Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Orta Asya Türkleri'nin dinî-tasavvufî hayatında geniş tesirler icra eden ve "pîr-i Türkistan" diye anılan mutasavvıf-şair, Yeseviyye tarikatının kurucusu.
Ahmed Yesevi’nin tarihî şahsiyetine dair vesikalar azdır, mevcut olanlar da menkıbelerle karışmış haldedir. Bunlar­dan sağlam bir neticeye varmak olduk­ça güç, hatta bazı hususlarda imkân­sızdır. Buna rağmen "hikmetlerinden, onunla ilgili tarihî kaynaklardan, menâkıbnâmelerden elde edilecek bilgiler ve çıkarılacak sonuçlar, menkıbevî de olsa, hayatı, şahsiyeti, eseri ve tesiri hakkın­da bir fikir vermektedir.
Batı Türkistan'daki Çimkent şehrinin doğusunda bulunan ve Tarım ırmağına dökülen Şâhyâr nehrinin küçük bir kolu olan Karasu üzerindeki Sayram kasaba­sında doğdu. İspîcâb (İsfîcâb) veya Ak­şehir adıyla da anılan Sayram kasabası eskiden beri önemli bir yerleşme mer­keziydi. Bazı kaynaklarda onun Yesi'de, bugünkü adıyla Türkistan'da doğduğu kaydedilmektedir. Ahmed Yesevî'nin do­ğum tarihi kesin olarak bilinmemekte­dir. Ancak Yûsuf el-Hemedânî'ye (ö. 535/ 1140-41) intisabı ve onun halifelerinden oluşu dikkate alınırsa XI. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini söylemek mümkündür. Sayram'ın tanınmış şah­siyetlerinden olan babası, kerametleri ve menkıbeleri ile tanınan ve Hz. Ali so­yundan geldiği kabul edilen Şeyh İbra­him adlı bir zattır. Annesi ise Şeyh İbra­him'in halifelerinden Mûsâ Şeyh'in kızı Ayşe Hatun'dur. Şeyh İbrahim'in Gevher Şehnaz adlı kızından sonra ikinci çocu­ğu olarak dünyaya gelen Ahmed Yesevî önce annesini, ardından da babasını kaybetti. Kısa bir müddet sonra Gevher Şehnaz, kardeşini de yanına alarak Yesi şehrine gitti ve oraya yerleşti.
Tahsiline Yesi'de başlayan Ahmed Yesevî, küçük yaşına rağmen birtakım te­cellîlere mazhar olması, beklenmeyen fevkalâdelikler göstermesi ile çevresi­nin dikkatini çekmiştir. Menkıbelere gö­re, yedi yaşında Hızır'ın delâletine nail olan Ahmed Yesevî Yesi'de Arslan Ba­ha'ya intisap ederek ondan feyiz alma­ya başlar. Yine menkıbeye göre, ashap­tan olan Arslan Baha'nın Yesi'ye gele­rek Ahmed Yesevîyi bulması ve Hz. Peygamber'in kendisine teslim ettiği ema­neti vermesi, terbiyesi ile meşgul olup onu irşad etmesi, Hz. Peygamber'in ma­nevî bir işaretine dayanmaktadır. Ars­lan Baha'nın terbiye ve irşadı ile Ahmed Yesevî kısa zamanda mertebeler aşar, şöhreti etrafa yayılmaya başlar. Fakat aynı yıl veya ertesi yıl içinde Arslan Ba­ba vefat eder. Ahmed Yesevî, Arslan Baba'nın vefatından bir müddet sonra zamanın önemli İslâm merkezlerinden biri olan Buhara'ya gider. Bu şehirde devrin önde gelen âlim ve mutasavvıf­larından Şeyh Yûsuf el-Hemedânî'ye in­tisap ederek onun irşad ve terbiyesi al­tına girer. Yûsuf el-Hemedânî'nin vefatı üzerine irşad mevkiine önce Abdullah-ı Berkî, onun vefatıyla Şeyh Hasan-ı Endâkî geçer. 1160 yılında Hasan-ı Endâkî'nin de vefatı üzerine Ahmed Yesevî irşad postuna oturur. Bir müddet son­ra, vaktiyle şeyhi Yûsuf el-Hemedânî'nin vermiş olduğu bir işaret üzerine irşad makamını Şeyh Abdülhâlik-ı Gucdüvânî'ye bırakarak Yesi'ye döner; vefatına kadar burada irşada devam eder.
