Osmanlı şiirinde Rumeli esintisi
XVI. yüzyılda bir taraftan Necati’nin oluşturduğu çizgiyi takip eden Zati ile Baki, diğer yandan tasavvuf düşüncesinin bütün sembol ve mecazlarım, her şeyden önemlisi duyuş tarzım Türkçeleştiren Rumelili şairler yerli, ahenkli bir şiir dili oluştururlar. Özellikle Rumeli’de Evrenosoğulları, Mihaloğulları ve Yahyalılara mensup akıncı beylerinin himayesinde gelişen kültür merkezlerinde müşterek bir duyarlığı eserlerinde yansıtan şairler yetişmiştir (İsen 1998: 80-86). XVI. yüzyılda Vardar Yenicesi, Priştine ve Prizren bugünkü konumlarıyla hiç de kıyaslanmayacak düzeyde öneme sahip merkezlerdir. Âşık Çelebi’nin Nehari’den bahsederken naklettiği şu anekdot, sözü edilen kentlerin o dönemde nasıl algılandığım çok iyi yansıtmaktadır: "Rivâyet olınur ki Prizren’de oğlan doğsa adından mukaddem mahlas korlar. Yenice’de doğan oğlan baba diyecek vakt Fârisî söyler. Priştine’de oğlan doğsa dividi belinde doğar derler. Binâenalâzâlik Prizren şâir menba'ı ve Yenice Fârisî ocağı ve Priştine kâtip yatağıdır” (Kılıç 1994: 48?).
XVI. yüzyılda yetiştirdikleri şair sayısı bakımından ön sıralarda yer alan bu merkezler, akıncıların yanı sıra sufi ve dervişleri de ağırlamaktaydı. Buralarda akıncıları gazaya teşvik eden erenlerin heyecanlarıyla birleşen tasavvufi neşenin oluşturduğu atmosferde şiirle hayat tamamen iç içe geçmiştir. Nakşibendî geleneğinin vahdet-i vücutçu yorumcusu Molla Câmî’den (Algar 1991:1-20) esinlenen Abdullah İlahî (Kara 1988: 365-892) ile İbrahim Gülşenî’nin yolunu takip eden Usuli (İsen 1990: 13-17) gibi şairler, Evrenosoğullarının merkezi olan Yenice’de kendilerini rahat ifade edebilecekleri bir ortam bulmuşlardır. Molla İlahî, Usuli, Hayretî ve Hayalî gibi Yeniceli şahsiyetlerin dile getirdikleri dinî- mistik anlayışın önemli ölçüde müşterek bir özellik arz ettiği muhakkaktır. Rumelili şairlerin hayatlarına ilişkin pek çok ayrıntıyı Meşairü’ş-Şuara adlı tezkiresinden öğrendiğimiz Âşık Çelebi, Yeniceli Garibi’den bahsederken "zurefâ-yı Yenice kâidesi üzre fakr u fenâ ihtiyâr edüp...” diyerek bu ortak özelliğe işaret etmektedir (Kılıç 1994: 922). Mutasavvıfların bu dünyaya karşı takındıkları tavrı ifade etmek için kullanılan fakr ve fena kavramları, aynı zamanda Yeniceli ve genelleştirerek söylersek Rumelili şairlerin eserlerindeki müşterek anlayışın da mistik temelini oluşturmaktadır. Rumelili şairler mistik tecrübenin dilini şiir diline aktarırken müşterek geleneğin imkânlarından yararlanmakla birlikte kendi birikim ve kültürleri nispetinde yeni mecaz ve semboller kullanarak Türk tasavvuf edebiyatının zenginleşmesine katkıda bulunmuşlardır.
XVI. yüzyılda Rumeli’de yıldızı parlayan şehirlerde Mesihi, Ata, İshak Çelebi, Zaifi, Usuli, Hayretî, Hayalî, Agehi ve Yahya Beğ gibi divan şiirinin en önde gelen şairleri yetişmiştir. Osmanlı şiir geleneği içinde özellikle Edirne Şehrengizi ile haklı bir şöhret kazanan Mesihi (ö. 1512), Priştinelidir. Âşık Çelebi, Osmanlı şiirinin temelini Ahmet Paşa’nın attığını, ilk temel taşlarından birini Necati’nin, diğerini de Mesihi’nin koyduğunu söylemesine rağmen Mesihi Divanı'nı neşreden Mine Mengi, tezkirecilerin verdiği bilgileri değerlendirdikten sonra onu asrın ikinci sırada yer alan şairleri arasında sayar (1995: 6-7). Çocukluk yılları Priştine’de geçen Mesihi’nin gazellerindeki sadelik, her türlü yapmacıklıktan uzak içtenlik onun şiirini doğrudan Rumeli duyarlılığına bağlar.
