Kimyager şairlerimizdendir. Günlerden bir gün, dostları O'nun yanına geldiklerinde dumanlı bir ateşte karşılaşırlar. Bu yüzden kendisine, dumanlı anlamına gelsin diye "Duhânî" mahlasını takarlar.
Derler ki:
Sözünü yönetimden, komutandan esirgemediği için yolda pusu kurularak 1520 yılında öldürülmüş bir şairimizdir.
*
Asıl adı Ahmed... Kuloğullarından... Babası silahdar... Kandisi de önce silahtar kâtibi, sonra defterdar olur ve daha sonra da silahdarlık görevine getirilmiştir. Fatih dönemi sonlarında İran'a giderek ilim tahsil etmiştir. Bayezid'ın ilk döneminde yurda dönmüştür.
*
Diyarbakır'ın fethi sırasında, fetihin defterdarı olarak atanmıştır. İki bin akçelik Beylerbeyi Mehmet Bey tımarına, iki yüz bin akçelik Hasankeyf sancağının da eklenmesini ister. Bu teklife Mehmet Paşa olumlu bakmaz. Ve sinirlenerek der ki:
-"Herze söyleme, yaz sen defterdar bey!"
Duhânî, defterdar görevindedir, ama, aynı zamanda şairdir.
Şair, şiir yazan demektir.
Şiir, isyankâr; şiir susmaz, şiiri durduramazsınız.
Dumanlar içinde kalan Duhânî'ye bu kadar ağır söz söylenir de şiir ona " sus, konuşma, sessiz ol!" der mi hiç?
Demez elbette.
Cevabını anında vermelisin. Susma, durma!
İşte şiirin tahriki, şiirin isyankâr, şiirin hak arama sözcükleri bunlar. Duhânî de:
-"Herze söyleyen söyledi zaten!" diye cevabını yapıştırıverir... Evet, ağır söze, aynı ağırlıkta bir cevaptır bu. Bir süre sonra, defterdar Duhânî, kırk arkadaşıyla birlikte, durumu saraya bizzat bildirmek için
İstanbul'a yola koyulurlar. Olan olur...
Şiir devrimcidir demiştik, durmaz örgüsünü örer şiir ve karşı devrimini dahi kendisi hazırlar.
Aynen öyle de, Duhânî yola çıkacak, Bıyıklı Mehmet Paşa'yı Padişaha şikâyet edecek ha? Yüz harami, yola düşer ve Mardin yakınlarında pusuya düşürürler Duhanî ve arkadaşlarını. Duhânî, orada, çarpışma sırasında öldürülür.
*
Osmanlı döneminde, çok sayıda şairimiz öldürülmüştür. Bunların çoğu taht-saltanat-hakimiyet ve güç kavgalarından meydana gelmiştir. Tek adam saltanatının devamının sağlanabilmesi için, saray, kendi karşısında kuvvetli kişiler ve teşkilâtlanmaları istememiştir. Mesele o kadar ileri taşınmıştır ki, kardeşler birbirini, hattâ babalar oğullarının canını almak durumunda kalmışlardır.
Tek adam, sultan yönetimin genel kuralı bu.
Şairler, gözlerini budaktan, sözlerini sultandan esirgemeyenlerdir. Ağız frenini en zor kullanan, hattâ kimi zaman frensizliği kendisine yakıştıran şairler; söyledikleri, kısa, anlamlı, iz bırakan, sarsan, titreten ve korkutan sözlerle canlarından
olmuşlardır. Duhânî de "Herze söyleme!" sözüne, -"Herzeyi söyleyen söyledi" diyerek, canından olmuştur.
*
Söz, şiirin taa kendisidir. Sözün en etkilisi, en duygulusu en iyi şiirdir denebilir. O yüzden kalıcı şiir, has şiir en etkili şiirdir. İz bırakan, unutulmazlar arasına giren şiirler etkili sözlerden meydana gelen şiirlerdir. Duhânî kimyagermiş, işte, sözün kimyası da önemli ve can alıvermekte. Pusu kuruvermekte önüne insanın.
Mesleğin, meşrebin ve mezhebin ne olursa olsun; her kim olursan ol; şiir, mutlaka ve mutlaka senin yüreğinde ise, yüreğine şekil verir, dilinin yayına kendince, şiirce ayar çeker. Farkına bile varamazsın. Hiç ayırdımsız koşan şiir, yüreğindeyse, dilin senin için çok önemlidir. Dikkatli olasın! Bak, dili yüzünden, şiirin dili yönlendirmesi yüzünden ne kadar çok öldürülen şairimiz var, görmüyor musun?
*
Bizim Hüsnü'ye bir soru sorayım dedim.
-"Bu kadar komutan, bey,paşa var dalga dalga dalgalanıp Silivri'de mecburi tatile çıkan. İçlerinde şair var mı ki acaba? Varsa kimler? Yoksa, neden şair yok?" Hüsnü, umarım en kısa sürede cevap verir bu soruma...
