Kullanıcı Oyu: 1 / 5

Yıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

Osmanlı şiirinde ilk klasikler


  • BALIKESİRLİ ZATİ
  • BAKİ
  • MALKARALI NEV'İ
  • BURSALI LAMİİ

Osmanlı şiirinde klasikleşme sürecine geçişin II. Bayezit döneminin sonuna kadar sağlandığı ve artık Yavuz döneminden (sal. 1513-1520) itibaren ilk klasik dönemin başladığı söylenebilir. Çünkü Osmanlı yönetiminde kurumsallaşma tamamlanmış ve Kanuni devrinde (sal. 1520-1566) Osmanlı devletinin siyasi sınırlan ve kültür coğrafyası, ulaşabileceği son noktaya erişmiştir. Öyle ki Ka­nuni döneminde mimariden şiire kadar hemen her alanda zirveye ulaşılmıştır. Kanuni de sadece şiir heveslisi bir hükümdar değil, aynı zamanda Osmanlı edebiyatının Zatî ve Edirneli Nazmi’den sonra en çok gazel yazan şairidir (Ak 1987). Kanuni döneminden başlayarak ilk Klasik Dönem’in sona erdiği II. Ah­met devrine (ı6o3) kadar hem saray çevresinde hem de Osmanlı egemenliğin­deki bütün muhitlerde Türk şiirinin en büyük ustaları yetişmiştir.

XVI. yüzyıl divan şiirinde Türkçe, söz dizimi, kelime gruplan ve çağrışım gücüyle oldukça canlıdır. Osmanlı padişah ve şehzadelerinin himayesinde eser veren şair­lerin katkılarıyla şiir dili, Farsça söyleyen şairlerin eserlerindeki klasik biçimini alır. Biçim bakımından kusursuz, estetik bakımdan İran edebiyatındaki örnekle­riyle boy ölçüşebilecek düzeyde ürünler verilir. Diğer yandan bilhassa İran coğraf­yasından gelen şair ve âlimlere gereğinden fazla iltifat edilir. Bu durumdan rahat­sızlık duyan Anadolu şairleri tepkilerini dile getirirler. Şairlerde yerlilik arzusu baş­lar ve günlük konuşma dilinden gelen unsurlara, deyim ve atasözlerine, günlük hayat sahnelerine yer verirler. Divan şairleri hece ölçüsüyle şiir söyler; baştan sona Türkçe kelimelerin kullanıldığı gazeller, beyitler yazarlar. Bakışlarım kendi çevre­lerine yöneltir, şehrengizler kaleme alırlar. İşte bu yerlilik çabalarını M. Fuad Köp­rülü, "Mahallileşme Cereyanı” olarak adlandırır. Şiirin doğal akışı içinde ortaya çı­kan yerlilik arzusunun yanında bir de Edirneli Nazmi (ö. 1554) ve Tatavlalı Mahremî’nin (ö. 1535) öncülüğünde "Türkî-i Basit” hareketinin geliştiğinden bahseder (Köprülü 1966:271-298). Edirneli Nazmi’nin orijinallik arayışının bir neticesi ola­rak sade Türkçe ile yazdığı gazellerine dayanarak, çerçevesi Köprülü tarafından be­lirlenen Türkî-i Basit hareketine, tezkirelerde az sayıda beyti bulunan Mahremi ile nazire mecmularındaki manzumeleriyle günümüze ulaşan Visalî’nin katkılarının ne ölçüde olduğu tartışmalıdır. Divan şairlerinde gördüğümüz veya görmeyi arzu ettiğimiz yerlilik ve yenilik merakı hiçbir zaman edebî dilin tabii akışım değiştire­cek bir tepkiye dönüşmez. Edirneli Nazmi’nin Türkî-i Basit tecrübesi de sadelik yönüyle beyit düzeyinde de olsa pek çok şairin itibar ettiği bir teklif olarak değerlen­dirilir (Avşar 2001: 127-143). Onun için Türkî-i Basit’i Edirneli Nazmi’nin orijinal­lik arayışının ve yerlilik arzusunun sonucunda ortaya çıkmış bir deneyim olarak değerlendirmek gerekir (Koksal 2002: 101-123).

