Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

Coğrafyanın kenarında, şiirin merkezindeki şairler

Sufi şairlerin ve Rumelili meslektaşlarının eserlerinde görülen sadelik, mistik heyecan ve müstağni tavır onları kendiliğinden Osmanlı saray çevresindeki şa­irlerden farklılaştırdığı hâlde daha doğudaki meslektaşlarına yaklaştırmıştır. Fatih döneminden itibaren Ahmet Paşa, Baki, Nev’î gibi bilhassa saraya yakın ve medrese tahsili görmüş şairlerin sürdürdüğü sanatsal çizgiyle derviş duyar­lığına dayalı estetik anlayışı sürdürenler arasında mecaz, istiare ve mazmunla­rın kullanımından tercih edilen söz varlığına ve hatta söz dizimine kadar fark­lılıklar vardır. Hiç şüphesiz bu iki çizgi arasındaki ortak noktalar, farklılıklar­dan daha az değildir. Bu üslup arayışlarının biri diğerinden renkler alabilir. Ancak her daim bir hâkim ton sezilir. Rumeli ve Azeri sahasında yetişen şair­leri de aradaki coğrafi uzaklığa rağmen tasavvufi neşenin müşterek bir duyar­lılıkta buluşturduğu söylenebilir. Bu geniş coğrafyada çeşitli anlayışlara sahip mutasavvıfların ve heterodoks zümrelerin çok rahat dolaştığını, kültür ve sanat alanında bir anlamda taşıyıcı fonksiyonu üstlendiklerini unutmamak gerekir.

Devletlerarasındaki siyasal mücadelelere rağmen değişik metotlarla, bazen takiyye yoluyla faaliyet gösterenlerin yanı sıra açıkça tercihini yaparak yaşadığı muhitten ayrılan sanatkârların yeni muhitlerinde karşılaştıkları sufi oluşum­ları etkiledikleri muhakkaktır. İşte bütün bunlar, Türk tasavvuf edebiyatının dildeki ufak tefek ayrılıklara rağmen coğrafi sınırlan ortadan kaldıran müşte­rek bir duyarlık ekseninde gelişimine imkân vermiştir.

XVI. yüzyılın başlarına kadar bir tarikatın temsilcisi sıfatıyla faaliyet gösteren Erdebil Tekkesi’nin ünlü şeyhleri, daha sonra siyasal amaçlarına ulaştıklarında, mezhep ayrışmasının neticesi olarak Sünni sanatkârlara ve tasavvuf erbabına hayat hakkı tanımamışlardır. Bunun sonucu olarak Safevi muhitlerinde dışla­nan sanatkârlar, daha rahat nefes alabilecekleri Hint ve Osmanlı saraylarına yö­nelmişlerdir. Özellikle Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman’ın sanatkârları himaye etmek hususundaki gayretleri ve istikrarlı yönetimleri İran coğrafyasından Anadolu’ya sanatkârların göçünü hızlandırmıştır (Kurnaz 1999:199-207).

Akkoyunlulardan sonra Safevi egemenliğine geçen kültür merkezlerinde yaşayan şairlerin bir kısmının daha sonra Osmanlı devlet adamlarının hima­yelerinde hayatlarını sürdürdükleri bilinmektedir. Bunlardan biri, Akkoyunlu Yakup’un çevresinde bulunan şairlerden Habibî’dir. Habibî (1470-1520), çobanlık yaparken yolda karşılaştığı Yakup’un soruları karşısında verdiği nükteli cevaplarla dikkati çekerek saray çevresine girmeyi başarmıştır. Aslın­da Habibî hakkında kurgulanan "çobanlıktan saray çevresine geçiş” öyküsü, biyografisinin ana çizgileriyle örtüşse bile, onun olağanüstü bir yetenekle do­natıldığını vurgulamak için kurgulanmış izlenimi vermektedir.

"Yoksul bir çevrede bulunan ve çoğu kez çobanlık yapan çocuğun yeteneği, bir te­sadüf sonucu, bazen yoldan geçen bir sanatçı tarafından fark edilmekte, bundan sonra küçük çocuk sanata giden yolda büyük bir hızla başarıyla ilerlemeye başla­maktadır. Bu erken başarı toplum tarafından bir tür mucize olarak değerlendi­rilmekte, çocuğun tanrısal esinle hareket ettiği duygusu öne çıkarılmaktadır.” (Cebeci 2004:15).

