Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Timurlular devrinde İslâm medeniyetinin tesiri altında oluşmuş, Hârizm Türkçesi'nin devamı mahiyetinde gelişen Çağatay diliyle meydana gelen edebiyat.


Cengiz Han'ın ikinci oğlu Çağatay'a nisbetle kullanılan Çağatay edebiyatı ta­birinin sınırı, bu saha ile uğraşanlar ta­rafından farklı şekillerde anlaşılmakta­dır. Başlangıçta Çağatay ismi, Çağatay Han'ın sülâlesine ve bu sülâle tarafından kurulan devlete verilen bir ad olduğu halde daha sonra bu isim Mâverâünnehir'deki Türk ve Türkleşmiş göçebe un­surlara, nihayet Timurlular zamanında gelişen edebî Türk lehçesiyle bu lehçe­de meydana getirilen Orta Asya Türk edebiyatına da verilmiştir. M. Fuad Köp­rülü Çağatay ismini en geniş manasıyla, Moğol istilâsından sonra Cengiz'in ço­cukları tarafından kurulan Çağatay, İl­hanlı ve Altın Orda devletlerinin medenî merkezlerinde XIII-XV. yüzyıllarda inki­şaf eden ve Timurlular devrinde zengin bir edebiyat meydana getiren Orta As­ya edebî lehçesi şeklinde tarif eder. XV. yüzyılın ikinci yansında Ali Şîr Nevâî ile klasik bir edebiyat ortaya koyan bu leh­çe, Bâbür zamanında ve Bâbür'den son­ra Hindistan'da uzun bir süre varlığını devam ettirmiştir.

Sultan Hüseyin Baykara'nın ölümün­den sonra (1507) Mâverâünnehir ve Hârizm'i ele geçiren Özbekler Horasan'ı da hâkimiyetleri altına alarak Timurlu Devleti'ne son verirler. Çağatay kültürüne vâris olan Özbekler bu edebiyat devam ettirirler, ancak ona Özbek karakteri ver­meyi de ihmal etmezler. Böylece yavaş yavaş Çağatayca tabiri yerine Özbekçe tabiri geçer. Çağatayca tabirini daha çok Çağatay sahasının dışındakiler kullan­mışlardır. Nitekim Ebülgazi Bahadır Han Şecere-i Türk ve Şecere-i Terâkime'sinde, eserlerinin kolaylıkla anlaşılması için Çağatay Türkçesi'nden, Arapçadan ve Farsçadan fazla kelime almadığını, kitabını Türk diliyle yazdığını söylemek­tedir. Çağatay şairleri de eski geleneğe bağlı kalarak "Çağatay tili" yerine "Türkî tili", "Türkî" tabirlerini kullanmışlar, hatta Nevâî bile bazı eserlerinde bu ta­birleri tercih etmiştir.

Çağatay edebî dilinin dayandığı temel meselesinde de çeşitli görüşler bulun­maktadır. Radloff, Korş gibi Türkolog­lar Çağatayca'yı, Uygur dilinin Karahanlılar devrinden itibaren İslâmî kültür al­tında gelişen bir devamı kabul etmek­tedirler. Radloff daha da ileri giderek Çağatayca'yı canlı dille ilgisi olmayan, sunî bir yazı dili şeklinde nitelendirmek­tedir. Bu görüşü reddeden Borovkov ise Uygurcanın dinî ve resmî bir dil olarak dar bir sahaya inhisar ettiğini, bu ba­kımdan İslâm kültürünün baskısına kar­şı koyamadığını, Çağatayca'yı da Uygur­canın devamı şeklinde telakki etmenin yanlış olacağını ileri sürmektedir. Ona göre klasik Çağatayca'nın temeli Orta Asya Türkçesi'dir. Borovkov, Çağatayca'­yı klasik bir yazı dili haline getiren Ali Şîr Nevâi’nin canlı dile dayandığını, çok iyi bildiği Özbekçeden faydalandığını, bu sebeple Özbek yazı dilinin de kurucusu olduğunu kabul eder. M. Fuad Köprülü de Çağatayca'yı, Cengiz istilâsından son­ra İslâm medeniyeti tesiri altında tees­süs eden Orta Asya edebî Türk lehçesi olarak tarif etmekte ve bu lehçenin te­melini XI. yüzyıla kadar götürmektedir. Fuad Köprülü, Moğol istilâsının siyasî ve sosyal hayatta olduğu kadar dilde de birçok değişmeye sebep olduğunu belirterek bunları Türkçeye birtakım Moğolca unsurların girmesi, çeşitli lehçeler ara­sında karşılıklı alışverişlerin olması, eski Uygur edebî unsurlarının canlanması Azerî edebî lehçesinin teşekkül etmesi'

XII. yüzyıl Hâkâniye Türkçesi'nin XV. yüzyıl klasik Çağatay lehçesine adım atma­sı şeklinde sıralar. Ahmet Caferoğlu ise Çağatayca'yı, Göktürk - Uygur devriyle müşterek Orta Asya yazı dilinin kaynaş­ması sonucu ortaya çıkmış edebî bir dil olarak telakki etmekte, Ali Şîr Nevâi'nin, Uygur resmî yazı dilinin mirasına sahip olmakla beraber bu yazı dilini aynen de­vam ettirmediğini belirtmektedir. Jânos Eckmann, Çağatayca'yı XV. yüzyıl başı­na kadar kullanılan edebî bir dil şeklin­de kabul eder ve onu Karahanlılar ile (XI-XIII. yüzyıllar) Hârizm (XIV. yüzyıl) edebî dilinin devamı olarak görür.

Bütün bu görüşlere dayanarak Çağa­tay edebî dilinin teşekkülünde müşte­rek Orta Asya yazı dilinin ve Moğol isti­lâsından sonra bu bölgedeki mahallî şi­velerin karışmasının büyük ölçüde rolü olduğu söylenebilir. Ayrıca İslâm kültü­rü ile Fars edebî dilinin bu teşekkülde önemli tesirini de hesaba katmak gere­kir. Fars edebiyatını örnek alan ve ona ulaşmayı gaye edinen Çağatay edebiya­tının bilhassa üslûpta geniş ölçüde onun tesiri altında kalacağı tabiidir. Nitekim Farsçanın resmî dil olarak Orta Asya Türk devletlerinde hüküm sürmesi, kla­sik Fars edebiyatının gelişmesinde Türk devletleri yöneticilerinin teşvik ve yar­dımları, Ali Şîr Nevâi'nin Muhâkemetü'l-lugateyn'de kendi devrindeki müellif­lerin Türkçe yerine Farsça yazmaların­dan yakınması bu durumu açıkça orta­ya koymaktadır. Ayrıca bu devirdeki ge­niş kültür münasebetleri, diğer lehçelerin Çağatay yazı diline tesir etmesine zemin hazırlamıştır. Bu yönde yapılacak bir in­celeme, bilhassa Azerî Türkçesi yoluyla Çağatay yazı diline pek çok Batı Türkçesi unsurunun girmiş olduğunu gösterecek­tir. Bundan dolayı Çağatay yazı dilinin temelini ve teşekkülünü belirli sebeple­re bağlamak mümkün görünmemekte­dir. Edebî dil her şeyden önce kültürle ilgili olduğuna göre Çağatay edebî dili­nin teşekkülünde de kültür hayatının bi­rinci derecede rolü vardır. Yeni kültür merkezlerinde gelişen ve Ali Şîr Nevâî ile klasik bir nitelik kazanan bu edebî dilin Uygur kitabet dilinin veya Karahanlı yazı dilinin devamı sayılması doğru değildir.

Çağatay Edebî Dilinin ve Çağatay Ede­biyatının Devreleri. Çağatay edebî dilinin devreleri konusunda da görüş birliği bu­lunmamaktadır. Bu konudaki başlıca gö­rüşler şu şekilde özetlenebilir: A. Samoyloviç, XV. yüzyıldan başlayıp XX. yüzyıla kadar devam eden Orta Asya edebî dili için Çağatayca tabirini kullanır ve bu ya­zı dilini dört devreye ayırır. 1. Karahanlı (Kâşgar) Türkçesi (XI-XIII. yüzyıllar). 2. Kıp-çak-Oğuz Türkçesi (XI1I-XIV. yüzyıllar). 3. Çağatay Türkçesi (XV-XIX. yüzyıllar). 4. Özbek Türkçesi (Özbekçe, XX. yüzyıl).

M. A. Şerbak, Çağatay Türkçesi'ni Öz­bek dilinin bir dönemi kabul ederek Özbekçeyi şu devrelere ayırır: a) İlk devir (X-XHl. yüzyıllar). Müşterek devir olup Ba­tı ve Güney Türkçesi unsurlarının dile girdiği dönemdir, b) İkinci devir (XIV-XVII. yüzyıllar). Sunî bir dil olarak kabul ettiği Çağatayca devridir, c) Üçüncü devir (XVII-XVIII. yüzyıllar). Özbekçeye mahallî dil unsurlarının girdiği devirdir.