Anadolu’da Necati’nin şiirlerinde belirginleşen yerlilik arzusu ve günlük konuşma dilinin şiirsel işlev yüklenerek kullanımı, XVI. yüzyılda Balıkesirli Zatî (ö. 1546) tarafından devam ettirilir. Doğup büyüdüğü Balıkesir’de çizmecilik mesleğiyle hayata atılan Zatî, II. Bayezit döneminde İstanbul’a gider. Bir yandan sözün sırlarını anlamaya çalışırken diğer yandan da remilciliği öğrenek hayatın gizli şifrelerini çözmeyi dener. Hadım Ali Paşa’nın divan kâtibi Mesihî sayesinde paşanın himayesine girer. II. Bayezit tarafından şiirleri be­ğenilerek kendisine tevliyet (vakıf mütevelliği) verildiği hâlde padişahın şair­lere dağıttığı salyane (yıllık) ve diğer gelirlerle yetinerek İstanbul’da kalmayı tercih etmiştir. Zatî’nin Bayezit Camisi civarındaki remilci dükkânı şairlerin uğrak yeri olur. Yaşlılık yıllarında şair, bu faaliyetini evinin yakınında tuttuğu dükkânda devam ettirir. Zatî’nin dükkânı devrin genç yeteneklerinin kendi­lerini gösterdikleri, sınandıkları bir ortam olarak edebiyat tarihinde yerini alır (bk. İpekten 1996). Zatî, şairliği kadar şiir heveslilerinin ustası olarak da tanınmış, özellikle Baki’nin yetişmesindeki yol göstericiliğiyle anılmıştır.

Osmanlı şairleri arasında hayatı ile eserini Zatî kadar bütünleştiren ustala­rın sayısı çok azdır. Hayatın bütün ayrıntıları, gündelik dilin imkânları yaşan­mışlık duygusuyla birlikte onun gazellerine yansımıştır. Çünkü çok gazel söy­lemiştir. Üretken bir şair olduğu muhakkaktır. Fakat tezkire yazarları Sehi ve Latifî, biraz da abartarak "üç bin dane” gazel yazdığından söz ederler (Latifî 2000: 264) Oysa üç cilt olarak yayımlanan Divan'nında 1825 gazel bulunmakta­dır (Tarlan 1967 1970; Çavuşoğlu 1987). Buna diğer nazım biçimleriyle yazdı­ğı şiirlerini, bilhassa kasidelerini de ilave edersek Zatî’nin gerçekten ne den­li üretken bir şair olduğu anlaşılır. Bu kadar çok şiir söyleyen bir şairin tekra­ra düşmemesi, bulduğu bir mazmunu, teşbih ve istiareyi yinelememesi mümkün değildir. Türkçenin bütün imkânlarını divan şiirinin estetik ölçüle­ri doğrultusunda sonuna kadar yoklayan Zatî, Necati ile Baki (ö. 1600) arasın­da köprü konumundadır. Necati’nin desteğini gören Zatî, Baki’nin yetişmesi­ne yaptığı katkılarla âdeta hamisine ve Türk şiirine borcunu ödemiştir.

Fatih Camisi müezzinlerinden Mehmet Efendi’nin oğlu Baki’nin (1526-1600) çocukluk yıllarına dair bilinenler, onun bir ara saraç çıraklığı yaptığına dair söylen­tilerden ibarettir. Bu rivayetler, babasının müezzinliğiyle birleştirilerek sürekli yi­nelenen yoksul bir ailenin çocuğu’ şeklindeki bir tanımlamaya dönüşür. Dönemin şartlan dikkate alındığında bu takdim tarzının ihtiyatla karşılanması gerekir.

Abdülbaki, medreseye başladığında devrin en önde gelen hocaları Karaman­lı Ahmet ve Mehmet kardeşlerin öğrencisi olmuştur. Medrese arkadaşları ara­sında Malkaralı Nev’î, Hoca Sadettin, Valihi ve Mecdi gibi ileride şöhretli şair ve bilginler arasında yer alacak kişiler vardır. Bunların arasında Baki, şairlik kabiliyeti ile çok erken yaşta temayüz etmiştir. Baki’nin ilk şiirleriyle edebiyat dünyasında görünmeye başladığı yıllarda Zatî şöhretinin zirvesindedir. Şiirle­rinden tam bir halk adamı olduğu anlaşılan Zatî, ustalığını göstererek Baki'yi çetin sınavlara tâbi tutar. Zorlu denemelerden sonra Zatî, Baki’nin kabiliyetine inanmakla kalmayıp dehasını fark ettiği şairin beyit ve mısralarını tazmin eder. Zatî’nin beğenisini kazanan şair, bu şevkle hocası Mehmet Efendiye "sünbül” redifli kasidesini sunar ve bu kasideyle yıldızı parlar.