Rumeli duyuş tarzını eserlerine yansıtan Üsküplü şairler arasında Ata, İshak Çelebi (ö. 1538) ve Üsküp yakınlarındaki Karatova kasabasında doğan Zaifi’yi (ö. 1552) sayabiliriz. Üsküplü Ata (ö. i5?3) aslen İran havalisinden göçmüş bir ailenin çocuğudur. Nakşibendliğe bağlanarak tasavvufun mecaz ve sembolleriyle örülü şiirler söylemiştir. Ayrıca Kâtibi-i Nişâbûrî’nin (ö. 1434-35) Deh-bab-ı Tecnisat adlı bütün beyitleri cinaslı kafiyelerden oluşan bir mesnevisini Tuhfetü’l-Uşşak adıyla Türkçeye kazandırmıştır (Aksoyak 2,00i: 71-98). Şiirde cinas kullanımının Anadolu sahasındaki eserlere oranla Azeri ve Rumeli coğrafyasında yetişen şairlerin metinlerinde daha yaygın olduğu dikkate alınırsa, Üsküplü Ata’nın söz sanatlarını kullanmaya bu denli yatkın oluşunun arka planı da anlaşılmış olur.
Şiirlerinden ve tezkirelerde hakkında verilen bilgilerden tam bir halk adamı olduğu anlaşılan İshak Çelebi (Ö.1538) de tahsilini tamamladığı İstanbul’da müderrislik yaptığı hâlde söyleyişindeki sadelik ve halk zevkine yakınlığından ötürü şiirlerinin kâsebaz, canbaz gibi oyuncuların arasında bile yaygınlık kazandığını Âşık Çelebi nakletmektedir. Hatta bir gün kendisinin de hazır bulunduğu bir düğünde kasebaz her defasında İshak Çelebi’nin bir gazelini okur. Çelebi "Acaba bizim gazellerimiz olmasa bunlar ne okurdu?” der. Zamanın bilginlerinden ve Çelebi’nin dostlarından Şah Kasım, ona takılır ve der ki: "Bunlar olmasa sizin gazellerinizi kim okurdu?” (Kılıç 1994:135-143).
Üsküp yöresinde yetişen bir başka şair ise kaynakların "Rumelili” tanımlamasıyla adını andıkları Zaifi’dir (ö. 15552). Şiirlerindeki sadelik ve içtenlik onu kendiliğinden İshak Çelebi’nin çizgisine eklemlendirir. Divanında yer alan şiirlerinin yanı sıra (Akarsu 1993) Rumeli coğrafyasının gaza ruhunu ve mistik heyecanını yansıttığı mesnevileri vardır.
Rumeli duyuş tarzının Osmanlı şiiri içinde belirginleşmesinde Yeniceli şairleri katkısı göz ardı edilemez. Yeniceli şairlerin başında Usuli (Ö.1538) gelir. Rumeli’de Gülşeniliğin temsilcisi ve Nesimi’nin takipçisi olarak muhitinin beklentilerine uygun bir dille şiirler söylemiştir. Yaşadığı muhitin güzelliklerini anlattığı şehrengizi, ara sıra hece ölçüsünü de kullanarak yazdığı şiirleri onun yerlilik arzusunu yansıtmaktadır. Nesimi’nin Hurufi ıstılahlarına boğmadığı gazellerindeki lirizm ile Yunus’un şiirlerindeki sadeliği Rumeli duyarlığında birleştirerek bir divan oluşturacak kadar şiir söylemiştir. Usuli Divanı yayımlanmıştır (İsen 1990).
XVI. yüzyıl Rumeli coğrafyasında yalın kat bir tasavvuf anlayışının olmadığı bilinmektedir. Bunun doğal sonucu olarak farklı mistik eğilimlerin temsilcileri ve takipçileri aynı muhitte yetişmişlerdir. Bunlardan biri de ünlü Mevlevi şeyhi Yusuf-ı Sineçak’ın kardeşi Hayreti’dir (Ö.1535). Caferi mezhebine mensubiyeti, Kalenderilerin hayat tarzlarını yakın duruşu ve hatta benimsediğim gösteren beyitlerinden ötürü (Ocak 1992: 106), Saf evi-Osmanlı mücadelesiyle ayrışan Şii-Sünni anlayışın Sünni taraftarlarınca yeterince güvenilmeyen bir şair olmuştur. Bu güvensizlik ortamını hemşerisi Hayalî de Hayreti’nin aleyhine kullanmıştır.