J. Eckmann da Orta Asya Türkçesi'ni şu devrelere ayırır: 1. Karahanlı (Hâkâniye) Türkçesi (XI-XIII. yüzyıllar). 2. Hârizm Türkçesi (XIV. yüzyıl). 3. Çağatayca (XV-XX. yüzyıllar). XX. yüzyılın başından iti­baren Çağatay edebî dilinin yerini Özbek edebî dili alır. J. Eckmann Çağatay ede­biyatını da üç dönem halinde ele alır. a) Klasik devir öncesi (XIII-XV. yüzyıllar), b) Klasik devir (XV. yüzyılın ikinci yarısı ile XVI. yüzyılın ilk yarısı), c) Klasik devir son­rası (XVI. yüzyılın ikinci yarısı ile XX. yüz­yıl başı).

Çağatay edebiyatını Fuad Köprülü'nün tasnifinde olduğu gibi (bk. "Çağatay Ede­biyatı", İA, III, 270-323) beş devreye ayı­rıp incelemek yerinde olur kanaatinde­yiz. 1. İlk Çağatay Devri (XIII-XIV. yüzyıllar). Bu devir Çağatay edebî dilinin ve edebi­yatının kuruluş devridir. Çağatay Türk­çesi adı verilen bu Orta Asya edebî dili­nin XIII. yüzyılın başından itibaren, yani Moğol istilâsından hemen sonra teşek­kül etmeye başladığı kabul edilebilir. XI-XII. yüzyıllarda bütün Orta Asya Türk top­luluklarında müşterek edebî dil olan Ka­rahanlı veya Hâkâniye Türkçesi, Moğol istilâsının Orta Asya Türk dünyasında meydana getirdiği etnik, kültürel ve sos­yal yapıdaki karışıklık sebebiyle tesirini ve birleştirici vasfını kaybetmiştir.

Cengiz'in ölümünden sonra (1227) mu­azzam imparatorluk toprakları oğulları arasında paylaşıldı. Horasan ve Mâverâünnehir bölgesi Cengiz'in ikinci oğlu olan yağatay'ın idaresinde kaldı. Bu sahada kurulan Çağatay Devleti. XV. yüzyılın baş­larından itibaren Timurlular'ın idaresin­de siyaset ve kültür bakımından büyük bir varlık gösterdi. Başta Semerkant ol­mak üzere Herat, Merv, Belh gibi şehir­ler önemli birer kültür merkezi haline geldi. Çağatay edebiyatı asıl bu merkez­lerde gelişip güçlendi ve XV. yüzyılın ikin­ci yarısından itibaren Ali Şîr Nevâî ile kla­sik bir hal alarak doruk noktasına ulaş­tı. XV. yüzyılın ikinci yarısında artık Se­merkant'ın yerini Herat alacaktır. XIV. yüzyıla gelindiğinde Müslüman Çağatay hanlarının Türkçe konuştukları, divanla­rında Uygur alfabesini bilen kâtipler (bah­si) bulundurdukları ve Çağatayca'yı res­mî dil olarak kullandıkları bilinmekte­dir. Hatta İbn Battûta'nın ifadesine gö­re Farsçanın hâkim olduğu Buhara'da bile bir tekkede Türkçe ilâhiler okunma­sı bunu açıkça göstermektedir. Timur devrinde yaşayan iki önemli şair ve mu­harrirden biri, Seyfî mahlasıyla Farsça ve Türkçe şiirler yazan Emîr Seyfeddin Barlas, diğeri de Arslan Hoca Tarhan'dır. Bu yüzyılda ilk Çağatay devri dilinin, bir yandan resmî dil olması dolayısıyla devlet katında önemini koruması, öte yandan da Farsça örnekler karşısında onlara benzer başarılı eserler ortaya koy­maya başlaması ile asıl bir sonraki dö­nemin klasik Çağatay dil ve edebiyatına zemin hazırladığı görülür.

2. Klasik Devrin Başlangıcı (XV. yüzyılın ilk yansı). Timur'un kurduğu imparator­luk onun ölümünden sonra (1405) baş­layan taht kavgaları sebebiyle zayıfladı ve giderek dağılmaya yüz tuttu. Hora­san ve Hârizm dışındaki bazı topraklar fiilen imparatorluk idaresinden çıktı. Bu­na rağmen Semerkant ve Herat gibi mer­kezlerde huzur ve asayişin devamına bağ­lı olarak sanat ve edebiyat gelişmeye devam etti. Edebiyat halk arasında değil, Fars dilini ve edebiyatını iyi bilen, Fars­ça eser yazabilecek seviyede olan aris­tokrat zümre içinde gelişti. Bunların ara­sında millî dil ve edebiyatın rağbet bul­ması, XIV. yüzyılın ikinci yarısında Hucendî ve Hârizmî gibi şairlerle başladı. Halk arasında ise Yesevî dervişleriyle Yesevî geleneği ve hikmet tarzı devam et­tiriliyordu. Özellikle Ahmed Yesevî'nin edebî ve tasavvufi geleneğini sürdüren derviş şairler, dinî-didaktik muhtevalı eserleriyle değişik halk tabakaları ara­sında etkili oluyorlardı.

1381 yılında Timur tarafından zapt edilen Herat önce Mîrân Muhammed Şah'ın, sonra da Şâhruh Mirza'nın idaresinde gelişti ve Semerkant'tan sonra ikinci önemli merkez oldu. Mimari eserler ve medreselerle süslenen Herat, devletin kültür merkezi olmasının ardından Hü­seyin Baykara'nın saltanatı zamanında siyasî merkez haline getirildi. Öte yan­dan Ali Şîr Nevâî de klasik Çağatay şi­irinin başlangıcı olarak Timur ve Şâhruh Mirza devirlerini göstermektedir.

Klasik devirden önce eser vermiş, bil­hassa şiirleriyle Çağatay edebiyatının te­şekkülünü hazırlamış olan bu devir şa­irleri klasik divan şiirinin ilk örneklerini ortaya koymuşlardır. Meydana getirilen divanlar tertip bakımından klasik devir­deki kadar gelişmiş değildir. Bunlarda yer alan şiirler genellikle münâcât, na't, kaside, gazel, muhammes, tuyuğ ve müfredlerdir. Bazı divanlarda ise çok defa gazel tarzında şiirler yer alır. Kullanılan vezinler umumiyetle aruzun remel, hezec ve recez bahirlerinin yaygın olan öl­çüleridir. Mesnevilerin çoğu küçük ha­cimdedir. Bazıları ise mektup tarzında yazılmıştır. Bu devrin başlıca şairleri ara­sında şu isimler yer almaktadır: Hucendî, Sekkâkî, Mevlânâ Lutfî, Atâî, Haydar Tilbe, Hâfız-ı Hârizmî, Yûsuf Emîrî, Ahmedî, Yakinî, Seydî Ahmed Mirza, Gedâyî.

XIV. yüzyılın ikinci yarısı ile XV. yüzyı­lın ilk yarısında yaşamış şairlerden biri olan Hucendî Letâfetnâme adlı eseriyle tanınmıştır. Hayatı hakkındaki bilgiler son derece yetersiz olup mahlasından Hucendli olduğu anlaşılmaktadır. Hârizmî'nin Muhabbetnâme'si tarzında bir mes­nevi olan Letâfetnâme "mefâîlün mefâîlün feûlün" vezniyle yazılmış ve Emîrzâde Mahmud Tarhan'a ithaf edilmiştir. Nazım tekniğine çok iyi vâkıf olduğu gö­rülen Hucendi'nin sadece İran edebiya­tını değil aynı zamanda eski Türk şair­lerinin eserlerini de incelediği anlaşılmak­tadır. Letafetnâme'nin mevcut iki nüs­hasından biri Londra British Museum'da (Add., nr. 7914, vr. 142-157), diğeri İs­tanbul'da Millet Kütüphanesi'nde (Ali Emîrî, Arapça, nr. 86, vr. 180-194 | kenar­da]) bulunmaktadır. Eser Turhan Genceî tarafından yayımlanmıştır ("The Latâfatnâma of Khujandi", Annali, nuovu serie: XX-XXX, [Napoli 19701, s. 345-368 + XXXV).

Çağatay şiirinin ilk önemli şairi olan Sekkâki'nin hayatı hakkında da yeterli bilgi yoktur. Kasidelerinden büyük bir kısmının Timurlu hükümdarlarından Ha­lil Sultan ile (1405-1409) Uluğ Bey'e (1447-1449) ve büyük devlet adamı Vezir Arslan Hâce Tarhan'a ithaf edilmiş olduğuna bakarak onun XIV. yüzyılın ikinci yarısı ile XV. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı tah­min edilebilir. Ali Şîr Nevâî'nin Mecâlisun-nefâis adlı şairler tezkiresinin ikin­ci meclisinde verilen bilgiye göre Sekkâkî Mâverâünnehirli olup şiirleri Semerkant'ta şöhret bulmuş ve Timurlular'ın saray şairliğine kadar yükselmiştir. Ne­vâî Muhâkemetü'l-lugateyn'üe ise onun Mevlânâ Lutfî kadar büyük bir şair ol­madığını ileri sürer. Kasidelerinden biri­nin büyük sûfî Hâce Muhammed Pârsâ'ya ithaf edilmiş olması Sekkâkî'nin tasavvufa meylini göstermekteyse de onun bir mutasavvıf olmadığı gazellerin­de din dışı konuları işlemesinden açıkça bellidir. Kasidelerinde Çağatay edebî di­lini ustalıkla kullanması, gazellerindeki incelik ve coşkunluk, onun Çağatay şiiri­nin kurucularından sayılması için yeter­lidir. Dilinde yer yer arkaik unsurlara rastlanması ise Çağatay edebî dilinin olu­şum halinde bulunduğunu göstermekte­dir. İki nüshası bilinen eksik divanı (British Museum, Or., nr. 2079; Taşkent Kol Yazmaları Ktp., nr. 88) Kiril harfleriyle ba­sılmıştır (Sakkakiv, Taniangan Asarlar, Taş­kent 1958).