Baki, bir yandan dilin imkânlarını yoklarken diğer yandan mesleğinde iler­lemeği sürdürür. Süleymaniye müderrislerinden Kadızade Şemsettin Ah­met’in derslerine devam eder. Kanuni’nin Nahcivan seferinden dönüşü (1.555) vesilesiyle bir kaside sunarak sultanın dikkatini çeker. Bu sıralarda Kadızade, Halep kadılığına gönderilince Baki’yi de yanında götürür. Orada ta­nıştığı Halep beylerbeyi Kubat Paşaya bir kaside sunar. 1560 yılında hocası­nın İstanbul’a çağrılması üzerine dönüş yolundayken Konya’da Ebussuut Efendi’nin oğlu Mehmet Çelebiyle tanışarak ondan babasına iletilmek üzere bir tavsiyename alır. İstanbul’a vardığında Şeyhülislam Ebussuut Efendiye bir kaside sunarak onunla tanışır. Bu kasidelerinden devrin önde gelen bü­rokratlarıyla iyi ilişkiler kurma arzusu içinde olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, devrin sadrazamı olan, şiirden ve şairlerden hoşlanmadığı bilinen Rüstem Paşaya doğrudan kaside sunmak yerine, onun şeyhi Filibeli Mahmut Efendi’ye kaside sunarak Paşaya yakınlaşmak ister. Rüstem Paşa’nın öldürülmesi üzerine yerine geçen Semiz Ali Paşaya çok meşhur "bahariyye” ve "hatem” kasidelerini sunarak onun dikkatini çeken Baki, 1561 yılında danişment olur. Ardından Ferhat Ağa aracılığıyla padişaha takdim edilir. Padişahın hatt-ı hü­mayunuyla Silivri’de Piri Paşa Medresesi’ne (1564), ardından İstanbul Murat Paşa Medresesi’ne müderris olarak atanır. Muhibbî mahlasıyla şiirler söyle­yen Kanuni’nin, Baki gibi kudretli bir şairin kendi döneminde yetişmesinden memnuniyet duyduğu kaynaklarda ifade edilmektedir (İpekten 1998: 36).

Sultan Süleyman ile şair Baki’nin hükümdar-sanatkâr ilişkisinin güzel bir örne­ğini teşkil eden bu ilişkileri çok uzun sürmez. Kanuni’nin 1566 yılında ölümü Ba­ki’nin talihim tersine çevirir. Sultanın ölümü üzerine Baki, ünlü mersiyesini yazar. Bir yandan hamisini kaybetmiş olmanın hüznü ile ölüm karşısındaki çaresizliğini ifade ederken diğer yandan Kanuni soması muhtemel gelişmeleri değerlendirme­ye çalışır. Fakat saltanatı devralan II. Selim’e meşhur mersiyesinde bir bent ayır­mış ve bir cülusiye sunmuş olmasına rağmen müderrislikten azledilir

Bundan sonra bir birini takip eden azil ve atamalar şairin ikbal arzusunu sürek­li kamçılar. Sahn ve Süleymaniye müderrisliğinden sonra, 1576’da Edirne Seli­miye müderrisliğine atanarak İstanbul’dan uzaklaştırılan Baki, Mekke, Medine ve İstanbul kadılığı görevlerinde bulunur. Anadolu ve Rumeli kazaskerliğine ka­dar yükselen şair, Şeyhülislamlık makamına çok yaklaşmışken aziller, atamalar devam eder ve bu isteğine kavuşamadan 7 Kasım 1600’de İstanbul’da vefat eder.

Cenaze merasiminde dostları ve hasımları aynı saflarda yer alır. Şeyhülislamlık mücadelesinde cedelleştiği 'yaran’dan son rakibi Sunullah Efendi cenaze namazı­nı kıldırır. Baki’nin musalla taşındaki tabutunun önünde Sunullah Efendi, bu ne­vi törenlerde hep görüldüğü gibi belki de kendisini yaran’ mefhumunun kapsa­mının dışında tutarak, şairin çok meşhur şu beytini okur: "Kadrüni seng-i musallâda bilüp ey Bâkî / Turup el bağlayalar karşunayârân sâf sâf ’ (Küçük 1994: 242).

