daha az olup, pek az şairde görülmektedir, Tasavvufun temel görüşü bakımından dünyamız bir gölge dünya, yalan dünya sayıldığı için şairler, neşeli, mutlu hâllerini, açıkça söylememişlerdir. Ancak, mey ve sevgili terennümleri arasına yerleştirilmiş sevinç çığlığı atan mısralar da eksik değildir. Ne var ki, şair bahtsız olsa da olmasa da kendini üzgün gösterip talihinden şikâyet eder. Gelenek budur ve bu gelenek, çoğu beyitleri yas evine çevirmiştir. Eski şiirimizdeki bu feryatlı, acmaklı tutum, Tanzimat'tan sonra iyimser, dinamik ve mücadeleci bir edebiyat kurmaya çalışan Namık Kemâl'in sert hücumlarına hedef olmuştur. Dünyanın geçici olduğundan, feleğin, çevrinden, zamanın kötülüğü, dostların dönekliği, sevgilinin vefasızlığı, beylerin hasisliği gibi her şeyden yanıp yakılma, ah etme, bu edebiyatı ayırdeden özelliklerinden biridir.

Gül istedim diken oldu yirim ne çâre kılam
Meğer libâs-ı hayâtumı pare pare kılam.
                                             Ahmed Paşa

Eksük olmaz gamumuz bunca ki bizden gam alıp
Her gelen gamlu gider şâd gelüp yanımıza

Dost bî-pervâ felek bi-rahm, devran bi-sükûn
Derd çok, hemderd yok, düşman kavi tâli zebûn
                                                      Fuzulî

Kef ket geçer denizler aşk ile muzdarib-hâl
Dağlar şikâyet eyler sabru sükûn elinden
                                                     Nev'î

Gülsitân-ı dehre geldik renk yok, bû kalmamış
Sâye-endâz-ı kerem birnahl-i dilcû kalmamış
                                                         Nâbî

Ağlatmayacaktm yola baktırmayacaktın
Ol vâde-i tekrar -be-tekrân unutma
                                        Esrar Dede


Yine rahmeylemez asla bana ol âfet-i cân
Böyle bîmar görüp hâlime yârân ağlar
                                         İlhâmî- III. Selim

Neşve tahsil ettiğin sâgar da senden gamlıdır
Bir dokun bin âh dinle kâse-i fağfurdan
                                                     Alî

bi-pervâ/korkusuz, (burada: incitici)- bîrahm: merhametsiz- bî- sükûn: kararsız, dönek- hemderd: dert arkadaşı- kavi: kuvvetli- zebûn: zayıf, düşkün- kef: köpük-muzdarib-hâl: ıstıraplı- dehr: dünya- bû: koku- sâye-endaz-ı kerem: iyilik gölgesi salan- nahl-i dilcû: gönül çeken hurma fidanı- vâde-i tekrar -be-tekrar: üst üste verilen söz-âfet-i cân: canı mahveden-bî-mâr: hasta- yârân: dostlar, eş, dost, -tahsil et¬mek: meydana getirmek, ele geçirmek-sâgar; kadeh- kâse-i fagfûr: Çin kâsesi, sırça kadeh- nim: yarım, yarı- sagar-ı keşide: İçilmiş kadeh- Lâlezâr: lalelik.

Not: Aransa başka temalar da bulunabilir. Burada başlıcaları sayılmıştır. Vatan, millet, hürriyet temaları, divan edebiyatında yok veya bugünkünden başka manalardadır. Çünkü bu kavramlar bugün anladığımız muhtevaları ile bize Tanzimat'tan sonra Fransız edebiyatından geçmiştir. İyimserlik, hayatın güzelliği, yaşama sevinci gibi temalar ise divan şiirinin dünya görüşüne yabancıdır.

AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI 2.CİLT

İLGİLİ İÇERİK

DİVAN EDEBİYATI SANATÇILARI

DİVAN EDEBİYATI KAVRAMLARI

DİVAN EDEBİYATI NAZIM ŞEKİLLERİ

DİVAN EDEBİYATINDA NESİR

DİVAN EDEBİYATINDAKİ EDEBÎ AKIMLAR

DİVAN EDEBİYATI TEST-1

DİVAN EDEBİYATI ŞAİRLERİ