Akkoyunlu Yakup’un saltanatı döneminde onun muhitinde bulunan ve ha­misinin ölümünden sonra (1490) bir müddet Safevi sarayının himayesinde hayatını sürdüren Habibî, Şah İsmail tarafından kendisine melikü’ş-şuara un­vanı verilmesine rağmen daha sonra bilmediğimiz nedenlerden ötürü Anado­lu’ya göç ederek ömrünü Osmanlı saray çevresinde tamamlamıştır. Bugüne kadar divanı tespit edilemediği hâlde mecmua ve tezkirelerdeki şiirleri bile kendisinden sonra yetişen şairleri ne denli etkilediğini göstermektedir (Köp­rülü 1989: 581-625)- Habibî’nin mecmualarda bulunan kırk iki şiirini ilk kez M. Fuad Köprülü yayımlamış (1982: 626-633); E. Memmedov bunlara şairin beş şiirini daha ekleyerek tekrar neşretmiştir (Memmedov 1998: 127).

İlk Klasik Dönem’in Osmanlı şairleri ile Azeri sahasındaki meslektaşları arasında da etkileşimin ve iletişimin olduğu bilinmektedir. Türk edebiyatının en büyük şairlerinden Fuzulî (1483-1556), bütün ömrünü Bağdat çevresin­deki Hille, Necef, Kerbela’da geçirmesine rağmen Anadolu ve Rumeli şairleri tarafından da tanınmıştır.

Fuzulî’nin çocukluk döneminde Bağdat ve çevresi Akkoyunlu Türkmenleri­nin egemenliğindedir. Bu çevre, Fuzulî’nin gençliğinden orta yaşlarına kadar Safevilerin, yaşlılığında Osmanlıların egemenliğine geçmiştir. Onun için şa­ir, siyasal istikrarsızlığın ve mezhep farklılığına dayalı ayrışmaların yaşandığı bir çevrenin bütün sıkıntılarını derinden hissetmiştir. Ömrü boyunca arzu ettiği düzeyde bir hami bulamamıştır. Osmanlıların Bağdat’ı fethinden sonra Fuzulî, bir daha depreşmemek üzere ümitlerini kaybettiğini ünlü Şikâyetname’sine yansıtmıştır (İnalcık 2003: 54-71).

Fuzulî, çocukluk yıllarından itibaren şiire ilgi duymuş, âşıkane gazeller yaza­rak edebiyat dünyasına girmiştir. Türkçe Divanı'nın dibacesinde söylediğine gö­re; ilimsiz şiirin temeli olmayan duvar gibi kalıcı olmayacağını anlayarak bilgi­sini ilerletmiştir (Akyüz vd. 1990: 14-15). Bu süreci hangi aşamalardan geçerek tamamladığına dair kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Ancak, yaşadığı muhitin doğusundaki Timurlu, batısındaki Osmanlı aydın ve şairlerini bu eğitim süreci içinde tanımış olabileceği muhtemeldir. Çağatay şiirinin en büyük ustası Ali Şir Nevayi ve aynı muhitteki Molla Câmî ile Osmanlı şairlerinden Necati’nin eser­lerini yakından tanıdığı bilinmektedir (Gölpınarlı 1958: XXVIII-XLIII). Bunla­ra ilave olarak Fars edebiyatının usta şairlerini takip ettiğini, sadece Farsça Di­van tertip etmiş olmasına bakarak değil, diğer eserlerindeki etkileri dikkate ala­rak söyleyebiliriz (Mazıoğlu 1956). Onun için Fuzulî, hem dil özellikleri hem de devraldığı birikimi olağanüstü yeteneği sayesinde dönüştürmesi bakımından Anadolu ve Çağatay sahası arasında adeta bir köprü konumundadır (İsen 1996: 43-47). Fuzuli’nin Türkçe Divanı eski ve yeni harflerle basılmıştır (Gölpınarlı 1948; Tarlan 1950). Mevcut baskılar ve yazmalar taranarak Kenan Akyüz ve ar­kadaşları tarafından karşılaştırmalı metni yayınlanmıştır (1958; 1990).

Fuzulî’nin Türkçe şiirleri çok katmanlı bir yapı arz etmektedir. Okurlar üzerin­de çok kolay söylenmiş (sehl-i mümteni) izlenimi uyandırmasına karşın onun bazı şiirlerini, belki muamma söylemekteki yeteneğinin de etkisiyle ustaca kur­duğu görülür (Dilçini99i: 43-98). Hatta Fuzulî’nin şiirlerindeki bu çok katmanlı yapı, araştırmacıların farklı yaklaşımlarına neden olur; kimi zaman karşımıza bir mutasavvıf, kimi zaman da tamamen beşeri aşkı işleyen bir şair çıkar. Oysa divan estetiği tasavvufun mecaz ve istiarelerle örülü dili üzerinde gelişir. Bazı ke­lime ve kavramların sözlük anlamlarının yanı sıra tasavvufla ilgili çağrışımları da içinde barındırması beytin çok katmanlı bir yapı olarak çözümlenmesini zorun­lu kılmaktadır. Çünkü mistik yaşantının ifadesi olmayan en dünyevi şiirlerde bi­le kullanılan kelimeler tasavvufi çağrışımlara her zaman açıktır. "Herhangi bir şiirde tasavvufi dinî yorumun üstünlüğü, birincilliği sorgulanabilir, ama böyle bir yorum potansiyeli barındırmayan bir şiir bulmak güçtür.” (Andrews 2000: 107).