Kimyager Duhânî'yi yazan mühendis Ceylan'dan selâmlar olsun Bizim Hüsnü'ye...
"Ey gönül bir derde düş kim anda dermân gizlidür.
Gel eriş bir katreye kim anda ummân gizlidür.
Terk edüp nâm ü nişânı giy melâmet hırkasın
Bu melâmet hırkasında nice sultân gizlidür.
Tut Hak'ı bilmek dilersen ehl-i irşâd eteğin
Niceler bilmediler kim böyle erkân gizlidür
Değme bir hor ü hakîre hor deyu kılma nazar
Kalbinin bir kuşesinde arş-ı Rahman gizlüdür
Bu cihan dervîş nam oldu hicâb-ender-hicab
Sen hicâb altında kaldın sanma sultân gizlidür"
İsmail Maşûkî
*
Hacı Bayram Veli erenlerinden birisi olan İsmail Maşûkî aleyhinde, padişah Kanuni'ye bir çok şikâyet götürülür.Fitne ve fesat hortlatılmıştır. Padişah, bu fitnenin durdurulmasını ister. Ama, Maşûkî, "Ben akıbetimi biliyorum" diyerek bu isteğe olumsuz cevap verir. Ve sonunda on iki talebesiyle beraber Üçler Mescidi'nin olduğu yerde idam edilir, cesedi ve kesik başı denize atılır. Maşûkî'nin talebelerinden Hasan Efendi, Hocasının öldürüldüğü yerde kardeşiyle beraber bir mescid inşa eder ve bu mescide Üçler Mescidi adı verilir.
İsmail Maşûkî, Hacı bayram çizgisinde, Ayaşlı Bünyamin'in müritlerindendir. 1508 yılında doğduğu ve 1539 yılında 31 yaşındayken idam edilerek öldürülen şairlerimizdendir. Babası Aksaraylı Pir Ali Dede'dir. İsmail'e Maşûkî adını veren önderi-hocası Ayaşlı Bünyamin'dir.
Kanuni Sultan Süleyman, zaman zaman tebdil-i kıyafetle halk arasına, çarşı pazara çıkar, "halk ne yiyor, ne diyor, ne düşünüyor", bizzat kendi araştırıp sorarmış.
Gene, günlerden bir gün, Aksaray'da Pir Ali Dede'nin mehdilik iddiasında olduğu Kanuni'nin kulağına çalınır. Padişah İran Seferi için hazırlık yaparken, tebdil-i kıyafetle Aksaray'a Pir Ali Dede'nin yanına uğrar. Pir ile görüşür. Kendisine kadar gelen şikâyetlerin asılsız olduğunu bizzat kendisi öğrenir. İran Seferi dönüşünde de dost edindiği Pir Dede' ye uğrar ve ona ikramlarda bulunur. Bu ikramları kabul etmeyen, "dünya nimetinde gözümüz yok" diyen Pir Dede'ye Padişah:
-"Madem öyle, oğlunuzu İstanbul'da görmek dileriz." der.
Dede:
-"Oğlumuzun adı İsmail'dir, kurban olmaktan dönmez" der ve Padişahın isteğini kabul eder.
Henüz pek genç yaşta olmasına rağmen İstanbul'un en önemli camilerinde vaazlar veriyordu. Genç yaşı sebebiyle halk arasında Oğlan Şeyh adıyla meşhur olmuştu.
Gölpınarlı'nın aktardığı bir rivayete göre Maşuki, müritlerine bazen "Allah, Allah" zikri yerine "Allahım, Allahım" dedirtirmiş. Kanuni Sultan Süleyman'ın emriyle oniki öğrencisiyle birlikte padişahın yanına gelen İsmail Maşuki, padişahın önündeki sorgulamasında Vahdet-i vücud'a dair görüşünde ısrar etmiş ve Şeyhülislam İbn Kemal'in fetvasıyla öğrencileriyle birlikte idam edilmiştir.
Denize atılmıştır Maşûkî'nin kesik başı ve vücudu ya, rivayet edilir ki, talebelerinden birisinin rüyasında:
-"Başım cesedimden sonra varacak Rumeli Hisarı civarına. Kayalar mezarlığı var, oraya, defnedin e mi!" diye seslenir.
Oğlanşeyh Camiinin avlusunda bir mezar. Taşında şunlar yazılıdır:
"Ya Hu !
Tarikat-ı Aliye-i Bayrâmiyye Ricalinden Aksaraylı Pîr Ali Efendi'nin Mahdumu Kutbü'l-Ârif'in ve Gavsi'l-Vâsilîn Şehîd İsmail Ma'şûkî Hazretlerinün Rûh-i Saadetlerine Lillâhi'l-fâtihâ Sene 935
Anlatılır:
Kanuni Sultan Süleyman Topkapı Sarayı'nda dinlenmek için denize nazır bir yerde otururken denizden çıkan İsmail Maşûkî ve müridlerinin semaya başlayıp 'Ne yaptık biz size de bizi öldürdünüz? Suçumuz neydi ey padişahımız? ' dedikleri ve bunun üzerine padişahın da çok ağladığı söylenir.
