Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

10 - 17  SAHNE

10. SAHNE Kâmil — Mustafa — Sonra Merhum

KÂMİL — Ben de amma tuhafım ha! Evime koca bir Âlim gelmiş de Hâlâ yemek hazırlatmıyorum. Hem Merhum Efendi asanatikadan hoşlanır. (Bağırarak) Mustafa! MUSTAFA (Antreden girer) — Efendim!
KÂMİL — öğleye ne var?
MUSTAFA — Pırasa var. Sonra havuç var.
KÂMİL — Aptal ben sana bundan mı bahsediyorum.
MUSTAFA — Eh, öyle ya. Artık evin masrafını kendiniz görüyorsunuz. Bana itimat etmiyorsunuz diye ben de bir şey almadım.
MERHUM (Muzaffer bir tavırla antreden girer. Elinde kırık
bir kürek, bir de topraklı mutfak rendesi vardır.) Hafriyatım
muvaffakiyetle neticelendi. İşte..
KÂMİL — Nedir o?
MERHUM — Bir Roma miğferi "Sükûtum".
KÂMİL (Şaşkın) — Ha?.
MUSTAFA (Alçak sesle Kâmile) — Benim attığım eski rendeyi bulmuş.
KÂMİL — Farkındayım canım.
MERHUM (Elindeki küreği göstererek) — İşte bu da glatyüm. Kadim Roma kılıcı.
MUSTAFA (Gene alçak sesle Kâmile) — Kömürlükten küreği çalmış.
KÂMİL (Kendi kendine) — Bu adam da ne bulursa Romalıların, Yunanlılarındır, diye gezip duruyor.
MERHUM (Elindeki eşyayı masanın üzerine bırakır) — Bunlardan başka, bahçenin ortasında bir Tümülüs keşfettim. Yani bir tepecik.
MUSTAFA — Ne, ne? Tepe mi? Bizim bahçede mi?
MKRHUM — Evet. Sen şimdi git. Hemen bakkaldan maden parlatmaya mahsus tozdan al.
KÂMİL — O tozu ne yapacaksınız?
MERHUM — Bu bulduğum asarıatikayı temizleyeceğim. Belki üzerinde yazı filan vardır. (Mustafa'ya) Hadi, gitsene.
MUSTAFA (Çıkarken) —- Gidiyorum. (Kendi kendine) Ne hırdavatçı kılıklı herif. (Çıkar)
MERHUM — Ha, yalnız onu söyleyeyim bahçedeki hafriyatıma mani olan bir şeftali ağacı var. Müsaade ederseniz onu kestirelim.
KÂMİL — Nasıl olur? Bahçede ondan başka şeftali ağacı
yok ki. Yazık olmaz mı?
MERHUM — Affınızı rica ederim. Fakat ben bu fedakârlığı sizden ilim namına talep ediyorum.
KÂMİL — öyle olsun.
MERHUM — İki gözüm sana ilim namına teşekkür ederim. Memen şimdi tekrar giderek hafriyata devam edeyim. (Çıkarken geri döner) Ha, unutuyordum. Mahtum Beye meseleyi
açtın mı?
KÂMİL — Bir iki kelimecik söyledim. Hoşuna gitti gibi.
MERHUM — O, büyük kusurdan da bahsettin mi? Hani kızımın kusurundan.
KÂMİL — Daha bahsedemedim.. Bir bahane arıyorum.
MERHUM — Ne yapayım her güzelin bir kusuru olur. Fakat bilhassa kızımınki pek müthiş.. Pek yüz kızartıcı.. Ne ise ben gidiyorum. (Çıkar)

 