Hep mücadeleyle geçen bu uzun ömrün söze yansıyan seyrini Baki’nin şiir­lerinde buluruz. İkbal beklentisiyle zedelenen inişli çıkışlı hayatına rağmen Baki’nin şair olarak elde ettiği şöhreti ölümüne değin koruduğu ve hatta 'sul­tan-ı şairan’ unvanıyla taçlandırdığı bilinmektedir.

Baki öldüğünde ardında sanatını ebedileştiren Divan'ından başka üç eser bırakmıştır. Bu üç eser de mensurdur: Fezail-i Mekke, Fezail-i cihad ve Mealimü’l-Yakin. Sokollu Mehmet Paşa’nın isteği üzerine şairin yaptığı bu mensur tercümeler, içerik bakımından onun müderris kimliği ile tam manasıyla örtüşür. Fakat bu eserler ancak divan şairi Baki’nin eserleri olarak bir değere sahiptir. Şair kimliği dikkate alınmadığında çevirilerin de kendi türleri için­deki konumu herhangi bir kadı'nın eseri olmaktan öte anlam ifade etmez. Kaynaklarda Baki’nin kırk hadis tercümesi yaptığı söylenmekteyse de böyle bir eser bu güne değin tespit edilememiştir. Onun hayat hikâyesini ve mensur eserlerini bizim için önemli hâle getiren hiç şüphesiz Baki Divanı'dır.

Baki Divanının yurt içinde ve dışındaki yazma eser kütüphanelerinde ve özel kitaplıklarda çok sayıda yazma nüshası vardır. 'Çok sayıda’ şeklinde müp­hem bir ifade kullanmamızın sebebi, bugüne kadar Baki Divanının bütün nüshaları tespit edilerek tenkitli metninin hazırlanmamış olmasından kay­naklanmaktadır. Sabahattin Küçük, Baki Divan'ının 12 nüshasını karşılaştır­mak suretiyle bir metin hazırlamıştır. Bu baskıda, 27 kaside, 9 musammat, 548 gazel, 21 kıta ve 3ı matla yer almaktadır (Küçük 1994).

Baki, daha hayattayken kadri bilinen şairlerdendir. Anadolu sahasında yeti­şen ve Baki’nin pek çok açıdan üstadı olduğunu bildiğimiz Zati’nin şairi nasıl değerlendirdiğine daha önce değinilmişti. XVI. yüzyıl şairlerinden Ümidî’nin de Baki’nin şiirlerini yansıladığı bilinmektedir. Devrinden başlayarak pek çok şair, Baki’ye nazireler söylemiştir. Yaşarken şöhreti Osmanlı ülkesinin sınırla­rım aşmıştır. Safevi sarayının tezkirecilerinden Sadıki, Baki’nin Azerbaycan ve Irak şairleri tarafından Diyar-1 Rum’un en büyük şairi olarak tanındığını söy­ler (Kartal 1999: 752 [48]). Baki’nin medrese arkadaşlarından Muhyi ise şair henüz hayattayken Baki Divanının Tebriz’de okunduğunu nakletmektedir. Riyazi’nin naklettiğine göre, Safevi şahları tarafından takdir edilen Baki’nin şiir­leri Hint saraylarında okunurmuş. Baki Divanının Heratlı bir hattat tarafından istinsah edilmiş olması da dikkate değer bir husustur (İpekten 1998: 51).

O       şiirlerinde İstanbul halkının konuşma kalıplarından, günlük dildeki kulla­nımlardan yararlanarak yaptığı tasvirlerle yeni bir atmosfer oluşturur. Bu yö­nüyle Nedim’i müjdeler. İstanbullu bu iki şairin zevkleri kendiliğinden onları birbirlerine yaklaştırır. Bu itibarla şahsiyetleri birbirine çok yakın olan Baki ile Nedim arasındaki fark, iki şairin yaşadıkları devirden ibaret kalır. Bu iki şairin divanları şehir hayatıyla ilgili mecaz, istiare ve benzetme unsurları açısından ta­ranacak olursa aralarındaki benzerliğin farklılıklardan fazla olacağı görülür.

Baki’nin şiirlerine bakıldığında, onun yerlilik arzusunu gösteren ipuçları arasında İstanbul hayatından sahneler sunması, gerçek hayattan alınan un­surları kullanması, günlük dilden gelen konuşma kalıplarına ve deyimlere yer vermesi üzerinde durulması gereken hususlar olarak belirginleşmektedir.