XV. yüzyılın ilk yarısında Çağatayca şi­irleriyle şöhret bulan Mevlânâ Lutfî. Ça­ğatay şiirinin gelişmesinde önemli rol oynayan bir şairdir. Ali Şîr Nevâî Mecâlisü'n-nefâis ve Nesâyimü'l-mahabbe adlı eserlerinde Lutfîye yer verip, "Bu kavmin üstadı ve söz melikidir" ifadesiy­le ona karşı duyduğu takdir ve hayran­lığı dile getirmektedir. Yine Nevâî'nin verdiği bilgiye göre Şeyh Şehâbeddîn-i Hıyâbânî'ye intisap eden Mevlânâ Lutfî ölünceye kadar ona bağlı kalmıştır. Ha­yatının büyük bir kısmını Baysungur Mir­za'nın maiyetinde geçirdi. Doğum yeri ve yılı belli olmadığı gibi ölüm yılı olarak gösterilen 1482 veya 1492 tarihleri de kesin değildir. Ancak yüz yıla yakın uzun bir ömür sürdüğü anlaşılmaktadır. Mev­lânâ Lutfî kayıtlara göre Herat'a bağlı Kenar köyünde gömülüdür. Şâhruh Mirza'dan Hüseyin Baykara'ya kadar pek çok Timurlu şehzadesinin iltifat ve teveccü­hüne mazhar olmuştur. Elde bulunan di­vanı ile Gül ü Nevruz adlı mesnevisi onun önemli bir şair olduğunu, Çağatay dilini ustalıkla kullandığını, klasik ede­biyatın teknik ve inceliklerine vâkıf bu­lunduğunu göstermektedir. Başarılı ka­sideleri, âşıkane ve sûfıyâne gazelleri, ci­naslı tuyuğları ile o zamanki Türk-İslâm kültür çevrelerinde haklı bir şöhret ka­zanan Mevlânâ Lutfî kendisinden sonra gelen birçok şaire tesir etmiştir. Ali Şîr Nevâî, onun Şerefeddin Ali Yezdî'nin Zaternâme adlı meşhur tarihini Türkçeye tercüme ettiğini bildirirse de böyle bir eser henüz ele geçmemiştir. Mevlânâ Lutfî'nin şöhretinin yayılmasında, gazel­lerinde kullandığı dil ve üslûpla ince ha­yaller başlıca rolü oynamıştır. Dilinde ya­bancı unsurlar oldukça az, Oğuz-Kıpçak özellikleri ise çokça görülür. Türkiye ve dünya kütüphanelerinde birçok nüshası bulunan divanının tenkitli metni ve in­deksi Günay Karaağaç tarafından dok­tora tezi olarak hazırlanmıştır (İÜ Ktp., Tez, nr. 16487 [1983]). Lutfî ayrıca, Celâleddin Tabîb'in aslı Farsça olan Gül ü Nevruz adlı mesnevisini nazmen tercü­me etmiş, Çağatay edebî dilini ustalık­la kullandığı eserine âdeta telif hüviye­ti vermiştir (eserin yazma nüshaları için bk. British Museum, Add.. nr. 7913, vr. 503- 1 14a; Bibliotheque Nationale, Suppl. Turc, nr. 998; Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 191 1).

XV. yüzyıl şairlerinden Atâî (Atâyî) Belhli olup Yesevî dervişlerinden İsmail Atâ'nın torunlarındandır. Bu şairin hayatı hakkında da yeterli bilgi yoktur. XII-XV. yüzyıllar arasında Türkistan ve Mâverâünnehir dolaylarında yaygın bir şöhret kazanan Yesevî dervişlerinin hayatları­na dair bilgiler, çok defa Ali Şîr Nevâî'nin Nesâyimü'l-mahabbe adlı sûfîler tezkiresindeki kısa kayıtlara dayanmak­tadır. Bu eserde yer almayan Atâî hak­kında Mecâlisü'n-nefâis'in ikinci mec­lisinde Nevâi'nin verdiği bilgi ise çok kı­sadır. Ancak burada zikredilen, mezarı­nın Belh civarında bir köyde bulunduğu yolundaki kayıt önemlidir. Atâi'nin şiir­lerinin bir kısmı A. Samoyloviç tarafın­dan yayımlanmıştır ("Materiali po Credneaziatsko - Tureçkoy Literatüre. IV Cağatayskiy poet XV veka Atai", ZKV, 11/ 2 119271, s. 257-2741. Ayrıca Fıtrat'ın Öz­bek Edebiyatı Nemûneleri adlı eserin­de de Atâî'nin şiirlerinden örnekler veril­miştir (Taşkent 1928, VI, 151-158).

"Türkîgûy" (Türkçe söyleyen) lakabı ile şöhret bulan Mîr Haydar veya eserinde­ki şekliyle Haydar Tilbe'nin hayatı hak­kında fazla bilgi yoktur. Ali Şîr Nevâî Muhâkemetü'l-lugateyn'de Hârizmli oldu­ğunu kaydetmektedir. Timur'un torun­larından İskender b. Ömer Şeyh Mirza adına kaleme aldığı Mahzenü'l-esrar adlı mesnevisi, onun XIV. yüzyılın ikinci yarısı ile XV. yüzyılın ilk yarısında yaşa­dığını göstermektedir. Haydar Tilbe'nin Mevlânâ Lutfî'den sonra XV. yüzyılın en güçlü şairi olduğu kabul edilmektedir.

Mahzenü'l-esrar Nizâmî'nin aynı adlı mesnevisine nazîre olarak yazılmıştır Mesnevide yer alan fahriyelerden, Hay­dar Tilbe'nin XV. yüzyılda büyük bir şöhrete sahip olduğu anlaşılmaktadır. Na­zım tekniği ve ifade bakımından olduk­ça başarılı olan eser on makaleden iba­rettir. Her makalenin sonunda konuyla ilgili bir hikâye yer alır. "Müfteilün müfteilün fâilün" vezniyle yazılmış olan mes­nevinin Türkiye ve dünya kütüphanele­rinde birçok yazma nüshası bulunmak­tadır (belli başlı nüshaları için bk. TSMK, Hazine, nr. 1460; Bibliotheque Nationale, Suppl. Turc, nr. 978; Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 4757; Viyana Staatsbibliothek, nr. 647; British Museum, Add., nr. 7914, vr. 1 15b-141b; Millet Ktp., Ali Emîrî, Man­zum, nr. 951).

XV. yüzyılın önemli Çağatay şairlerin­den biri de Hâfız-ı Hârizmî'dir. Asıl adı Abdürrahim Hafız olup mahlasından Hâ­rizmli olduğu anlaşılmaktadır. Ancak ha­yatı hakkında fazla bilgi yoktur. Timur 1379-1388 yılları arasında Ürgenç üze­rine yürüyüp buraları yağmalayınca bir­çok sanatkâr ve ilim adamı gibi Hârizmî de başka bir ülkeye göç etti. O sırada Şîraz tahtına oturan Şâhruh'un küçük oğ­lu İbrahim Sultan 1414 yılında Hârizmî-yi Şîraz'a davet edince oraya gitti. İbra­him Sultanın 143S'te vefatı üzerine Harizmi'nin bir mersiye yazması o tarihler­de hayatta olduğunu göstermektedir. Di­vanında Hârizm halkının değerini bilme­diğinden şikâyet etmektedir. Yine diva­nından Hârizmi'nin Horasan, Kirman, Tebriz, Semerkant, Buhara ve Hucend gibi memleketleri dolaştığı ve uzun yıl­lar Şîraz'da yaşadığı anlaşılmaktadır. Ve­fat tarihi bilinmemekle beraber Şîraz'­da ölmüş ve orada defnedilmiş olmalı­dır. Hâfız-ı Hârizmi'nin divanı. Ali Şîr Ne­vâî divanından sonra Çağatay Edebiyatı'nın en mükemmel ve hacimli divanı olup büyük bir değer taşır. Yegâne nüs­hası Haydarâbâd'da Salarçang Müzesi'ndedir (Şark El Yazmaları, nr. 4298). 1975 yılında Hamit Süleymanov tarafından bulunan divan Kiril harfleriyle iki cilt ha­linde yayımlanmıştır (Hafız Horezmiy, Deuan,11, Taşkent 1981).