Vahdet-i Vücut felsefesine inanıp, onu savunan Melâmiler, tarih boyunca takibata uğramışlar, sürülmüşler, zulüm görmüşler ve de idam edilmişlerdir. Maşûkî, bir melâmî şairidir. Coşkun yüreği, iman ve inancıyla yoğurmuştur vaazlarını ve şiirlerini. Ayasofya ve Bayezıd camilerinde vaaz ederken coşkunluğu sebebiyle çevresinde çok sayıda insan toplanmış ve bu insan topluluğu onun melâmiliğini "zındıklık" olarak niteleyenlerce, korku ile karşılanmıştır. Saraya götürülen dedikoduların temelinde bu yatar.
SON SÖZ İSMAİL MAŞÛKÎ'DEN OLSUN:
Demiştir ki:
"Gel ey sofi bizi men'eyleme aşk-ı tevellâdan
Muhabbetdür ezelde kısmet olan bize Mevlâ'dan
Şarâb-ı aşkıyla yarün ezelden olmuşam bî-hûş
Ebed ayrılmazam andan gönül geçmez bu sevdadan
Gel ey aşk odına yanmış gönül âyînesin pâk it
Cemâlin göstere cânân ki tâ kalb-i mücellâdan
Şu dil kim âteş-i aşka yanup küllî kül olmaya
Ne bilsün zevkini aşkın ne duysun hâl-i şeydâdan
Gönül mürğı uçar her dem o dildârın hevâsından
Anın aşkı kanadıyla geçer arş-ı muallâdan
Gönüldür menzil-i cânân gönüldür vâsıl-ı Rahman
Gönüldür âşık-ı sâdık değil hâl-i temennadan
Firakın nârına yandım yetiş ey Yûsuf-i Mısrî
Hicâb-ı hicrüni kaldır ki bu Ya'kub-i âmâdan
Senin hüsnündürür yâ Râb ki Yûsuf da eder cilve
Senin aşkındurur yâ Râb zuhur eder Zelihâ'dan
Bu gün ey dil temâşâ kıl cemâl-i vech-i cânânı
Şu kim görmez anı bugün yarın olur ol a'mâdan
Kamu eşya eğerçi kim haber virür cemalinden
Veli insan olan ismin nişan virür müsemmâdan
Düşübdür derbeder âşık taleb eyler dilârâyı
Dilârâdur gönül içre haber ister dilârâdan
Kanı Ferhâd ile Şîrîn kanı Vâmık ile Azrâ Kanı
Mecnûn-i ser-gerdân haber vir bana Leylâ'dan
Çü sensün âşık u ma'şûk çü sensün tâlib ü matlûb
Haber vir gel nedür şahum murâd olan bu gavgâdan."
HELÂKÎ
Demiş ki:
"Hâzin-i huld-i berin şâh selâmün aleyk
Sâkî-i mâ-i maîn şah selâmün aleyk
Mehdin içün Mustafâ sânına didi lâ-fetâ
Kâşif-i kul innemâ şâh selâmün aleyk
Gün gibi dolunsa çeşmimden o şems-i hâveri
Burc-ı dîdemden doğar ol demde ekşim ahteri.
*
Şiir ve sevgili... Şiir ve aşk...
Hele ki, yetmişini çoktan geçmiş, ileri yaştaki şairlerin, kendi konumlarını düşünmeden sanal ortamda, tanımadıkları bayanlara ilân-ı aşk etmelerine ne dersiniz?
Anlatayım.
Bir internet sitesine, bir bayan ismi ile, uydurma bir isimle bir arkadaşımla beraber üye olduk. Google'den genç-gülen-şuh bir bayan-genç kız fotoğrafı kopyaladık. 26 yaşında Akdeniz Üniversitesi'nde okuyan bir bayan tasarlaık...
Başladık, deli saçması sözleri şiir diye o sahte bayan ismi ile yayınlamaya.
Aman Allah'ım! Öyle çok yorum alıyorduk ki.
Öyle çok övücü sözler.
Hattâ site üzerinden ve aldığımız uyduruk mail adresimize o koca koca adamların öylesine mesajları, övgüleri ve aşk sözleri geliyordu ki... Bir anda bizim, sahte isimli bayan şairimiz çok meşhur olup çıkmıştı. Gelen mesajlar arasında, kendisine çok saygı duyduğumuz, yaşlı şairler de vardı.
Baktık, iş kötüye gidecek. Arkadaşımla bir araya gelerek, buna bir çare bulmamız lâzım dedik.
Sonunda bizim uydurduğumuz bayan şairi bir trafik kazasında öldürdük de kurtulduk bu durumdan.
Bir hafta sürdü baş sağlığı mesajları... Unutuldu gitti, bizim sahte kahramanımız.