Baki’nin şiirlerinde söyleyiş mükemmelliği esastır. Tercih ettiği söz sanat­ları da onun bu yönünü açıklayıcı niteliktedir. Tevriye ve iham sanatlarına düşkünlüğü, sözün çağrışım zenginliğini artırmak çabasının bir sonucudur. Tezkire yazarları da onun şiirlerindeki bu özelliğe dikkat çekmişlerdir. Baki sözün büyüsünün farkında bir şairdir. Onun şiirlerinde sağladığı ritmik akış­kanlık; aruz ölçüsünü kullanmadaki ustalığı, ses ve söz tekrarlarıyla kurduğu mısra zevkiyle ilgilidir. Söz ve ses tekrarları Baki Divanında önemli yer tutar.

Baki Divanında dikkati çeken bir husus da tevhit, münacat ve naat konulu şiirlerin bulunmamasıdır. Divanında tevhit, münacat gibi başlı başına dinî konulan işleyen türlerde hiçbir şiir söylemeyen Baki’nin şiirlerini bir yandan sufi sembolizmini kullanan şairlerle kıyaslamak diğer yandan din dışı konu­ların şairi olarak sunmak yanlıştır. Onun için tamamen farklı bir yaradılışta ve üslupta eserler vermesine rağmen Fuzulî ve Hayalî gibi sufi tecrübenin me­caz ve istiarelerini kullanan şairlerle mukayese edilmesi doğru değildir. Baki, mutlaka mukayese edilecekse, Şeyhülislam Yahya ve Nedim’le mukayese edil­melidir. Çünkü söyleyiş güzelliğini anlam derinliğine tercih eden bu şairlerin tutumu kendiliğinden onları birbirlerine yaklaştırır.

Divan şiirinde atasözü, deyim ve konuşma dilinden gelen diğer unsurları başa­rılı bir biçimde kullanan şairin Necati olduğunu daha önce belirtmiştik. XVI. yüzyıl divan şiirinde atasözleri ve deyimlerin yaygın olarak kullanıldığını fakat kullanım oranının şairden şaire değiştiğini söylemek gerekir. Baki’nin şiirlerin­de yer alan atasözleri sayısal açıdan dikkate değer boyutlarda değildir. Ama şair, bu unsurları yerli yerinde kullanarak şiirlerinde doğal bir atmosfer oluşturmayı başarır. Baki’nin şiirlerinde atasözü ve deyimleri bu kadar doğal bir biçimde kul­lanması, divan edebiyatında sürüp gelen yerlilik arzusunun yansımasıdır.

Yukarıda Baki’nin medrese arkadaşları arasında anılan Malkaralı Nev’î de (ö. 1599) sadece Baki ile ilişkisinden ötürü değil, gerçekten ortaya koyduğu eserlerle kendisinden söz edilmesi gereken bir şairdir. Nev’î, medrese eğiti­minin yanı sıra başta Halvetî şeyhi babası Pir Ali olmak üzere, Sarhoş Bali ve Şeyh Şaban gibi sufilerden de tasavvuf terbiyesini almıştır. III. Mehmet ve III. Murat döneminde gördüğü olağanüstü ilginin arkasında onun şairlik yeteneği kadar, olgun kişiliğinin de etkisi vardır. Kaynaklarda irili ufaklı kırk altı eser kaleme aldığı söylenmektedir. Müderris kimliğiyle yazdığı eserler arasında özellikle çeşitli bilim dallarından söz eden ansiklopedi niteliğindeki Netayicü’l-Fünun'u anmak gerekir. Şair olarak Nev’î’nin Türk edebiyatına kazandır­dığı en önemli eseri hiç şüphesiz mürettep Divanı’dır (Tulum-Tanyeri 1977).

Nev'î Divanı, şairin hocası Karamanlı Mehmet’e yazdığı ıydıyye konulu kaside ile başlar. Kasideleri arasında bilhassa Şehzade Mehmet’in sünnet düğünü vesilesiy­le yazdığı suriyye meşhur olmuştur. Hocalığım yaptığı şehzadelerin öldürülmeleri üzerine yazdığı mersiyeler de tanınmıştır (İsen 1998: LXX-LXXI). Bu şiirlerinin yanı sıra esasen o, berceste mısraları ile dillerde dolaşan sade, anlaşılır nitelikte­ki beyitlerinde ustalığını göstermiş ve bir gazel şairi olarak dikkat çekmiştir.