XIV. yüzyılın ikinci yarısı ile XV. yüzyı­lın ilk yarısında yaşayan ve Şâhruh'un oğlu Baysungur'un nedimlerinden olan Yûsuf Emîrî hakkında Ali Şîr Nevâî Mecâlisü'n-nefâis'te bazı bilgiler vermek­tedir. Buna göre Türk şairlerinden olan Emîrînin güzel şiirleri bulunmakla be­raber kendisi fazla şöhret kazanmamış­tır. Emîrî'nin 1433 yılında Herat'ta ve­fat ettiği, kabrinin Bedahşan yakınında Erheng Saray'da bulunduğu yine Nevâi'den öğrenilmektedir. Şiirlerinde Emîr ve Emîrî mahlaslarını kullanmıştır. Divanın­da Türkçe şiirler yanında Farsça şiirler de bulunmaktadır. Bilhassa Farsça şiir­lerinin rağbet kazanması onun bu dili çok iyi kullandığını ve devrin edebiyat anlayışını göstermektedir. Farsça şiirle­rinde büyük ölçüde devrin önde gelen mutasavvıflarından Şeyh Kemâl-i Hucendi'yi taklit ettiği kabul edilir. Yûsuf Emîri'nin bugün elde, Türkçe ve Farsça şiir­lerini içine alan bir divanı ile Dehnâme adlı mesnevisi ve Beng ü Çağır adlı mü­nazarası bulunmaktadır. Divanının bir nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'ndedir (TY, nr. 2850, vr. I63b-284b). Beng ü Çağır nazım ve nesir karışık bir eserdir. Kitapta bengin (afyon) temsil et­tiği yeşiller giyinmiş, uyuşuk bir dervişe çağırın (şarap) temsil ettiği kırmızılar giyinmiş, hiddetli ve hareketli bir genç karşılaştırılmaktadır. Bu bakımdan eser sembolik bir karakter taşır. Bilinen tek nüshası British Museum'da bulunan (Add., nr. 7913, vr. 329b-337b) Beng ü Çağır'ın "metni bazı notlarla birlikte Gönül Alpay tarafından yayımlanmıştır ("Yusuf Emiri'nin Beng ü Çağır Adlı Münazarası", Belleten, Ankara 1973, s. 103-125). Dehnâme 1429 yılında tamamlanmış ve Baysungur Mirza'ya ithaf edilmiştir. Münâcât, na't, devrin padişahına övgü ve telif sebebi bölümlerinden sonra başla­yan eser on mektuptan ibarettir. Her mektuptan sonra bir gazelle maşukanın âşıka verdiği cevap yer alır. Tamamı 906 beyit olan mesnevi "mefâîlün mefâîlün feûlün" vezniyle yazılmıştır. Farsçayı da­ha iyi kullanmasına rağmen eserini Türk­çe yazması, o devirde başlayan Türk di­liyle klasik bir edebiyat meydana getir­me temayülünü ortaya koymaktadır. Bu mesnevinin de bilinen tek nüshası Lond­ra'da bulunmaktadır (British Museum, Add., nr. 7914, vr. 228b-272s).

Çeşitli telli sazlar arasında geçen bir atışmayı konu edinen, hacim bakımın­dan küçük, fakat edebî değeri büyük olan mesnevisiyle tanınan Ahmedî'nin hayatı hakkında da yeterli bilgi mevcut değildir. Bununla birlikte eserinden ona dair bazı bilgiler elde etmek mümkün­dür. Adının veya mahlasının Ahmedî ol­duğu eserinde belirtilmiştir. Ölüm tari­hi hakkında bilgi bulunmamakla beraber Ahmedî'nin klasik Çağatay öncesi şair­lerinden olduğu eserinin üslûp ve muh­tevasından anlaşılmaktadır. Buna göre Ahmedî XIV. yüzyılın ikinci yarısı ile XV. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olmalıdır. Eserde yer alan, "Didi ki hey hey bu nidür mâ vü men / Keldi meğer muhtesib-i hum-şiken" beytinden hareketle onun Şâhruh Mirza devrinde (1409-1447) yaşadığını ileri süren J. Eckmann, bu gö­rüşüne delil olarak Şâhruh Mirza'nın sal­tanatı döneminde içki yasağı koymuş olmasını gösterir. Gerçekten de Şâhruh Mirza dindar, barış sever bir hükümdar olup ilim ve sanat adamlarını korurdu. Zamanında Semerkant, Herat, Merv gi­bi şehirler birer ilim ve kültür merkezi haline gelmiştir. Sünnî akîdeye sıkı sıkı­ya bağlı olan Şâhruh Mirza saltanatı yıl­larında bütün ülkeye içki yasağı koymuş, buna uymayanları da ağır şekilde ceza­landırmıştır. Ahmedî'nin değerli bir şair olduğu, kuvvetli bir ifadeye ve sağlam bir mûsiki kültürüne sahip bulunduğu eserinden anlaşılmaktadır. O devrin Or­ta Asya Türk mûsikisinde kullanılan ve eserde birbiriyle atışan tanbure, ud, çeng, kopuz, yatuğan, rebap, gıçek ve kingire gibi telli sazlar hakkında verdiği bilgiler gerçeklere uygun ve anlamlıdır. Ahmedî eserine belirli bir isim vermemiştir, an­cak muhtevasına bakarak esere "Telli Sazlar Münazarası" adını vermek uygun olur. Eser nesir halindeki kısa bir mu­kaddime dışında 130 beyitlik bir mesne­vidir. İfadesinin canlılığı ve güzelliği ka­dar konusunun çekiciliği ve dayandığı temel görüş bakımından da büyük bir değer taşımakta olup "müfteilün müfteilün fâilün" vezniyle yazılmıştır. Bilinen tek nüshası British Museum'da bulunan (Add., nr. 7914, vr. 321b-328b) mesnevi Ke­mal Eraslan tarafından yayımlanmıştır ("Ahmedî, Münazara [Telli Sazlar Atış­ması]", TDED, XXIV İstanbul 1986|, s. 129-204).

Hayatı hakkında yeterli bilgi bulunma­yan Yakinî, M. Fuad Köprülü'nün Riyd-zü'ş-şucarâ 've Şubh-i Gülsen adlı tez­kirelerden naklettiğine göre Heratlıdır. Ali Şîr Nevâi'nin Mecalisü'n-nefais'inin ikinci meclisinde verilen bilgiden, Yakîni'nin Türk emirlerinden olup Türkçe şi­irler yanında Farsça şiirler de yazdığı an­laşılmaktadır. Kabri Derre-i Dübirâderân'dadır. Şimdiye kadar Yakininin diva­nına rastlanmadığı gibi mecmualarda şi­irlerine de tesadüf edilmemiştir. Eldeki yegâne eseri, bilinen tek nüshası British Museum'da bulunan (Add., nr. 7914, vr. 314a-321a) Ok Yaynıng Münazarası'dır. Nesir halindeki eser okçuluğa dair olup o devirde aristokrat zümre arasın­daki okçuluk merakını aksettirmekte­dir. Arap harfleriyle metni ve İngilizce tercümesi Fahir İz tarafından yayımlan­mıştır ("Yakini's Contest of the Arrow and the Bow", Nemeth Armağanı, Anka­ra 1962,s. 267-287).

Seydî Ahmed Mirza, Ali Şîr Nevâi'nin verdiği bilgiye göre XV. yüzyıl şairlerin­den olup Timur'un torunlarından Mîrân Muhammed Şah'ın oğludur. Şâhruh Mir­za zamanında Horasan valiliği yapmış olan Ahmed Mirza daha ziyade Taaşşuknâme adlı mesnevisiyle şöhret ka­zanmıştır. Eser Hucendi'nin Letâfetnâme'si tarzında yazılmış olup münâcât, na't, hükümdarın methi ve telif sebebi bölümlerinden sonra on aşk mektubun­dan meydana gelmektedir. Her mektu­bu bir gazel ile "Sözün Hulâsası" başlıklı bir bölüm takip eder. "Mefâîlün mefâî­lün feûlün" vezniyle yazılan eserde şair Seydî mahlasını kullanmıştır. 320 beyit olan mesnevinin bilinen tek nüshası Bri­tish Museum'da bulunmaktadır (Add., nr. 7914, vr. 273a-289b). 1435 yılında Şâh­ruh Mirza'ya sunulan eser şairin ifade­sine göre yedi günde bitirilmiştir.

XV. yüzyılın önde gelen Çağatay şair­lerinden biri de GedâyFdir. Ali Şîr Nevâî, Mecali'n-nefâîs'in üçüncü meclisin­de onun Ebü'l-Kâsım Bâbür zamanında büyük bir şöhrete kavuştuğunu, yaşı doksanı aştığı halde hâlâ hayatta bulun­duğunu kaydeder. Asıl adının ne olduğu bilinmediği gibi hayatı hakkında da faz­la bilgi yoktur. J. Eckmann, Mecâlisü'n-nefâis'in 896 (1491) yılında tamamlan­dığını göz önüne alarak onun 1404-1405 yıllarında doğmuş olabileceğini ileri sü­rer. Divanındaki şiirlerinden Gedâyi'nin usta bir şair olduğu, aruzu çok iyi kul­landığı anlaşılmaktadır. Dili oldukça sa­dedir ve yer yer Oğuz Türkçesi özellik­leri taşımaktadır. Şiirlerinin konusu ge­nellikle ümitsiz aşk, sevgilinin güzelliği ve cefası olmakla beraber yer yer sofi­yane duygu ve düşüncelere de rastla­nır. Gedâ ve Gedâyî mahlaslarını kullan­ması onun sûfıyâne temayülüyle ilgili ol­malıdır. Divanının bilinen tek nüshası, Bibliotheque Nationale'de kayıtlı bir mec­muada bulunmaktadır (Suppl Turc, nr. 981). Gedâyî divanı J. Eckmann tarafın­dan metin, sözlük ve tıpkıbasım olarak yayımlanmıştır (The Divân of Gadâ'î, The Hague 1971).