Kanuni devrinde (1520-1566) Zatî’den sonra saray çevresinde saygın bir şair olarak ilgi gören Hayalî’nin (Ö.1556-57) çocukluk ve gençlik yıllan Yenice’de geçmiştir. Kalenderi şeyhi Baba Ali Mest-i Acemî’ye bağlanarak onunla birlikte birkaç defa İstanbul’a gidip gelmiştir. Bu gelişlerinin birinde İstanbul kadısı Sarıgürz Nurettin Efendi tarafından fark edilerek İstanbul’a yerleşmesi sağlanmıştır. Daha sonra Defterdar İskender Çelebi tarafından Sadrazam İbrahim Paşaya takdim edilmiştir. Çok geçmeden Kanuni’nin yakın çevresinde yer alan Hayalîye padişahın ihsanlarda bulunduğu tezkirelerdeki rivayetlerden ve devrin resmî kayıtlarından anlaşılmaktadır (Erünsal 1984: 7- 17). Saray çevresinde gördüğü ilginin çağdaşları tarafından biraz kıskançlıkla takip edildiği divanındaki hicivlerden ve en azından Yahya Bey örneğinden hareketle tahmin edilmektedir (Kurnaz 1987: 35-36). İstanbul’daki en büyük destekçisi İskender Çelebi (Ö.1534) ile İbrahim Paşa’nın (Ö.1536) katlinden sonra hasımlarının da gayretiyle saray çevresindeki saygınlığını kaybetse de özellikle gazel şairi olarak Osmanlı şairlerince usta kabul edilmiştir.
Hayalî’nin şiirleri mürettep bir Divan’da toplanmıştır (Tarlan 1945). Hayalî’nin gazellerinde, Necati ile Zati’nin tecrübesini devralmak suretiyle yerli unsurları tasavvufi heyecanla dönüştürdüğü görülmektedir. Ayrıca şiirlerinden Selmân-ı Sâvecî, Hâfız-ı Şirâzî ve Molla Câmî ile birlikte Nevayi’ye öykündüğü anlaşılmaktadır. Rumelili şairlerin eserlerinde görülen bu dünyaya karşı mesafeli duruş, samimi eda, yerlilik arzusu ve tasavvufi heyecan Hayalî’nin şiirlerinin de en belirgin özellikleridir. Bütün bu özelliklerin biçimsel mükemmelliği nispeten göz ardı eden dervişçe bir yaklaşımın ürünü olduğu kolayca tahmin edilebilir.
Yeniceli şairlerden biri de şiirlerine nazire mecmualarında rastlanan Agehi’dir (ö. 1557). Bir süre donanmada Piyale Paşa’nın hizmetinde çalıştıktan sonra müderrislik ve kadılık yapmıştır. Özellikle denizcilik ve gemicilik terimleriyle ördüğü orijinal kasidesi, çok tanınmış ve devrinden başlayarak tanzir ve tahmis edilmiştir (Tietze 1959: 113-137).
Rumelili şairler içinde en ilginci hiç şüphesiz Taşlıcalı Yahya’dır. Aslen Arnavut olan Yahya Bey (Ö.1582), yeniçeri ocağında yetişerek Yavuz ve Kanuni ile birlikte pek çok sefere katılmıştır. Seferlerde tanığı olduğu aksaklıkları, diğer şairlerle özellikle de Hayalî ile arasındaki rekabetten dolayı uğradığı haksızlıkları geleneğin elverdiği ölçüde ifade etmiştir. Özellikle Kanuni’nin şehzadelerinden Mustafa’nın Konya ovasında boğdurulması üzerine devrin bazı şairleri gibi Yahya Bey de bir mersiye yazmış ve bu şiirinde padişahı ve sadrazam Rüstem Paşa’yı hicvetmekten çekinmemiştir (Şentürk 1998). Fakat bu mersiyenin ardından cereyan eden olaylar sonucunda, zaten umduğu ilgiyi göremediği saray çevresinden Rumeli’deki İzvornik sancağına sürülmüştür. Kanuni’nin ölümünden sonra Rumeli’deki akıncı ocaklarından Yahyalıların himayesine girmiş ve orada Gülşeni şeyhlerinden Üryani Mehmet Dede’ye intisap etmiştir. Emekliye ayrıldığı 1574 yılından ölümüne kadar sufice bir hayat sürmüştür. Oldukça uzun bir ömür süren Yahya, Divam’m üç kez tertip etmiş, her defasında şiirlerinde bazı değişiklikler yapmıştır.
Osmanlı şiirinin yerli bir havaya bürünmesinde Yahya Bey’in önemli rolü vardır. Hem hamsesinde hem de divanındaki (Çavuşoğlu 1977) şiirlerinde gündelik hayat sahnelerini, sefer ve zaferleri çok iyi bir gözlemci sıfatıyla anlatmıştır. Hatta Rumelili şairler arasında gazi tipinin özelliklerini onun kadar ayrıntılı bir biçimde anlatan olmamıştır. Murabba ve gazellerinde doğal, akıcı ve ahenkli bir dil kullanmayı tercih etmiştir. Bunda şüphesiz yaşama biçiminin olduğu kadar bağlandığı yolun, Gülşeniliğin de gösterişten ve süsten uzak bir anlayışı telkin etmesinin etkisi vardır.
KÜLTÜR BAKANLIĞI TÜRK EDEBİYATI TARİHİ