İlk Klasik Dönem’in en üretken şair ve yazarlarından biri de Osmanlı aydın ve bürokratı olarak devrinin ruhunu eserlerine tam anlamıyla yansıtan Gelibolulu Âli’dir (Fleischer 1996). Âlî (ö. 1600), Osmanlı coğrafyasının pek çok şehrin­de bürokrat olarak görev yaparken gözlemlerini ve birikimini kaydetmeyi ihmal etmeden ve hatta kimi zaman hiç ertelemeden kaleme almıştır. Osmanlıların en üretken yazar ve şairlerindendir. Tarih ve biyografi (Künhul-Ahbar, Nusret-name, Menakıb-ı Hünerveran), münşeat (Menşeü'l-înşa ve Münşeat), menkıbe (Mir- katü’l-Cihad), siyasetname (Nasihatu's-Selatin), tercüme ve çeşitli konularda yazdığı risalelerin yanında divanları vardır. Gençliğinde yazdığı şiirleri birinci divanında toplamış, daha sonra yazdığı şiirlerini hayatının dönemlerine göre tasnif ederek Varidatü’l-Enika ve Layihatü’l-Hakika adlı iki ayrı divanda bir ara­ya getirmiştir. Ömrünün son yıllarında yazdığı şiirlerini de dördüncü divanına almıştır (Aksoyak 1999). Ayrıca gazellerinden seçtiği yüz matlaı bir araya getire­rek Gül-i Sad-berg'i (Aksoyak 1997a: 163-175); Varidatü’l-Enika ve Layihatü'l- Hakika adlı divanlarından seçmeler yaparak başına bir mukaddime eklemek su­retiyle Sadef-i Sad-güher i tertip etmiştir (Aksoyak 1997b: 2Ö3-3ıo).

Osmanlı şiir geleneği içinde üretkenliği hep takdir edildiği hâlde ustalığı ko­nusunda aynı tavrın takınılmadığı şairlerden biri de Bursalı Lamii Çelebi’dir. Lamii (ö. 1532), Timurlu nakış ekolünün Osmanlı sahasındaki en büyük temsil­cilerinden biri olan Nakkaş Ali’nin torunudur. Bursa’daki Yeşil Türbe ve Yeşil Cami’nin nakışlarım yapan nakkaştır. Babası ise hazine defterdarı Osman Çele­bi’dir. Köklü bir ailenin çocuğu olan Lamii, medrese eğitimini tamamladıktan sonra tasavvufa meylederek Nakşî şeyhi Emir Buhari’ye bağlanmıştır (Kurnaz - Tatçı 1999: 10-11). Bu bağlılığın doğal sonucu olarak Nakşibendiliğin büyük temsilcilerinden Molla Câmî’nin eserlerine yönelmiş ve kaynaklarda "Câmî-i Rum” diye anılmıştır. Kendisine bağlanan vakıf gelirleriyle rahat bir ömür sür­müş (Erünsal 1990:179-194), vaktini telif-tercüme eserler yazarak geçirmiştir.

Lamii, Molla Gâmî’nin mensur, manzum eserlerinden ve İran edebiyatı­nın pek fazla tanınmayan mesnevilerinden yaptığı çevirilerle tanınmıştır Aynı zamanda Divan tertip etmiştir (Burmaoğlu 1989). Divanı­nın dibacesinde şiir ve şair hakkındaki görüşlerini ortaya koymuştur (Tolasa 1979:385-402). Lamii, Anadolu sahasında Ahmet Paşa, Necati ve Revani’den sonra dibace yazan şairlerdendir (Üzgör 1990). Şiirin hem çağının anlayışına göre kuramsal sorunlarıyla ilgilenmiş hem de çevirdiği eserlerle pek çok ko­nuda ilk olmayı başarmıştır (Kut 1976: 78-90). Fakat devrinin diğer tezkire­lerindeki övgülere rağmen Gelibolulu Âli, onun eserlerini "dalından ham ko­parılmış acı meyveye” benzetmiştir (Âlî 1994: 267).