*
Şimdiki zaman bakın... Bir de kendine "helâkî" diye mahlas alan şaire bakın. Aşk böyledir işte. Zaman-mekân dinlemez.
*
Vatandaş Şuayip'in Almanya'da tam 600 km gezdirdiği ozanımız geldi aklıma. Tren istasyonlarının dili olsa da konuşsa.
Koca göbekli şair Yozgatî de, her zaman suskundur, lâkin, içki meclisinde, hele hele bayan varsa, tutamazsınız. Çenesi bir açılır ki, sormayın gitsin. Düşer çenesi meydana, düşer de toplayamazsınız. O suskun Yozgatî gitmiş de, yerine bülbül, yerine karga, yerine papağan gelivermiş sanki. Onu bilen bilir. Aklının çekmecesinden, yüreğinin kelam hazinesinden güngörmemiş nice sözler ve nice şiirler çıkarır; ağlar okur, güler okur, yüzü şekilden şekle girer okur, ayağa kalkar göbeğini sallaya sallaya, elini kaldırıp indirerek gene okur. Sus deseniz alkışlayın da öyle susayım der. Alkışlarsanız yanarsınız. Neden mi? Madem alkışladınız, demek ki beğeniyorsunuz, hele şunu da "okuyayım, hele şunu dinleyin bakalım demeye başladıysa, sonu gelmez valla...
Helâkî güzeller elinden helak olmuş. Biz de Yozgatî yüzünden helak olmak üzereyiz. Ne diyelim. Sabır!
Adı üstünde helak olan...
Acaba neden dersiniz?
Aşk yüzünden olmasın?
Evet, evet aşk yüzünden helak olmuş, hattâ aşk yüzünden öldürülen şairimizdir
*
Bir mey sofrasında, güzeller meclisinde, bir güzelin hançeriyle öldürülmüştür.
*
Öldürülene kadar, güzellerin kendisini helak ettiğini söyleyip duran ve dost sohbetlerinde, içki âlemlerinde güzellerden başka söz etmeyen, onlara yazdığı şiirleriyle tanınan Helâkî, "zaten helak olmuşum. Bir güzel alacak canımı, bir güzel... Düşüversem ayak uçlarına... Vursa elindeki hançeri sineme, öldürse beni. Güzel elinden ölüm de güzeldir..." diyordu. Diyordu ama, arzuladığı güzel elinden güzel ölüme de kavuştu.
*
Şair hakkında Lâtifi tezkiresi bilgiler vermiş.
*
Rumelili... Dobrucalı hem de...
Lâtifî O'nun için demiş ki:
"Ölür-dirilir mutlaka bir güzel bulur.
Dilbersiz olamaz. Bel ki etsiz, ekmeksiz olabilir ama Helâkî güzelsiz olamaz"
*
XV. yüzyıl sonu, XVI.Yüzyılın başında yaşamış şairlerimizden. Nasır-ı Hüsrev'in şiirlerini taklid ettiği söylenir. Bedrettin Simâvî ve Otman Baba'yı kendisine mürşid olarak kabul etmiş bir şair.
SULTAN AHMED
Kumri vü bülbül okur Hak zikrini her dem velî
Ahmed ibn Veys okur bu sözi takrir eylemez."
Ey Şiir !!!
Anlayamadım seni, tanıyamadım. Tutamadım ellerinden. Yandın ve yaktın beni de. İçime girdiğin anda darma duman ettin içimdeki şehrimi. Dur durak bilmiyorsun. Makam ve mekân tanımıyorsun. Bütün zamanların hem içinde, hem dışındasın. Hattâ zaman senin oyuncağın olsa gerek.
Sultan, şah, kral, komutan... Çiftçi, işçi, amele... Yoksul, zengin, banker, fakir.. Uzun boylu, cüce, şişman... Hiç kimseyi ayırd etmeden yerleşiyorsun canının çekirdeğine ve bana benzetiyorsun hepsini de.
Çoğunda çileyle besliyorsun şairini. Gözyaşıyla yoğuruyorsun, ölümle sınıyorsun sana tutkunları.
Şehirler, içinde yaşayan insanların yüzünü giyerler kendilerine. Coğrafya ve eşya, insan enerjisi ve yansımalarıyla renk alır üstüne. İnsansız ve renksiz şehirler, medeniyetleri yerle yeksan olmuş harabeler-ören yerleri gibi ıssız ve sessiz olup, yarasaların kanat şakırtısıyla korkulan yerlerdir. İnsanı cıvıl cıvıl, insanı gülen, hoş gören ve yaşayan-yaşatan şehirler var ki, dinamik, üretken ve sanatkâr ruhlu... Ben bu ikinci sanatkâr ruhlu şehirlere tutkunum.
Şiirin raksı, sözün musikiyle gül bahçelerinde, dolunaylı gecelerde yüreklere aksetmesi yok mu, işte yakamozun ışıltıladığı su zarı olur çıkar tenim ve kalemim kendi girdabından bin ilham dizer gönül defterime...