11. SAHNE Kâmil — Sonra Aziz

KÂMİL (Yalnız) — Bu adamcağız da boyuna kızının hatasından bahsedip duruyor. Acaba bu kusur ne? Merakıma dokunmaya başladı doğrusu.
AZİZ (Fevkalade hiddetli bir halde kendi kendine konuşarak içeriye girer) — Bu rezalet, kepazelik, düpedüz iftira. Muhakkak aksini ispat etmeliyim.
KÂMİL — Ne o, Aziz. Kime hiddetlendin?
AZİZ — O sizin rakibiniz olacak baş belası herif yok mu? Bütün kasabada aleyhimde dedikodular çıkartmış.
KÂMİL — Dedikodu mu? Aleyhinde ha?
AZİZ — öyle ya.. Güya sizin ineği öldüren benmişim. Elimden hiç bir iş gelmezmiş, berberlikte tutunamayınca baytar olmuşum.
KÂMİL — Bak alçağa. Ne yalanlar uydurmuş. Bir kere bizim inek daha sen gelmeden ölmüştü.
AZİZ — Hem ben berberliği bıraktımsa tutunamadığımdan mı bıraktım. Hükümet yaptırmadı. Bir herifin iki kulağı kazara kesilmişse ne çıkar? Şimdi siz bir kâğıda ineğinizin ben gelmeden evvel öldüğünü yazıverin de o edepsizlere göstereyim.
KÂMİL -— Ben mi yazayım. (Kendi kendine) Eyvah, Sırrı da burada değil. Bu işin altından nasıl çıkacağım (Yüksek) Dostum. Şimdi sen büyüklüğünü göstermelisin. Bu herife yapılacak en büyük tahkir, ona cevap vermeye tenezzül etmemektir.
AZİZ — Yok canım. O bundan anlamaz. Aksini ispat edip gözüne sokmalı. Siz çabucak yazıverin de!
KÂMİL —- Ama şimdi tuhaf olacak. Sanki ben sana şahadetname veriyormuşum gibi.
AZİZ -— İyi ya ben de zaten onu istiyorum işte.
KÂMİL (Kendi kendine) Medet senden yaresulallah. (Yüksek) Vallahi tuhaf olacak gibi geliyor bana. Gel sen şu işten vazgeç.
AZİZ— Ne demek yani benden bunu esirgiyor musunuz? Ben ki yani sizin başkan olmanız için lehinizde bu kadar çalışmıştım.
KÂMİL — Yok canım. Hani, yani... Pekâlâ, mademki ısrar ediyorsun verelim.
AZİZ — Hah, şöyle olun işte.
KÂMİL — Evet vereyim. Yarın gel al.
AZİZ — Bu olmadı işte. Şimdi hazır kasaba halkı bir araya toplanmışken herkesin önünde götürüp kâğıdı okutmalıyım.
KÂMİL (Kendi kendine) — Eyvah, herkesin önünde okutacak. E, peki ama bu Sırrı da nereye cehennem oldu.
AZİZ — Muhakkak bu kâğıdı götürüp şimdi okutmalıyım. Yoksa şerefim, haysiyetim her şeyim mahvolur. Kasabayı terke mecbur kalırım. Düşünün Kâmil Efendi, karımın, çocuklarımın aç kalmasını ister misiniz?
KÂMİL (Yumaşayarak) — Sahi, bu herifin de yarım düzüne çocuğu var.
AZİZ — Hah, şöyle işte. Hadi, alın şu kâğıda da oturun masanın başına. Sizin gibi Âlim bir adam için iki satır yazıdan ne çıkar?
KÂMİL (Oturarak) — İki satırdan fazla yazmam ha!
AZİZ — Evet, evet. Yalnız şunları yazacaksınız: "Ben, Ahmet Kâmil, baytarı şehir Mehmet Aziz Beyin nezdime vusulünden evvel kur ineğimin irtihaü darıbaka eylemiş olduğunu beyan ve tastık eylerim." Gördünüz ya, kısacık.
KÂMİL — Evet, evet öyle. (Kendi kendine) Aksi gibi de hiç bilmediğim kelimeler rastladı. (Yazmaya başlayarak) Ben Ahmet Kâmil, baytarı şehir.. Baytar nasıl yazılacaktır. B.. sonra y.. Sonra da t., r.. mı acaba? (Yazmaya devam eder.)
AZİZ (Sevinçle) — Şimdi de ötsün de görelim. O Figani olacak çopur herifi tenha yerde elime bir geçirmeliyim ki, bir güzel perdah edeyim.
KÂMİL (Kendi kendine) — Beceremediğim yerlere mürekkep damlatmaktan başka çare yok. (Yüksek) Al işte oldu. Bir iki yerine mürekkep damladı ama uç fena ondan.
AZİZ — Ehemmiyeti yok efendim, ehemmiyeti yok.