Ahmed Yesevî altmış üç yaşına geldi­ğinde geleneğe uyarak tekkesinin avlu­sunda müridlerine bir çilehane hazırla­tır, vefatına kadar burada ibadet ve ri­yazetle meşgul olur. Çilehanede ne ka­dar kaldığı belli değildir, fakat ölünce­ye kadar buradan çıkmadığı ve hücrede vefat ettiği muhakkaktır. Doğum tarihi bilinmediğinden kaç yıl yaşadığı husu­sunda da kesin bir şey söylemek müm­kün değildir. Sayram'da İmam Muhammed b. Ali neslinden gelenlere hâce de­nildiği gibi onlara bağlı olanlara da aynı isim veriliyordu. Ahmed Yesevî de bu sil­sileye bağlı olduğu için Hâce Ahmed, Hâce Ahmed Yesevî, Kul Hâce Ahmed şekillerinde de anılmaktadır (bk. hâceGAn).
Kerametlerinin vefatından sonra da devam ettiği ileri sürülen Ahmed Yese­vî, rivayete göre, kendisinden çok sonra yaşayan Timur'un rüyasına girer ve ona zafer müjdesini verir. Timur zafere eri­şince, Türkistan ve Kırgız bozkırlarında şöhreti ve nüfuzu iyice yayılmış olan Ah­med Yesevî'nin kabrini ziyaret için Ye­si'ye gelir. Kabrin üstüne, devrin mima­ri şaheserlerinden olan bir türbe yapıl­masını emreder. Birkaç yıl içinde inşaat tamamlanır ve türbe, camii ve dergâhı ile bir külliye halini alır. Ahmed Yesevî'nin türbesi civarına gömülmek bozkır göçe­beleri için ayrı bir değer taşır. Bu sebep­le birçok kişi daha hayattayken türbe ci­varında toprak satın alarak kabirlerini hazırlarlar. Hatta kışın ölen bir kimse keçeye sarılarak ağaca asılır ve bahara kadar bekletilir; bahar gelince götürü­lüp Ahmed Yesevî'nin türbesi civarına defnedilir. Bu gelenek Ahmed Yesevî'nin Orta Asya Türklüğü üzerinde ne derece tesirli olduğunu açıkça göstermektedir.
Rivayete göre Ahmed Yesevî'nin İbra­him adında bir oğlu olmuşsa da kendisi hayatta iken vefat etmiştir. Ayrıca Gev­her Şehnaz ve Gevher Hoşnaz adların­da iki kızı dünyaya gelmiş, soyu Gevher Şehnaz vasıtasıyla devam etmiştir. Tür­kistan, Mâverâünnehir ve diğer Orta As­ya bölgelerinde olduğu gibi Anadolu'da da kendilerini Ahmed Yesevî'nin neslin­den sayan pek çok ünlü şahsiyet çıkmış­tır. Bunlar arasında Semerkantlı Şeyh Zekeriyyâ, Üsküplü Şâir Atâ ve Evliya Çelebi zikredilebilir.