Şehirler ve şairler iç içedir hep. Şiir çoğunda şehrin adını şaire vermiş, şaire yeni-yepyeni bir isim takmıştır.
Kumru ve bülbül gibi Hak zikrini yapan velilerin yaşadığı iklimi yansıtan Sultan Ahmed, Bağdat şehrinin tarihte kalmış Sultanı, şair sultanıdır.
14. Yüzyılda üç şair öldürülmüş.
Bunlardan ikisi Kadı Burhanettin ve Nesimî' dir. Üçüncüsü ise edebiyat tarihçilerinin ve araştırmacıların Ahmed Bin Üveys dedikleri
Sultan Ahmed'dir. Şiirlerinde İbn Veys, Ahmed, Ahmed b. Veys, Ahmed ibn Şeyh üveys gibi mahlaslarda mahlaslanan şairimiz, 1410 yılında Karakoyunlu Türkmenlerinin başkanı olan Kara Yusuf'un ordusuna karşı mağlup olur ve öldürülür.
Açın tarihin tozlu raflarını, yıkayın hakikatin ışıklarıyla cümle dehlizlerini ve güne güneşe çıkarın tarihi... Göreceksiniz ki, Anadolu dışında, Yemen, Bağdat, Şam; Trablusgarb, Cezayir, Tunus,Üsküp,Gümülcine dahil nice Dünya toprağında ayyıldızlı çiçekleri görürsünüz ve size bucu burcu gülümserler hep...
Bağdat, bizim diyar...
Bağdat, şiirin ve şairin mekânı...
Hep bizim olduğunca güzel durmuş Bağdat, güzel bakmış... Ama şimdi öyle mi? Şimdi kan ağlıyor değil mi? Şimdi boynu bükük Bağdat'ın...
Öldürülen Şairimiz Sultan b. Üveys' de Bağdat sevdalısıdır. Bağdat'ı bağdat yapan komutanlardan, sultanlardan birisidir.
Sultan Üveys'in dördüncü oğludur. Sultan oğlu Sultandır yani... Bağdat ve Azerbaycan hattında hüküm süren, İlhanlılardan sonra bölgeye hakim olan Celayirli bir aileye mensuptur. Taht kavgalarıyla dolu olan tarihin sinesine, Basra Valisi iken büyük kardeşine karşı isyan bayrağı çekerek onu yenen, Tebriz'i işgal edip, kardeşi Hüseyin'i idam ettiren, öteki kardeşlerini de pasifize eden korkusuz bir komutan ve bir liderdir... Ancak, Timur karşısında şansı bir türlü yaver gitmemiştir. Timur orduları onun zamanında iki kez Bağdat'ı yağmalamıştır. Sultan Ahmed'de Timurdan kaçarak Yıldırım Bayezıd'a sığınmak zorunda kalmıştır.
Hattâ Timur ile Yıldırım Bayezid'in arasının açılmasına sebep Sultan Ahmed'dir diyebiliriz. Çünkü, Bayezid'in oğlu Mustafa çelebi ile Sultan Ahmed'in kızı arasında söz kesilmiş, dostluk akrabalığa kadar ilerlemiştir.
Fakat Timur, sürekli ulaklarıyla Yıldırım'a mektuplar yazarak Sultan Ahmed'in kendisine teslimini istemiştir.
Osmanlı'nın desteğiyle Sultanlığını yaptığı Bağdat'ı bir kaç kez ele geçirmiş, kentte imar çalışmaları gerçekleştirmiştir. Timur'un vefatından sonra Karakoyunlu Türkmenlerinden Kara Yusuf Bağdat'ı ele geçirmiş ve bizim şair Sultan Ahmed'i öldürmüştür.
Şiirleri bestelenen ve 15. Yüzyıl sonuna kadar musiki dünyasında besteleri okunan Sultan Ahmed, Şirazlı Hafız'ın dostudur. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler kaleme almıştır.
Ahmed Bin Üveys(Sultan Ahmed)'in 1267 beyitten meydana gelmiş, Bağdat'ta kaleme alınmış bir divanı bulunmaktadır. Divanda naat, gazel, kıt'a, rubaî, beyit, fahriye ve müfredlerle beraber 300 manzum eser bulunmaktadır.
Demiş Ki:
GAZEL
Kim ola dün gün işinde fikr ü tedbir eylemez
Neylesün tedbirî bende çünki takdîr eylemez.
Hayr u şer nakkâş-ı bî çün yazdı bir levh-i cebîn
Âdem oglı cehd edüp ol nakşı tağyir eylemez.
Âyet-i "Nahnü kesemnâ" ma'nisin her kim bilür
"Yef'alu'llâh mâ yeşâ" bu sırrı tefsir eylemez.
Her kime oldı müyesser künc-i genc-i ma'rifet
Padişâh-ı vakt olupdur hizmet-i mîr eylemez.
Her kimün kim aklı vardur ol bilür hâli nedür
Bu güni tanlaya koyup anı te'hîr eylemez.