Klasik dönem öncesinde yaşayan ve adları Ali Şîr Nevâi'nin Mecâlisü'n-nefâis'inde geçen diğer şair ve edipler de şunlardır: Muammaları ile meşhur bir şair olan Hâcî Ebü'l- Hasan, Sultan Mesud Mirza'nın saray şairi olan Kutbî, Hü­seyin Baykara devri şairlerinden olup vezirlik görevinde bulunan Naîmî, Semerkantlı bir şair olan Harîmî Kalender, Belhli bir şair olan Kemâlî, genç yaşta vefat eden şairlerden Latîfî, Heratlı şairlerden Mukimî, Ali Şîr Nevâi'nin yakın dostu olup Nevâî tarafından hakkında bir risale yazılan Seyyid Hasan Erdeşîr, Sultan Ebû Saîd Mirza Han'ın emriyle Serahs Kalesi'nde idam edilen ve Nevâi'­nin iyi bir şair olduğunu bildirdiği Kabûlî mahlaslı Mîr Saîd ve Timur'un torunu Sultan Halîl. Kıpçak prenseslerinden Su­yun Big'in oğlu olan Sultan Halîl basit bir ailenin kızı ile evlendiği için itibarını kaybetti. Timur'un vefatından sonra Pîr Muhammed Cihangir'in rakibi olarak 1405-1409 yılları arasında Semerkant'ta hüküm sürdü. Şâhruh Mirza tarafından Semerkant'tan uzaklaştırılıp Rey valiliği­ne tayin edildi. 1411 yılında intihar etti.

Bu dönemin kayda değer öteki şair­leri arasında yer alan Mîrân Muhammed Şah'ın oğlu Ebû Bekir Mirza ise Timur'un ordularıyla birlikte Suriye ve Anadolu se­ferlerine katılmış, Azerbaycan, Arrân, Mugan ve Şirvan valiliklerinde bulunmuş­tur. Kardeşi Ömer Mirza tarafından Sul­taniye Kalesi'ne hapsedilmiş, büyük bir ihtimalle burada vefat etmiştir. Ali Şîr Nevâî tezkiresinde onun cesaretini öv­mektedir. Muîzüddin Ömer Şeyh'in oğlu ve Timur'un torunu olan Sultan Ali İskender-i Şîrâzî, Şâhruh idaresinde 1409-1424 yılları arasında Fars eyaletini yö­netmiş, 1424'te kardeşi tarafından az­ledilip öldürülmüştür. Lutfî Güi ü Nev­ruz adlı mesnevisini ona ithaf etmiştir. Ebü'l-Kasım Bâbür Mirza, Şâhruh'un to­runu ve Baysungur Mirza'nın oğludur. Ali Şîr Nevâî ve Hüseyin Baykara genç­liklerinde onun sarayında bulunmuşlar­dır. Yumuşak huylu bir insan olan Bâbür Mirza Türkçe ve Farsça şiirler yazmıştır.

3. Klasik Çağatay Devri (XV. yüzyılın ikin­ci yansı). Şâhruh Mirza'nın ölümünden sonra (1447) imparatorluk yeni bir sar­sıntı geçirdi ve iktidar mücadeleleriyle zayıfladı. Ebü'l-Kasım Bâbür Horasan'­da, Ebû Saîd Mâverâünnehir'de kuvvetli birer idare kurdularsa da Bâbür'ün ölü­münden sonra karışıklıklar tekrar baş­ladı. Neticede Ebû Saîd duruma hâkim olup Horasan ve Mâverâünnehir'i idare­si altında birleştirmeye muvaffak oldu. Ancak Azerbaycan bölgesini Akkoyunlular'dan almak için giriştiği savaşta boz­guna uğradı ve yakalanarak öldürüldü (1469). Bu hadiseden sonra şehzadeler arasındaki taht mücadelesi yeniden baş­ladı. Mücadeleden başarıyla çıkan Hü­seyin Baykara, Herat merkez olmak üze­re Horasan, Sicistan, Tohâristan, Cürcân ve Esterâbâd'ı idaresi altında birleştirdi ve kırk yıl kadar saltanat sürdü (1469-1506). Timurlular tarihinin bu son par­lak döneminde Herat siyasî ve ticarî mer­kez olmasının yanı sıra Baykara devrinin de kültür ve sanat merkezi oldu. Başta edebiyat olmak üzere çeşitli sanat dal­larında eser veren Ali Şîr Nevâî gibi dâ­hi bir sanatkâr ile hâmisi ve en yakın ar­kadaşı Hüseyin Baykara'nın faaliyetle­riyle klasik Çağatay edebiyatı devri Ne­vâî-Baykara devri olarak anıldı. Bu de­virde klasik Çağatay edebiyatının geliş­mesi, hatta büyük ölçüde altın çağını ya­şaması Hüseyin Baykara'nın gayretleri­ne bağlıdır. İran ve Türkistan'ın seçkin sanatkâr ve ilim adamlarıyla dolan He­rat yeni inşa edilen saray, konak, cami ve medreselerle de gelişmiş ve büyümüş­tür. Yeni açılan eğitim ve öğretim ku­rumlarında güzel sanatlara, edebiyata ve şiire ilgi duyan bir zümre yetişmiş, bun­ların maddî ve manevî ilgisi sayesinde de sanat ve edebiyat faaliyetleri hızla gelişmiştir. Herat edebî muhiti bu sıra­da sadece Horasan ve Mâverâünnehir'in büyük merkezleriyle temaslarını sürdür­müyor, aynı zamanda İran, Irak, Tebriz ve İstanbul gibi kültür ve sanat merkezleriyle de münasebet halinde bulunuyordu

XV. yüzyılın ikinci yarısında Timurlu prenslerin saraylarında resmî dil ve kül­tür dili olarak Farsça kullanılıyordu. Yük­sek zümre arasında Farsçanın çok iyi bi­lindiği, hatta bunların içinde bu dili ba­şarıyla kullanan birçok şair ve müellif yetiştiği halde bilhassa Hüseyin Bayka­ra devrinde Farsça yanında Türkçe de değer kazanmış, şairlerin bir kısmı Türk­çe şiirler de yazmaya başlamıştır. Çağa­tay edebiyatının sanat ve millî ruh iti­bariyle zirveye ulaştığı bu devirde artık her eli kalem tutan "Türkî" dilinden bah­sediyor, İran edebiyatı hayranlarına kar­şı Türkçe müdafaa ediliyor, Türkçe ile de büyük sanat eserleri ortaya konulabile­ceği gösteriliyordu. Bu devrin, XV. yüzyı­lın ikinci yarısı içinde ele alınması gere­ken başlıca edebî şahsiyetleri Hüseyin Baykara, Ali Şîr Nevâî ve Hâmidi'dir.

Hüseyin Baykara 842'de (1438) Herat'ta doğmuş, 1469'da Horasan tahtı­na oturmuş, uzun süren bir saltanattan sonra Özbekler'e karşı yaptığı bir seferde ölmüş ve Herat'a defnedilmiştir (1506). Hüseynî mahlasıyla şiirler yazan Hüse­yin Baykara şair olarak önemli bir var­lık göstermez. Ancak yine de klasik Ça­ğatay şiirinin Nevâi'den sonra gelen ilk simasıdır. Devrinde ilim ve sanat adam­larını Herat sarayında toplamış, onlara itibar göstermiştir. Bilhassa Ali Şîr Ne­vâi'nin eserlerini edebiyatımıza kazan­dırmasında Hüseyin Baykara'nın büyük payı vardır. Lirik şiirlerini içine alan di­vanının pek çok yazma nüshası mevcut­tur. Bunlardan Ayasofya nüshası İsmail Hikmet Ertaylan tarafından tıpkıbasım olarak yayımlanmıştır (Türk Edebiyatı Örnekleri V: Divani Sultan Hüseyn Mir­za Baykara "Hüseyinî", İstanbul 1946). Hüseyin Baykara'nın otobiyografi tarzın­da küçük bir risalesi de bulunmaktadır. Amasya Beyazıt Kütüphanesi'nde kayıt­lı olan (nr. 15) bir yazmanın başında yer alan bu risalenin de tıpkıbasımı Ertay­lan tarafından gerçekleştirilmiştir (Türk Edebiyatı Örnekleri II: Risâle-i Sultan Hü­seyn Baykara, İstanbul 1945) (ayrıca bk. HÜSEYİN BAYKARA).