Fuzulî’nin şiirlerinin çok katmanlı yapısının yanı sıra söyleyişteki mükem­mellik onun eserlerinin kalıcılığını sağlamıştır. Azeri sahasında ses ve söz tekrarlarıyla sağlanan ahenk, Anadolu sahasındaki şairlerin eserlerindekine oranla daha belirgindir. Bunu fark etmek için, sözgelimi Baki ve Fuzulî’nin divanlarına bir göz atmak bile yeterlidir. Fuzulî, divan şiirinin söz sanatlarını ustaca kullanan bir şairdir (Dilçin 1992:77-114; 1995: 157-202). Bu özelliğin­den ötürü Fuzulî’nin Türkçe şiirleri zevk bakımından birbirinden oldukça farklı sanatkârlar tarafından bestelenerek musiki meclislerinde icra edilmiş­tir (Kam 1959: 97-106; Uzun 1996: 327-354).

Kanuni’nin Bağdat’ı fethiyle birlikte Fuzulî çağdaşı olan Hayalî ve Taşlıcalı Yahya gibi Osmanlı şairleriyle tanışmış ve Osmanlı şiirinde süreklilik arz eden etkisi olmuştur (İpekten 1996: 33-36). Fuzulî’nin eserleri, sadece mer­kezdeki seçkinler arasında değil, Osmanlı ve Azeri sahasındaki bütün edebi muhitlerde sevilerek okunmuştur.

Fuzulî’nin bütün ömrünü geçirdiği Bağdat, XVI. yüzyılda Osmanlı şiirinin bir başka ustasını, Ruhi’yi yetiştirmiştir. Osmanlı coğrafyasının başkente uzak mu­hitlerinde yetiştiği hâlde Anadolu sahasında da çok iyi tanınan Ruhi (ö. 1606), ai­le çevresi Rumelili olmasına rağmen babasının görev yaptığı Bağdat’ta dünyaya geldiği için kaynaklarda Ruhi-i Bağdadi diye anılır. Gerçi sürekli Bağdat’ta kal­mamış; İstanbul, Konya, Erzurum ve Anadolu’nun çeşitli şehirlerini dolaşmış, Halep ve Hicaz’da bulunmuş, ömrünün son yıllarını geçirdiği Şam’da ölmüştür.

Ruhi’nin tek eseri Divan'ıdır (Ak 2000). Mistik yaradılışlı ve bir yere veya kimseye gereğinden fazla bağlanmayan bir şair olduğu için onun Mevlevi, Bek­taşi, Hurufi olduğuna dair farklı görüşler ileri sürülmüştür. Oysa onun gazelle­rine bakılırsa Rumelili şairler gibi tasavvuf coşkusunun, gündelik hayatın baş­kalarınca yeterince fark edilmeyen ayrıntılarının sade bir anlatımla sunulduğu görülür. Fuzulî’nin Şikâyet-name olarak tanınan mektubunda dile getirdiği ak­saklıkları o, gazel formunun elverdiği ölçüde işler ve özellikle "eksilmede” re­difli gazelinde artık yok olmaya yüz tutmuş değerlerin ardından duyduğu acıyı dile getirerek çağının tanığı olduğunu gösterir (Kurnaz 1995: 65-68). Ruhi’nin gözlemci ve eleştirel bakışının tam olarak örtüştüğü terkip-bendi, şöhretinin bugünlere ulaşmasında etkili olmuştur. Ruhi’nin terkip-bendine Cevrî, Sami, Fehim, Vehbi, Kabuli, Leyla Hanım ve Şeyh Galip başta olmak üzere pek çok şa­ir nazire söylemiştir. Sabri F. Ülgener, Ruhi’nin terkip-bendini esas alarak devrin zihniyet yapısına dair çözümlemelere girişmiştir (1983: 65-68).

Osmanlı şiir geleneği içinde yaşanan bu dağınık tecrübe ve arayışlar sürelilik arz eder. Özellikle siyasi sınırlarının ve kültür coğrafyasının ulaşılabilecek son nokta­ya vardığı Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman döneminde şiir dilinde söyleyiş ve ritm bakımından mükemmel örnekler verilir. Osmanlı saray çevresinde biçimlenen kültür ve sanat hayatına Timurlu ve Safevi yönetimindeki merkezlerden ve Rume­li’den şairler katılır. Böylece Osmanlı şiiri, yaklaşık üç asırlık bir kuruluş ve geliş­me döneminin ardından Baki ile simgeleşen klasikleşme sürecini tamamlar.

KÜLTÜR BAKANLIĞI TÜRK EDEBİYATI TARİHİ