Arif olur hâliyâ işbu elemli dünyede
Şâhid ü şem'ü şarâb u nukli taksîr eylemez.
Defter-i ömri hisâb-ı âhir oldı câhilün
Bed-ameldür cüz gam-ı bîhûde tevfîr eylemez.
Dem geçürdi merdüm-i dil-hasta-i çeşmüm benüm
Cüz sirişk-i lâle-gûndan nâme tahrîr eylemez.
Kumrî vü bülbül okur Hak zikrini her dem velî
Ahmed ibn Veys okur bu sözi takrîr eyleme
SARI LÜTFİ
Asıl adı Lütfullah. Kaynaklarda Molla Lütfî, Sarı Lütfî, Mevlânâ Lütfî, Deli Lütfî adıyla anılır. Namaz konusunda yaptığı bir açıklamadan dolayı, 19 gün zindanda tutulur ve II. Bayezid'in onayıyla idam edilen şairlerimizden birisidir. Babasının adı Kutbiddin Hasan olup Tokat'da doğmuştur.
Hızır Bey oğlu Sinan Dar'ül hadis müderrisliği, Padişah hocalığı yani Hace-i Sultani; Sahn Müderrisliği görevlerinde bulunur. 31 yaşında iken de Hoca Paşa unvanı ile vezirlik rütbesi alır. Bizim Sarı Lütfî, Sinan Paşa ile Sahn-ı Seman Medresesinde karşılaşır ve bir daha ayrılmayacak şekilde ona bağlanır.
Fatih, sarayda bulunan kitapların korunması için Sinan Paşa'dan ricada bulunduğunda, Sinan Paşa Hafız-ı Kütüplük görevine Sarı Lütfî'yi önerir. Lütfî, kütüphanede görevde iken, su gibi içer bütün kitapları, okur, okur...Akranları arasında bilgi bakımından en öne çıkar. Gedik Ahmet Paşa'nın görevden azledilmesi üzerine Vezir-i azam olan Sinan Paşa, bu görevde fazla duramaz. Padişah tarafından bu görevden alınır, hattâ işkenceye tabi tutulur. Çevresindeki öğrencileri ve ilim adamlarının Sinan Paşa'yı desteklemeleri, topluca, bir ve beraber hareket etmeleri, "kitaplarımızı yakar, ülkeyi terk ederiz" şeklinde direnmeleri üzerine, Sinan Paşa Sivrihisar kadılıâına atanır. Bizim Molla Sarı
Hoyrat esen rüzigâr, başını döndürmüşse Yüreğine duvar ör, tunçtan, taştan çelikten.
Yağız atlar yelesi tarih yazar bilirsin Bir söz söyle, susup geçme devrandan Etkili olsun sözün, haydi durma balam can O sözünle onunla Sivrihisar'a gider.
İşte hoca ve talebesi... Hocası neredeyse, talebesi de orada. Ya günümüzde nasıl?
Günümüzde, sanal şiir dünyasında hoca talebe ilişkileri yok denecek kadar az. Sanallık, dostluklara da yansımış. Öyle çile ve yol arkadaşlığı dostluklara rastlamak mümkün değil. İnsanlar maddî bağlarla bağlanmışlar birbirlerine, manevî değil bağ. Bu yüzden en küçük bir sarsıntıda dostluklar bitiveriyor.
Gedik Der ki :
"Dilimiz sâgar-ı sabûh ister
Cism elbetde taze ruh ister.
Kerem et cana feth-i bâb eyle
Nice demdir ki dil fütûh ister.
Zâhidâ mezheb-i muhabbetde
Tevbeye tevbe-i nasûh ister.
Nusha-i gamla şugl eden dil ü cân
Ne mütûn u ne hod şurûh ister.
Vuslat-ı yâra ermele Lutfî
Sabr-ı Eyyûb u ömr-i Nûh ister.
Deli dolu, sözünü asla esergemeyen, lâltefelerle ve hazır cevaplığıyla insanları iğneleyen bir yapıya sahip olan şairimiz, Fatih Sultan Mehmet'e bile lâtife yapmıştır.
Anlatırlar:
Molla Lütfî kütüphanede görevlidir. Padişah Fatih kütüphaneye gelir. "Bana şu kitabı getiriver" diye Lütfî'ye emir verir. Lütfî, kitap biraz yüksekçe yerde bulunması sebebiyle, ayağının altına bir mermer parçası alır ve kitabı padişaha uzatır. Padişah: "Ne yapıyorsun? İsa Peygamber o taşın üzerinde doğmuştur" der. Kütüphane görevlisi Molla sarı Lütfî görevine devam eder. Biraz sonra da güveler tarafından parça parça edilmiş kirli bir bez parçasını orada bulunan Padişahın dizi üzerine bırakır. Padişah:" Bunu benim dizim üzerine niye bıraktın ey Molla?" diye sorar. Lütfî bu, sözünü esirgeyecek değil ya, "Devletlü padişahım, huzursuz olmayınız, bu bez İsa Peygamber'in beşik bezidir." Der.