Divan, mesnevi, tezkire, tarih gibi tür­lerde, mûsiki, aruz, dil gibi konularda otuza yakın eseri olan Ali Şîr Nevâî, dev­rinin olduğu kadar Türk edebiyatının da en mühim simalarından biridir. Nevâî ka­dar geniş bir tesir sahası olan ve men-sup olduğu edebiyatın kurulup gelişme­sinde büyük hizmeti bulunan bir başka şahsiyete rastlamak hemen hemen im­kânsızdır. Farsçanın resmi dil olarak hü­küm sürdüğü. Fars edebiyatının Abdurrahman-ı Câmî ile zirveye ulaştığı ve ay­dınların Farsça öğrenip bu dille yazmayı meziyet saydıkları bir dönemde Nevâi'nin Türkçenin Farsçadan aşağı kalacak bir dil olmadığını söylemesi, Türkçe ile de yüksek bir edebiyat vücuda getirme­nin mümkün olacağını eserleriyle ispat etmesi ve yeni nesillerin Türkçe yazma­ları hususunda teşvikte bulunması göz önüne alınırsa hizmetinin derecesi ve önemi daha iyi anlaşılır. Nevâî’nin yük­sek bir millî şuura ve sarsılmaz bir Türk­çe sevgisine sahip olduğu hemen he­men bütün eserlerinde görülmektedir. Çeşitli tür ve konularda birçok eser ver­mesi ise onun kuruculuk vasfıyla izah edilebilir. Gerçekten Nevâî, klasik Çağa­tay edebiyatının teşekkülünde bizde Tanzimatçıların oynadığı rolü oynamıştır. Nevâî klasik Fars edebiyatını örnek al­mış, çeşitli türlerde Farsça yazılan eser­leri Türkçe ile yazmaya çalışmış, ortak kültüre dayanan Orta Asya Türk edebi­yatını millî ruh ve millî zevkle klasik bir seviyeye ulaştırmaya muvaffak olmuş­tur (ayrıca bk. ŞÎR NEVAl).

Hayatı hakkında fazla bilgi bulunma­yan Hâmidî. Hüseyin Baykara devri şa­irlerinden olup Yûsuf ve Züleyhâ adlı mesnevisiyle tanınmıştır. Nevâî'nin Mecâlisü'n-nefâis'inde ve diğer birçok kay­nakta yer almayan şairin tam adı bilin­mediği gibi mahlasında da ihtilâf edilmiş­tir. E. Blochet mesnevisindeki bir beyti yanlış okuduğu için eserin Ali Şîr Nevâi'ye ait olduğunu ileri sürmüşse de [Çatalogue, II, 246; Suppl., nr. 1365) bu görüş Halide Dolu tarafından düzeltilmiş, ese­rin Hüseyin Baykara devri şairlerinden Hâmidî'ye ait olduğu ortaya konulmuş­tur (TDED, V, 51 - 58). Özbek araştırmacı­ları ise mesnevinin Taşkent nüshasında yer alan bir beyti yanlış okumaları yü­zünden mesnevinin Şâhruh devri şairle­rinden Dur Beg adlı bir kişiye ait olduğu­nu ileri sürmüşlerdir (N. M. Mallaev, s. 325). Bu yanlışı Fuad Köprülü de tekrar­lamıştır. Halbuki mesnevide eserin Hüse­yin Baykara devrinde Belh şehrinin ku­şatılması sırasında yazılmış olduğu ve Hüseyin Baykara'ya ithaf edildiği açıkça belirtilmiştir. Şairin mahlasını Hâmidî ola­rak kabul eden J. Eckmann ise onu kla­sik Çağatay edebiyatı dönemi şairleri ara­sında göstermiştir. Zeynep Korkmaz, Ber­lin nüshasına dayanarak şairin mahlası­nın Ahmedî olduğunu söylemekte ve Ah-medFnin Mecâlisü'n-nefâis'in dördün­cü meclisinde Nevâî'nin kaydettiği. 906 (1501-1502) yılında ölen Kutbüddin Ah­med Câm Jendepîl ile aynı kişi olduğu­nu ileri sürmektedir. Ayrıca Zeynep Kork­maz, Ahmedî mahlası ile telli sazlar hak­kında bir münazara yazmış olan şahsın da Kutbüddin Ahmed Câm olabileceğini kaydetmektedir (TDe., 111/1, s. 7-48). Bu­gün için şairin mahlasının açıklığa kavuş­mamasına rağmen Hüseyin Baykara dev­rinde yaşadığı, eserini Belh şehrinin mu­hasarası sırasında Farsça mensur bir Yû­suf u Züleyhâ hikâyesini tercüme yoluy­la 874 (1469) yılında yazıp Hüseyin Bay­kara'ya ithaf ettiği kesindir. Ancak ese­rin esasını teşkil eden bu Farsça hikâ­yenin kime ait olduğu bilinmemektedir. Yûsuf ve Züleyhâ mesnevisi 2726 beyit olup "müfteilün müfteilün fâilün" vezniyle yazılmıştır. Eserin birçok yazma nüs­hası bulunmaktadır (bk. TSMK, Revan, nr. 832; Bibliotheque Nationale, Suppl. Turc, nr. 1365; V. Pertsch, s. 376, Londra, İndia Office Library, nr.

4. Klasik Devrin Devamı (XVI. yüzyıl). Kla­sik Çağatay edebiyatı Şeybânîler'le Orta Asya'da, Bâbür ile de Hindistan'da ol­mak üzere iki sahada devam etmiştir.

Batu'nun kardeşlerinden Şeybân'a men­sup prenslerin idaresindeki göçebe Öz­bekler XVI. yüzyılın başında Hârizm ve Mâverâünnehir'i, Hüseyin Baykara'nın ölümünden sonra da Horasan'ı ele geçi­rerek Timurlular hâkimiyetine son ver­diler. Hüseyin Baykara'dan sonra eski önemini kaybeden Herat artık edebiyat ve kültür merkezi olmaktan da çıkmış­tı. 1510 yılında Safevî hükümdarının Şeybânî Han'ı bozguna uğratıp öldürtmesinden istifade etmek isteyen Bâbür, Mâverâünnehir ve Hârizm'i Özbekler'den ge­ri almaya çalıştıysa da başarılı olama­dı. Bâbür'ün Hindistan'a göç edip orada Türk-Hint İmparatorluğu'nu kurması ile Timurlular sülâlesi varlığını koruyabildi. Herat'ın önemini yavaş yavaş kaybet­mesinden sonra Şeybânîler idaresinde Semerkant, Buhara gibi şehirler yeniden önem kazandı. Devrin ilim adamları ve şairlerinin toplandığı bu şehirler önemli ilim ve kültür merkezleri haline geldi. Az da olsa göçebe Türk gelenekleriyle karışmış olmakla beraber Şeybânîler dö­nemi kültür ve medeniyetini de Timurlu­lar devri medeniyetinin bir devamı say­mak gerekir. Çağatay yazı dili ve ede­biyatı Şeybânîler döneminde de devam ettirildi. Ancak bu yüzyılda ve özellikle Şeybânîler devrinde kültür merkezlerin­de tanınmış şairlerin eserlerini Farsça yazdıkları ve Farsça yazanların Türkçe yazanlardan daha fazla olduğu dikkati çekmektedir. Daha önce Timurlular dev­rinde Yesevî dervişlerinin gayretleriyle özellikle halk tabakası arasında yaygın şekilde görülen hikmet tarzının, bu de­virde bilhassa Şeybânî Han ve Ubeydullah Han tarafından bu tarz şiirler yazıl­masından sonra kültürlü sınıf arasında bir moda halini almaya başladığı görü­lür. Bunda Çağatay şiirine hayranlık du­yan Özbek hanlarının daha çok Yesevîliğin edebî geleneğine karşı gösterdikle­ri dinî bağlılığın da rolü vardır. Yine bu devirde Farsça'dan Çağatayca'ya çevri­len manzum ve mensur eserlerin çoklu­ğu yanında daha önce Farsça yazılmış ilmî ve tarihî eserlerin Çağatayca ben­zerlerinin de yazılmaya başlanması dik­kati çekmektedir. XVI. yüzyılda Çağa­tayca yalnız klasik şiir dili olarak değil kültür dili olarak da önemli bir gelişme göstermiş, bu dille divan tertip edenler çoğalmış, Nevâî ve Yesevî tarzı şiirler­den başka dinî, ahlâkî ve tarihî konular­da manzum ve mensur birçok eser telif edilmiştir. Fuad Köprülü'nün "Türkler'in altın devri" şeklinde nitelendirdiği bu asırda Çağatay dili ve edebiyatı sadece Orta Asya'da hâkim olmakla kalmamış, bilhassa Nevâî ile Osmanlı ve Azerî ede­biyatları üzerinde de etkili olmuştur. Bu­na karşılık Osmanlı ve Azerî edebiyatla­rı da Çağatay sahasına aynı ölçüde tesir etmiştir.

Hindistan'da Bâbür'le varlığını koru­yan Çağatay edebî dili ve edebiyatı Bâbür'den sonra Kâmrân Mirza, Bayram Han gibi önemli şairlerle XVIII. yüzyıla kadar varlığını sürdürebilmiştir. Bu de­virde klasik Çağatay şiirini devam etti­ren başlıca şairler Şeybânî Han, Muhammed Salih. Ubeydullah Han. Bâbür. Kâm­rân Mirza ve Bayram Han'dır.