İlk Klasik Dönem’de, kültür ve eğitim seviyesi yüksek çevrelerin dışında divan estetiğine uygun şiirler söyleyen ümmi şairler yetişmiştir (Kurnaz 1998:367-891). Esnaftan kunduracı Huffi, mürekkepçi Enverî (ö. 1547) ve şekerci Kandi (Ö.1555) gibi okuma-yazma bilmeyen kişilerin klasik şiirin estetik ölçülerine uygun gazel­ler söylemesinde bir öğretim ve intikal sistemi olarak meşk geleneğinin etkisi ol­malıdır (Behar 1988: 83-ıo8). Fakat bunda nazireciliğin payı daha fazladır. Öyle ki XVI. yüzyılda nazire geleneği artık oturmuş, nazirelerden oluşan şiir mecmuaları tertip etme gereği ortaya çıkmıştır. Ömer b. Mezid’in 1436 yılında tertip ettiği Mecmuatü’n-Nezair hariç tutulursa belli başlı nazire mecmuaları; Eğridirli Hacı Kemal’in Camiun-Nezair’i (yt. 1512), Edirneli Nazmi’nin Mecmau'n-Nezairi (yt. 1523) ve Pervane b. Abdullah’ın Mecmua-i Nezairi (1560), XVI. yüzyılda tertip edil­miştir (Koksal 3003: 215-290). Yazıdan çok sözün dolaşımda olduğu bir gelenek­te nazirecilik daha fazla önem kazanmaktadır. Çünkü nazire söyleyen bir şair, ez­berinde çokça şiir bulundurmak, ustalığım kanıtlamak için kullanılagelen müşte­rek mazmunların yanı sıra, daha önce kullanılmamış orijinal mazmunlar bulmak, el değmemiş manaları nazma çekmek zorundadır. Böylece şiir, daha geniş kesim­lere intikal etmekte ve merkezle kenar arasında söze dayalı bir bağ kurulmaktadır. Osmanlı şiirinin yerli bir havaya bürünmesinde bu bağın da etkisi vardır.

Osmanlı şiirindeki yerlilik eğiliminin göstergelerinden biri de divan tertip eden şairlerin hece ölçüsüyle şiir söylemeleridir. XVI. yüzyıl şairlerinden Mealî (Ö.1535), Usuli (Ö.1538), Zaifi (ö. 1557), Âşık Çelebi (1572), Fevri (Ö.1571) ve Muradi (ö. 1595) mahlasıyla şiirler söyleyen Sultan III. Murat bazı şiirlerinde hece ölçüsünü tercih etmişlerdir. Hece ölçüsünün yanı sıra halk şiirinde kullanılan nazım biçimlerini de kullanmışlardır (İsen 1991: 204-233; Kurnaz 1997: 189- 177). Bunda özellikle tekke-tasavvuf muhitleri ile eğlence meclisleri gibi çeşitli icra ortamlarında şiirlerin bestelenmek suretiyle dolaşıma girmesinin de etkisi vardır. Çünkü divan şairleri, şiirle musikinin iç içe olduğu bir atmosferin hava­sım teneffüs etmişlerdir. Şairlerin bestelenmek üzere yazdıkları şiirlerin mec­lislerde okunduğuna, en azından okunulmasını istediklerine dair bazı ipuçları­na gazellerin makta beyitlerinde rastlanmaktadır (Macit 2005a: 7-8).

İlk Klasik Dönem’in Anadolu sahasındaki temsilcileri arasında adı geçen bu ustaların dışında divan tertip eden veya nazire mecmuaları aracılığıyla şiirle­ri günümüze ulaşan başka şairler de vardır: Nihani (Ö.1519), Amri (Ö.1528- 24), Revani (Ö.1524), Figâni (Ö.1532-33), Gazali (Ö.1534-35), Basiri (ö. 1534- 35), Behişti (Ö.1571), Ubeydi (Ö.1573), Helaki (Ö.1575-76), Edirneli Emri (ö. i575), Valihi (ö. 1585), Ulvi (ö. 1585-86), Sani (ö. 1586), Kütahyalı Kabuli (ö. 1591), Prizrenli Şemi (ö. 1591-92), Meylî (ö. 1592-93), Mani (ö. 1599), Gazayi (ö. 1608). Divan şiirinin klasik bir yapı ve muhtevaya kavuşmasında bu şa­irlerin de katkılarının olduğu muhakkaktır.


KÜLTÜR BAKANLIĞI TÜRK EDEBİYATI TARİHİ

SON EKLENENLER

Üye Girişi