Rahatça konuşan, korkusuz, kendisine güvenen, iğneleyici bir dili vardı şairin. O dönemin saraya yakın ulemaları Molla Arap, Germiyanlı izârî, Leysî Çelebi, Hatipzade, Fahrettin Acem gibi kişiler o'nun kırbaç diline düşmekten korkar olmuşlardı. Padişaha hakkında bazı olumsuz olayları abartarak götürmek için fırsat
ÇILDIRLI AŞIK ŞENLİK
Demiş ki:
İçip aşkın badesini vücud-i nar olmuşam
Divane derviş misali feryad-i zar olmuşam
Perişan bülbül kan ağlar ah u nalemden menim
Dil hasta gönül şikeste hem tarumar olmuşam
Bin yıl ömür verdi Adem'i saldı aha
Yedi yüz elli Şit yaşadı dokuz yüz elli Nuh'a
Erenleri hak edeni fani kılar mı raha
Düşüp de dünya şerrine kara efkar olmuşam
Şenlik'im hizmet etmedim daim bir tarikata
Uyup iblis yığvasına çok ettim cürm ü hata
Şefaat ya resulullah muhtacım marifete
İsyanın hadden aşıptır çok günahkar olmuşam
Ve Yine Demiş Ki:
Düşmüşüm gam deryasına ummanda yüzen benim
Rüyada çark-ı alemi devredip gezen benim
Dersim aldım pünhandan ayana çıkmaz sırrım
Ehl-i marifet hoş nasihat cevahir lisan benim
Semada mahlukat gördüm nezmider nur danesi
Çıkmaz arşa inmez hakka müğelladır binası
Yigirmi dört sahat bin dört yüz kırktır manası
Birinde bin kerre hakka şükreder insan benim
Ne layık ki beni deyip arzulayıp gelesin
Divan-ı alem içinde imtihana salasın
Deseler ki Sefil Şenlik sen bir azim kalasın
Rütbem arşa direk olsa hak ile yeksan benim
Ve Eklemiş :
Manasız mantıksız sözü bilmenin faydası ne
Az anlayıp çok söyleyip gülmenin faydası ne
İtibar dediğin elde bir muhalif şişedi
Kaldırıp beyhude taşa çalmanın faydası ne
Dipte tekbir kabul olmaz niyaz-ı marifete
Kalpte tasdik eylemektir sıtk ile itikada
Ab-ı umman kenarında baş eğip ibadete
Türaptan teyemmüm alıp kılmanın faydası ne
Biçare pervane bilmez kastı sitem olanı
Garaz-ı gazzap samına başı candan dolanı
İste seni isteyeni tanı kadir bileni
Hürmetsiz teklifsiz yere gelmenin faydası ne
Haşre dek acısı gitmek ihtiyacı kederin
El içinde şöhret bulan şerafetli pederin
Mülkünde ne halef evlat kalmanın faydası ne
Sefil Şenlik aşk ucundan düşüp gaflet habına
Derununda mülhezayı dere eyler hesabına
Reyisi nadan sefine düşer gam girdabına
Dalgası şaşkın deryaya dalmanın faydası ne
Ve Devam Etmiş :
Dinleyin ağalar size söyleyim
Ürüşan gönlümün intizarı var
Et yiyip at binip dilber sevmiyem
Ne bilir dünyadan ne haberi var
Ellerim doymadı elvan kınadan
O beyaz buhaktan billur sineden
İki sevda birbirine binadan
Değmeyin hatırına ikrarı var
Huri-yül gılmandı salatın soyu
Selviden seçilmez yücedir boyu
Livane sancağı Sirya'dır köyü
Çıldırlı Şenlik'in yadigarı var
ŞENLİK'TEN MANZUM BİR ÖYKÜ:
"Rivayet şöyle gelişmektedir. İbrahim peygamber efendimiz oğlu İsmail'i kurban etmesinden gelmektedir.
Musa peygamber kainattaki bütün canlıların dilini bilen tek peygamberdi. İbrahim peygamber efendimiz oğlunu İsmail'i kurban etmeye götürürken İsmail'e durumu anlatmış İsmail'de babasına mademki öyle bir Rabbimize sözün var tamam baba demiş.Yanlız benim gözümü bağlarsan yeter.Gitmişler bir çölün ortasına İsmail eğmiş kafasını İbrahim aleyhisselam elindeki bıçağı çektiğinde bıçağın İsmail'in boynunu kesmediğini görmüş.O heyecanla taşa bıçağı vurmuş.Taş ikiye ayrılmıştır.
Olduğu yerde İbrahim peygamber donmuş kalmış. Bu sadakatten dolayı yüce Rabb meleklere emir ederek Musa aleyhisselam Tur dağında koyun otlatırken 4 kurt geliyor. Çoban diyor bize kısmetimizi ver.Çobanda diyor ki bu sürü benim değil bunun sahibi var diyor.