Mâverâünnehir fâtihi olarak anılan Şey­bânî Cengiz soyundan ve Cuci ulusundandır. 1451 yılında doğdu. Babası Şah Budak'ın Moğul Han Yûnus tarafından ye­nilip idam edilmesi üzerine Özbek emir­lerinden biri tarafından büyütüldü. Ba­basının yerine geçen Şeybânî, uzun mü­cadelelerden sonra 1501'de Mâverâünnehir'i zaptederek iktidarını güçlendir­di. Bundan sonra Horasan'ı ele geçirdi; Bâbür'le yaptığı savaşta galip gelince Se­merkant, Belh ve Endicanzapt ederek idaresi altına aldı. 1505 yılında Hârizm'i, 1507'de de Herat'ı ele geçirdi. Herat'ın zaptı ile Çağatay Devleti yıkılmış oldu. 1510 yılında Şiî-Safevî Hükümdarı Şah İsmail'i Sünnîliğe davet ettiyse de Şah İsmail'in reddetmesi üzerine İran'a yü­rüdü. Yapılan savaşta Şeybânî'nin ordu­su dağıldı, kendisi de yaralandı ve kısa bir müddet sonra öldü. Bâbür'ün de ha­tıratında belirttiği gibi Şeybânî Han Arap­ça ve Farsçayı bilen, âlim ve sanatkâr bir kişiydi. Mûsiki ve hattan anlardı. Sert yaratılışlı olmasına rağmen âlim ve sa­natkârları korurdu. İdaresi altındaki şe­hirlerde pek çok medrese yaptırmış ve ilmî faaliyetleri teşvik etmiştir. Özbek geleneklerine ve Cengiz yasasına sıkı sı­kıya bağlıydı. Onun zamanında Özbek hâkimiyeti ve kudreti zirvesine ulaşmış­tır. Şiirlerinde Şibânî mahlasını kullanan Şeybânî Han, divan tarzı şiirlerinin ya­nında Ahmed Yesevî'ye büyük bir saygı ile bağlılığı sebebiyle hikmet tarzında hece vezniyle dörtlükler halinde şiirler de yazmıştır. Klasik tarzdaki şiirlerinde dili sade, mecazları basittir. Şeybânî'nin şiirlerini içine alan bir divanı (TSMK, III. Ahmed, nr. 2436), dinî-ahlâkî bir man­zume olan Bahrü'l-hüdâ adlı bir mes­nevisi (British Museum, Add.. nr. 7914, vr. lb-22b| ve fıkha dair bir risalesi vardır (ayrıca bk. ŞEYBÂNÎ HAN).

Timur devri emirlerinden Şah Melik'in torunu Hârizm valisi olan Nûr Sâid Beg'in oğlu Muhammed Salih, başlangıçta Hü­seyin Baykara'nın hizmetinde iken son­radan ayrılıp Şeybânî Han'ın maiyetine girdi ve onun "emîrü'l- ulemâ ve melikü'ş-şuarâ"sı oldu. 941 (1534-35) yılın­da ileri bir yaşta Buhara'da vefat etti. Muhammed Salih daha çok manzum bir tarih olan Şeybânînâme adlı eseriyle tanınmıştır. Eser Şeybânî Han'ın zafer­lerini anlatan bir kroniktir. "Fâilâtün feilâtün feilün" vezniyle yazılan eser ol­dukça kuru ve sübjektif bir ifadeyle ka­leme alınmıştır. Fakat Şeybânî Han'ın devrine ve faaliyetlerine ışık tutması ba­kımından önemlidir. Şeybânînâme ön­ce Almanca tercümesiyle birlikte Vambery tarafından (Viyana 1885), daha son­ra da Melioranskiy ve Samoyloviç tarafın­dan yayımlanmıştır (St. Petersburg 1908). Bâbür hatıratında Muhammed Salih'in başka şiirleri olduğunu söylerse de bun­lar şimdiye kadar ele geçmemiştir.

Şeybânî Hükümdarı Ubeydullah Han, Şeybânî Han'ın küçük kardeşi Mahmud Han'ın oğludur. Gençliği amcası Şeybânî Han'ın yanında geçti ve onunla seferle­re katıldı. 1532 yılında Ebû Saîd'in ve­fatı üzerine Buhara'da tahta oturdu. Amansız bir Şiî düşmanı olan Ubeydul­lah Han Horasan üzerine altı sefer yap­tıysa da Safevîler'in buradaki hâkimiye­tine son veremedi, ancak Şiîliğin Herat ve Belh'e girmesini önledi. 1535 yılında yaptığı seferde ağır bir yenilgiye uğradı ve 1539'da üzüntüden öldü. Ubeydullah Han Arapça ve Farsçayı bu dillerde şiir yazacak kadar iyi bilir, ayrıca tefsir, ha­dis, kıraat ve fıkıh gibi İslami ilimlerle de meşgul olurdu. Hattat, nakkaş ve mu­sikişinastı. Nakşibendî tarikatına men­sup olan Übeydullah Han bilhassa din âlimlerine büyük önem verirdi. Ahmed Yesevî'ye derin bir bağlılığı vardı; Yese­vî tarzındaki şiirleriyle hikmet geleneği­ni canlandırmıştır. Hece vezniyle ve dört­lükler halinde yazılan bu şiirlerde başa­rılı olduğu görülür. Divanındaki şiirlerin bir kısmı dinî-tasavvufi, bir kısmı ise din dışıdır. Özellikle din dışı şiirlerinde bü­yük bir başarı göstermiştir. Kul Ubeydî mahlasını kullandığı sûfıyâne şiirleri ise sade ve samimidir. Divan tarzındaki şi­irlerinde de Ubeydî mahlasını kullanmış­tır. Divanında Arapça, Farsça şiirleriyle "Gayretnâme", "Sabrnâme", "Şevknâme" adlı mesnevileri ve "Salavâtnâme" adlı bir müseddesi yer almaktadır. Eserleri­nin yazma nüshaları dünyanın çeşitli kü­tüphanelerinde bulunmaktadır (|

kent Özbekistan İlimler Akademi nr. 8931 [külliyat!; İÜ Ktp., TY, nr ı TSMK, Enderun, nr. 2381; British Muse Add., nr. 7907; Nuruosmaniye Ktp 4904) (ayrıca bk. UBEYDULLAH HAN)

XVI. yüzyıl Türk tarihinin önemli siması olan Bâbür zekâ, irade ve cesareti sayesinde Afganistan ve Hindistan'ı önemli bir bölümünü içine alan büyük bir imparatorluk kurmuştur. Güzel sanat­ları seven ve sanatkârları himaye ede Bâbür'ün kendisi de değerli bir şair I hattattı. Tarihî bakımdan olduğu kadar edebî bakımdan da büyük bir önem ta­şıyan Vekâyi' adını verdiği Bâbürnâme Çağatay nesrinin bir şaheseri kabul edi­lebilir. Bâbür'ün bundan başka bir diva­nı ve birkaç küçük risalesi daha vardır

(bk. BÂBÜR; BÂBÜRNÂME).

Bâbür'ün ikinci oğlu ve Hümâyun Şah'ın üvey kardeşi olan Kâmrân Mirza 1509 yılında Kabil'de doğdu. Büyük kardeşi Hümâyun'dan daha zeki ve sanatkâr olan Kâmrân aynı zamanda zalim ve ihtiraslı bir kimseydi. 1553'te Gohar kabilesinin reisi Sultan Âdem Han tarafından sıkış­tırılması üzerine kaçarken yakalanıp Hümâyun'a gönderildi. Hümâyun onu öldürtmeyip gözlerini oydurmakla yetin­di. Emirlik davasından vazgeçen Kâmrân 1554'te karısı ile Mekke'ye gidip yerleş­ti. 1557'de orada vefat etti. Kâmrân Mir­za, büyük ölçüde âşıkane unsurların hâ­kim olduğu şiirlerinde genellikle Kâm­rân, bazan da Gazi mahlasını kullanmış­tır. Bazı şiirlerinde dinî-tasavvufî ve hikemî unsurların yer aldığı görülür. Kla­sik edebiyatın teknik ve inceliklerine vâ­kıf olmakla beraber şiirleri fazla bir de­ğer taşımaz. Zamanın anlayışına uyarak divanında Türkçe şiirler yanında Farsça şiirlere de yer vermiştir. Biri Türkçe ve Farsça şiirlerini, diğeri yalnız Farsça şi­irlerini ihtiva eden iki divanı mevcuttur. Birinci divanının bilinen iki nüshasından biri Bankipûr Şarkiyat Kütüphanesi'nde olup (nr. 105) diğeri bundan kopya edi­len Kalküta nüshasıdır. İki bölüm halin­deki divanının birinci bölümü Ali Alpars­lan ve Kemal Eraslan tarafından yayım­lanmıştır ("Kâmrân Mirza'nın Divanı I", TDED, XXIII [1981], s. 37-137) (ayrıca bk. KÂMRÂN MİRZA).