Ahmed Yesevî'nin Yesi'de irşada baş­ladığı sıralarda Türkistan'da, Yedisu ha­valisinde kuvvetli bir İslâmlaşma yanın­da İslâm ülkelerinin her tarafına yayı­lan tasavvuf hareketleri de vardır. Med­reselerin yanında kurulan tekkeler ta­savvuf cereyanının merkezleri durumun­daydı. Yine bu yıllarda Mâverâünnehir'i kendi idaresi altında birleştiren Sultan Sencer vefat etmiş (1157), Hârizmşahlar kuvvetli bir İslâm devleti haline gelme­ye başlamışlardı. Bu uygun şartlar al­tında Ahmed Yesevî Taşkent ve Siriderya yöresinde, Seyhun'un ötesindeki boz­kırlarda yaşayan göçebe Türkler arasın­da kuvvetli nüfuz sahibi olmuştu. Etra­fında İslâmiyet'e bütün samimiyetiyle bağlı olan yerli halk zümresi ile yarı gö­çebe köylüler toplanıyordu. İslâmî ilim­lere vâkıf olan, Arapça ve Farsça bilen Ahmed Yesevî, çevresinde toplananlara İslâm'ın esaslarını, şeriat hükümlerini, tarikatının âdâb ve erkânını öğretmek gayesiyle sade bir dille ve halk edebiya­tından alınma şekillerle hece vezninde manzumeler söylüyor, "hikmet" adı veri­len bu manzumeler, ayrıca dervişleri va­sıtasıyla en uzak Türk topluluklarına ka­dar ulaştırılıyordu. Hikmetlerin muhte­vası. Ahmed Yesevî'nin hayatı hakkında bazı bilgiler vermektedir. Ancak bunla­rın tarihî hakikatlere ne derece uygun olduğunu tesbit etmek güçtür. Buna rağmen Yesevî'nin şiirlerinde yer alan bu bilgiler hayatına, tahsiline, sülük* ü-ne, ulaştığı makam ve mertebelere dair bazı açıklamalar getirmesi bakımından oldukça değerlidir.
Rivayete göre, Ahmed Yesevî'nin on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müridleri ve geleneğe uygun olarak ha­yatta iken tayin ettiği pek çok halifesi bulunmaktaydı. İlk halifesi Arslan Ba­ha'nın oğlu Mansûr Atâ idi. Mansûr Atâ 1197 yılında vefat edince yerine oğlu Abdülmelik Atâ, Abdülmelik Atanın ve­fatından sonra yerine oğlu Tâc Hâce, daha sonra da onun oğlu Zengî Atâ ir­şad mevkiine geçtiler. İkinci halifesi Hârizmli Saîd Atâ, üçüncü halifesi, Yesevî tarzındaki hikmetleri ve menkıbeleri ile Türkler arasında büyük bir şöhret ve nüfuz kazanan Süleyman Hakîm Atâ'dır. Hakîm Atâ Hârizm'de yerleşip irşada başladı, 1186 yılında vefat edince Ak-kurgan'a defnedildi. Hakîm Atâ'nın en meşhur müridi Zengî Atâ idi. Zengî Atâ'­nın başlıca müridleri ise Uzun Hasan Atâ, Seyyid Atâ, Sadr Atâ ve Bedr Atâ'­dır. Yeseviyye silsilesi bilhassa Seyyid Atâ ile Sadr Atâ'dan gelmektedir.
Mürşidi Şeyh Yûsuf el-Hemedânî gibi Ahmed Yesevî de Hanefî bir âlimdir. Kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, din ilimleri yanında tasavvufu da iyice öğ­renmiştir. Bununla beraber devrinin bir­çok din âlim ve mutasavvıfı gibi belli bir sahada kalmamış, inandıklarını ve öğ­rendiklerini çevresindeki yerli halka ve göçebe köylülere anlayabilecekleri bir dil ve alıştıkları şekillerle aktarmaya ça­lışmıştır. Bir mürşid ve ahlâkçı hüviye­tiyle onlara şeriat hükümlerini, tasav­vuf esaslarını, tarikatının âdâb ve er­kânını öğretmeye çalışmak, İslâmiyet'i Türkler'e sevdirmek, Ehl-i sünnet akîdesini yaymak ve yerleştirmek başlıca gayesi olmuştur. Bu öğreticilik vasıfları sebebiyle hikmetleri, bazılarınca lirizm­den uzak ve sanat endişesi taşımadan söylenmiş şiirler olarak kabul edilmiş­tir. İslâm şeriatına ve Hz. Peygamberin sünnetine sık sıkıya bağlı olan Ahmed Yesevî'nin şeriat ile tarikatı kolayca te­lif etmesi, Yesevîliğin Sünnî Türkler ara­sında süratle yayılıp yerleşmesinin ve daha sonra ortaya çıkan birçok tarikat­lara tesir etmesinin başlıca sebebi ol­muştur.