Kurtlar diyor ki biz sürüne bakalım sen git
sahibinden izin al gel. Musa (a.s) düşünüyor. Kurta koyun emanet edilir mi?
Ben size güvenmiyorum diyor. Kurtlar dile gelip yemin ediyorlar.
Hz. Musa'nın hakkı için Muhammet Mustafa'nın dişi hakkı için yemin edince Musa peygamber bakıyor ki kurtlar benim ismime yemin etti.Tamam diyor siz burda sürüye bakın ben gidip sahibine söyleyip geleceğim diyor.Musa sürünün sahibine söylediğinde gök ala koyunu ver diyor.Kurtlar gök ala koyunu götürüyor.İçindeki kuzuyu çıkarıp İbrahim peygamber efendimize götürüyorlar.Cebrail (a.s.)Hz. İbrahim'e geliyor.Kaldır başını diyor gök yüzüne bak İbrahim peygamber gök yüzüne baktığında bir koçun geldiğini görüyor.İşte diyor İsmail'in yerine kurban bu koçu keseceksin.Allah rızası için kesilen bu kurbanlar bu şiirin Çıldırlı Aşık Şenlik baba tarafından yazılmasına neden olmuştur.Torunu Necmettin Şenlik dahi bu hikayeden Şenlik dedesinin esinlendiğini söylemektedir. "
Tur Dağında Musa(AS.) Hikayesi
Musa Tur dağında koyun güderken,
Allah için ibadetini ederken,
Cebrail geldi kurtlar şeklinde,
İki cihan serveri hemen dur dedi.
Musa dedi kurtlara.arzunuz neyidi,
Davarları ürkütmeyin, bir kenarda durun dedi,
Bu sürünün bir sahibi var dedi,
Sahipsiz sürüden koyun verilmez dedi.
Kurtlar dedi başka çaresi yoktur nidelim,
Başımızı alıp bu diyardan nereye gidelim,
Musa sen git Ağana söyle, biz koyunları güdelim,
Git Ağana selam söle Pir dedi.
Musa dedi ki kurtlara:
Yaradan Mevtanın yolları ince,
Ona türap olan kulları nice,
Ben neylerem, Siz sürüyü kırınca,
Bu hizmet de bana zor, dedi.
Kurtlar başladılar yemin etmeye,
Yusuf(as) ın düşü hakkı için,
Veysel Karani'nin başı hakkı için,
Gel sürünü sal, selamet gör; dedi.
Musa vedalaştı, yollara düştü,
Melekler önüne bir bayrak açtı,
Musa varıp Ağasına danıştı,
Ağası dedi: git kurtların kısmetini ver, dedi.
Musa Ağa'sından geri dönünce,
Kurtlar hemen kısmetini alınca,
Koyunu tutup, kurtlara verince,
Allah senden razı olsun Pir, dedi.
O koyuna yeşil bir bayrak gerildi,
Melekler hemen etrafına sarıldı,
Kuzuyu alınca hemen, koyun dirildi,
Hani benim körpe balam nerede: Dedi.
Cebrail (as) der ki koyuna,
Eğer sen kuzunu sorarsan,
İsmail (as) inen koçu gör, dedi,
Cennet'i alada, onu gör, dedi.
Sefil Şenlik muradına erersen
mihraçtaki o nebiyi sorarsan
Eğer koyun sen kuzunu sorarsan,
Cennet'i alada, onu gör, dedi.
Ve SÖZ AŞIK ZÜLALİ'DE :
Ağası gedesi cümlesi birlik,
Hürmet muhabbetle ederler dirlik,
Ne zaman ki ölmüş babanız Şenlik,
O zaman bozulmuş ziynetin Çıldır.
Zülâlî, burdadır erenler hâsı,
Ehli dil ocağı pirler ülkesi,
Güzeldir ahengi hoştur şivesi,
Yahşidir lisanın sohbetin Çıldır.
SON SÖZ BİZDEN OLSUN:
EY HASRET ŞOFÖRÜ (Gülce-Buluşma)
Çözdün mü ömrün boyunca bir kere
Tek bir kere muamma, de bana?!
Yoksa askıda mı kaldı hayat bilmecen
Ve sustu mu gönül sazın köy odalarında...
Yarım kalan şiirlerin yarım sultanı
Çıldır nerededir bilir misin acaba?
Duydun mu, işittin mi ey ham manzumeci?
Kimdir, ne demiştir Çıldırlı Şenlik Baba?
Ve
Baş parmağı niye göğü gösterir?
Beldesinin yol ağzına bağdaş kurup oturanda
Düşündün mü hiç?
Sen ki uyakların tahta bacaklı süvarisi
Yaralı, kırık ve şiş iskeletli manzumelerin
Yorgun kalemli sahibi, İmgelerin ruhsuz ve şekilsiz,
Duygu mimarına çırak bile olamadın
Baden zehir zıkkım, dilin kilitli
AHMET İDRİSOĞLU, MUSTAFA CEYLAN, SÖZCÜ GAZETESİ