Bayram Han, Karakoyunlu Türkmenleri'nden Baharlu kabilesinin reisi Ali Şe­ker (Şükr) Beg'in torunlarındandır. Ba­bası Seyf Ali Beg'dir. Hemedan ve civrında yerleşen Karakoyunlular, Akkoyunlular zamanında buradan göç ettirilmiş ve Kandehar bölgesine yerleşmişlerdi. Bayram Han muhtemelen 1504 yılında Bedahşan'da doğmuş, öğrenimini Bedahşan ve Belh'te yapmıştır. Moğol yasa­larına sıkı sıkıya bağlı olan Bayram Han ailesi itibariyle Şiî idi. İyi bir öğrenim gör­dü; Farsçayı şiir yazacak derecede iyi bilirdi. Bu sebeple divanında Çağatayca şiirlerin yanında Farsça şiirler de yer al­maktadır. Şiirlerinde büyük ölçüde aşk ve şarap konularını işlemiştir. Nazım tek­niğine ve inceliklerine vâkıf olan Bay­ram Han kuvvetli bir şair sayılabilir. Çe­şitli yazma nüshaları bulunan divanı (bk. British Museum, Or., nr. 7510, 9337) ilk defa Denison Ross tarafından düzenlene­rek yayımlanmıştır (The Persian and Turki Divan of Bayram Khan, Kalküta 1910). Da­na sonra mevcut nüshalar ve D. Ross yayını dikkate alınarak S. Hüsâmeddin Reşdî ve Muhammed Sâbir tarafından yeniden neşredilmiştir (Divan of Bayram Khan, Karachi 1971).

Klasik devrin devamının diğer önemli şair ve edipleri de şunlardır: Hayat hakkında fazla bilgi bulunmayan Muhammed bin Ali b. Derviş Ali el-Buhâri’nin, Şeybaniler'den Köçkünçi Han devrinde (1510 – 1531) şerefeddin Ali Yezdi’nin Zafernâ­me'sini Farsçadan Çağatay Türkçesi'ne çevirdiği bilinmektedir. Abdüllatif Sultan'ın kitabdârı olan Vâhidî-i Belhî, Taberî tarihini sultanın teklifiyle Çağatay­ca'ya tercüme etmiştir. Tercümede Arap­ça esas metni değil Ebû Ali el-Bel'ami'nin Sâmânî Hükümdarı 1. Mansür b. Nûh için Farsçaya çevirdiği metni esas al­mıştır. Abdullah b. Muhammed Navallahî ise Söyünç Hâce'nin vefatına kadar (931/1524-25) gelen Zübdetü'l-âsâr ad­lı bir dünya tarihi kaleme almıştır.

Târîh-i Reşîdî'nin müellifi olan Hay­dar Mirza, Farsça olarak kaleme aldığı eserini kendisi Çağatay Türkçesi'ne ter­cüme etmiştir. İki bölümden ibaret olan eser, Timurlular'ın kurucusu Tuğluk Ti­mur'un tahta geçişinden (748/1347) baş­layıp kendi zamanına kadar cereyan eden olayları konu edinmiştir. Târîh-i Reşîdî Türkistan, İran ve Hint bölgelerinde çok okunan bir eserdir. Haydar Mirza'nın di­ğer bir eseri de 1533'te tamamladığı Cehannâme adlı mesnevisidir (ayrıca bk.HAYDAR MİRZA).

XVI. yüzyılın başlarında yaşayan Mu­hammed Kâtib (Neşâtî), I. Şah Tahmasb devrinde (1524-1576), Safevîler'in ceddi Şeyh Safıyyüddin İshak el-Hüseynî'nin menâkıbı olan Şafvetü'ş-şafâ' adlı ese­ri Tezkiretü'l - evliya adıyla Farsçadan Çağatay Türkçesi'ne tercüme etmiştir. I. Şah Abbas'ın emirlerinden olan Mu­hammed Emânî 1538-1607 yılları ara­sında yaşamıştır. Emâni'nin Farsça-Ça­ğatayca bir divanı mevcuttur. Divanındaki ifadelerden hayatının büyük bir kıs­mını Herat'ta geçirdiği anlaşılmaktadır. Farsça şiirlerinin çoğu İmam Ali er-Rızâ'nın methi hakkındadır. Türkçe şiirlerin­de Azerî Türkçesi tesiri görülür.

Afşar kabilesinden olan Sâdıkî-i Kitâbdâr 1533 yılında doğmuştur. Gençliğinde birçok ülkeyi dolaşmış, Hemedan prensi kendisini sarayına almış. Şah İsmail'in saray kütüphanesi memuriyetinde bu­lunmuştur. Şair, nâsir ve ressam olarak tanınmıştır. Biyografik eseri Mecmatı'l-havâs, Nevâî'nin Mecdiisü'n-nefais'i örnek alınarak yazılmış olup eserde yirmi sekiz Türk, 202 İranlı şaire yer verilmiş­tir. Verdiği bilgiler genellikle çok kısadır.

S. Gerileme ve Çöküş Devri (XVII-XlX. yüz­yıllar). XVII. yüzyıl Orta Asya Türkleri için sadece siyasî ve iktisadî bakımdan de­ğil sosyal ve kültürel bakımdan da bir gerileme ve çöküş devri olmuştur. Bu de­virde yazı dili ve devlet dili olarak Çağa­tayca İran'dan Çin sınırlarına kadar uza­nan geniş sahada kullanılmışsa da özel­likle XVIII. yüzyıldan sonra bu dille ya­zan hemen hiçbir büyük şair ve yazar çıkmamıştır. Bu dönemde de eski şair ve yazarları örnek alan bazı isimler bilin­mekle beraber bunların hiçbiri önemli bir varlık gösterememiştir. Bu yüzyılda kaleme alınan Farsça ve Çağatayca dinî, edebî ve tarihî eserler, kültür seviyesi­nin her alanda gerilediğini gösteren ba­sit taklit ve tercümelerden ibarettir.

Son devirde Buhara ve çevresinde Ça­ğatay edebiyatının gittikçe gerilemesi­ne karşılık Hîve ve Hokand çevrelerinde­ki siyasî gelişmelere paralel olarak ol­dukça canlı bir edebî faaliyet göze çar­par. Ancak Nevâî ve Fuzülî'yi taklitten ileriye gidemeyen bu çalışmaların da pek başarılı olduğu söylenemez. XIX. yüzyıla gelinceye kadar Çağatayca, konuşma ve resmî yazı dili olarak çok geniş bir sa­hada kullanılmakla beraber edebiyatta hiçbir büyük şahsiyet yetiştirememiştir. Bunda, Orta Asya'daki siyasî ve iktisadî istikrarsızlık kadar bütünüyle Türk-İslâm medeniyetinin bu yüzyılda Batı medeni­yeti karşısında içine düşmüş olduğu buh­ranın da rolü vardır. Dolayısıyla bu gerile­me sadece Çağatay edebiyatında değil aynı tarihte Osmanlı, Azerî, hatta klasik İran edebiyatında da kendini gösterir.

Bu devirde yetişmiş, çoğu Yesevî tak­lidi şiirler yazan, zaman zaman aruz vez­nini de kullanan şairler arasında Mah­dum Kulı, Şems Özkendî, Ubeydî, Fakiri, Beyzâ, Bihbûdî, Şühûdî, Gedâ, Gazali. Tu­feyli, Râcî ve Hüveydâ sayılabilir. Hîve ve Hokand'da yetişen şairler arasında ise Ebülgazi Bahadır Han'dan başlayarak Mevlânâ Yahya, Seyyid Muhammed Ah­med, Molla Niyaz Muhammed ile Nemengânlı Fâzıl, Hazık, Fazlî, Muhammed Emin Endicânî, Hazini, Muhyî, Mukimi ve Firkat gibi isimler zikredilebilir.

XX. yüzyılda, Orta Asya Türk edebiyatı­nın Çağatay edebiyat bölümünün yerini Özbek edebiyatına bıraktığı görülür.

BİBLİYOGRAFYA :

Ahmed-i Yesevî, Dîvânı Hikmet'ten Seçme­ler (haz. Kemal Eraslan), Ankara 1983, s. 26-29; Ali Şîr Nevâî, Nesâyimü'l-mahabbe min şemSyimi'l-fütüvue, TSMK, Revan, nr. 808, vr. 55b; a.mlf., Nesâyimü'l-mahabbe min şemâ-yimi'l-fütüuue: Metin ue Dil Hususiyetleri (haz. Kemal Eraslan, doktora tezi, 1969), İstanbul Üni­versitesi Türkiyat Enstitüsü, nr. 985; a.mlf.. Mu-hâkemetul-lugateyn (trc. Refet Isıtman), An­kara 1941, s. 63-64, 97; a.mlf. Mecâlisun-ne-fâis, TSMK, Revan, nr. 808, vr. 659b-693a; Bâ­bür, Vekâyi'(Arat), I-II, tür.yer.; Ebülgazi Baha­dır Han, Şecere-i Türk (nşr. Desmassien), St. Petersburg 1871, s. 37; a.mlf.. Şecere-i Terâkime (nşr. Kononov), Moskova 1958, s. 6; V. Pertsch, Verzeihniss der türkischen Handschriften der….

Kazım ERASLAN,DİA, 8.CİLT, S.:168-175

SON EKLENENLER

Üye Girişi