Ahmed Yesevî edebî şahsiyetinden zi­yade fikrî şahsiyetiyle, tarihî hayatından ziyade menkıbevî hayatıyla Orta Asya Türk dünyasının en büyük ismidir. Onun gibi geniş bir sahada ve asırlarca tesiri­ni devam ettirebilmiş bir başka şahsiyet gösterebilmek mümkün değildir.
Eserleri. Dîvân-ı Hikmet. Ahmed Ye­sevî'nin "hikmetlerini içine alan mec­muanın adıdır. Dîvân-ı Hikmet nüshala­rının muhteva bakımından olduğu kadar dil bakımından da önemli farklılıklar arz etmesi, bunların farklı şahıslar tarafın­dan değişik yerlerde meydana getiril­diğini açıkça göstermektedir. Bir kısmı kaybolan veya zamanla değişikliğe uğ­rayan hikmetler derlenirken araya aynı ruh ve ifadedeki yeni hikmetler de ilâve edilmiş, böylece gittikçe aslından uzak-laşılmıştır. Kime ait olursa olsun bütün hikmetlerin temelinde Ahmed Yesevî'nin inanç ve düşünceleri, tarikatının esas­ları bulunmaktadır. Hikmetler Türkler arasında bir düşünce birliğinin teşekkül etmesi bakımından çok önemlidir.
Ahmed Yesevî'ye izafe edilen Fakrnâme ise Dîvân-ı Hikmet'in Taşkent (Hıkmet-i Hazret-i Sultânü'l-ârifîn Hâce Ahmed b. İbrahim b. Mahmûd Iftihâr-ı Yesevî, 1312, s. 2-15) ve bazı Kazan baskılarında (meselâ, Sultânü'l-ârifîn Hâce Ahmed b. İbrahim b. Mahmûd İftihâr-ı Yesevî, 1311, s. 3-17) yer almaktadır. Müstakil bir risa­leden çok Dîvân-ı Hikmet'in mensur bir mukaddimesi durumunda olan Fakrnâme'nin Dîvân-ı Hikmet yazmalarının hiç­birinde bulunmaması. Ahmed Yesevî ta­rafından kaleme alınmadığını, daha son­ra Dîvân-ı Hikmet"i tertip edenler tara­fından yazılıp esere dahil edildiğini gös­termektedir. Fakrnâme, metnin dil hu­susiyetlerinin ele alındığı geniş bir incele­meyle birlikte Kemal Eraslan tarafından yayımlanmıştır (TDED, XXII, s. 45-120).
bibliyografya :
Ali Şîr Nevâî. Nesâyimü'l-mehabbe min semâ-yimi'l-fütüuue (haz. Kemal Eraslan), İstanbul 1979; Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi; a.mlf.. Araştırmalar; a.mlf.. İlk Mutasavvıflar; a.mlf. "Ahmed Yesevî", İA, I, 210-215; a.mlf. "Ah­med Yesevî", C/DM/, II, 157-166; Kemal Eras­lan. Dîvân-ı Hikmet'ten Seçmeler, Ankara 1983; a.mlf.. "Yesevî'nin Fakrnâme'si", TDED, XXII (1977). s. 45-120; a.mlf. "Çağatay Edebiyatı", İA, III, 270-323; Banarlı, RTET, I, 276-281; m. Kemal Özergin. "Dînî-Tasavvufî Edebiyatı­mızdan Dîvân-ı Hikmet", Nesil, sy. 45-46, İstanbul 1980, s. 8-12; F. İz. "Ahmad Yasawi", £/2(İng), I, 298-299.    nn
 Kemal Eraslan, DİA, 2.cilt

SON EKLENENLER

Üye Girişi