12. SAHNE Evvelkiler — Sırrı

SIRRI (Antreden girer) — İşte geldim babacığım.
KÂMİL — Geldin ama geç geldin. Bak, şimdi kendi elimle
bir mektup yazdım.
SIRRI — Ya?
AZİZ — Evet ya. Bu mektubu bütün kasaba halkına göstereceğim. (Mektubu paltosunun cebine koyar.) SIRRI (Yavaşça babasına) — Ne yapıp yapıp bu mektubu ele geçirmeliyiz.

KÂMİL — İyi ama nasıl?
SIRRI (Kendi kendine) — Paltosunun cebine koydu. (Aranarak) Bir hile. Bir hile? Hah.. (Yüksek) Aziz Bey. Gömleğiniz yanınızda mı?

AZİZ — Evet, dışarda. Ne olacak?

SIRRI — Aman koşun. Bizim katır şimdi fena halde hastalanmış.

KÂMİL (Telaşla) Sahi mi?! Sabahleyin inek öldü. Arkasından da katır giderse yanarım doğrusu.

AZİZ — Aman koşayım. Yoksa katırı da benim öldürdüğümü söylerler.

SIRRI — Evet ama paltonuzu burada bırakın. Sonra iş yaparken size mani olur.

AZİZ — Yok, yok, yok. Paltomu çıkarmak için vakit kaybetmeye lüzum yok. (Süratle çıkar.)

SIRRI — Vay canına. Kaçırdık. Faydasız oldu.

KÂMİL — Ne dedin? Demek muhakkak hayvan ölecek diyorsun ha?

SIRRI — Yok canım hayvanda bir şey yok. Sapasağlam.

KÂMİL — Eh, öyleyse baytarı ne diye gönderdin?

SIRRI — Hayır efendim. Maksadım herife paltosunu çıkartıp da cebinden mektubunu aşırmaktı.


13. SAHNE Evvelkiler — Aziz — Sonra Mustafa

AZİZ (Antreden girer) — Yazık oldu.
KÂMİL — Ne?
AZİZ — Kanaldım.
KÂMİL — E, sonra?
AZİZ — Fakat fayda etmedi.
KÂMİL —Yani?
AZİZ — Sizlere ömür..
KÂMİL — Ne? Bir bela daha.. Demek hakikaten hasta imiş. (Kendi kendine) Ah, imla bilseydim şu hayvan gitmeyecekti ya.
MUSTAFA (Elinde bir paket beyaz tozla girer) — İşte efendim. Maden parlatacak beyaz tozu aldım.
AZİZ — Acıdım şu katıra.. Niye önden haber vermezsiniz. Hayvan berbat halde hastaymış.
SIRRI (Kendi kendine) — Sapasağlam katırı gebertti gitti. (Yavaş sesle Mustafa'ya) Bana bak elindeki tozu olduğu gibi Aziz Beyin üzerine dök.
MUSTAFA — Ha?
SIRRI — Hadi durma dök.
MUSTAFA — Pekâlâ (Elindeki paketi Aziz'in üzerine boşaltır.)
AZİZ — Eyvah ne yaptın be?
SIRRI -— Beceriksiz, münasebetsiz.
KÂMİL —aptal.
MUSTAFA (Şaşkın) — Bana ne yahu. Küçük Bey söyledi, ben de yaptım.
SIRRI (Bağırarak) — Ne? Ben mi?
KÂMİL — Sus hayvan, rezil. Haydi, git çabuk fırça getir.
MUSTAFA (Şaşkın) — Pekâlâ. (Çıkar)
KÂMİL (Aziz'e) — Çıkarın şu paltonuzu.
AZİZ — Lüzumu yok canım. Zahmete değmez.
KÂMİL — Aaa! Olur mu efendiciğim. Çıkar Allah’ını seversen.
SIRRI — öyle ya, canım. (Sırrı Aziz'in sırtından paltoyu sökercesine alır) Şimdi fırçalar getiririm. (Dışarı çıkar.)

14. SAHNE Kâmil
— Aziz — Sonra Mustafa — Sonra Merhum

AZİZ — Vallahi enikonu lütuf gösteriyorsunuz. Bizzat Sırrı Beyin paltomu temizleyeceğini düşündükçe öyle mahcup oluyorum ki.
KÂMİL — Biz ailece böyleyiz. Tanıdıklarımıza nezaketle muamele etmekten hoşlanırız.
AZİZ (Kendi kendine) — Herif lehinde propaganda yapayım diye bana amma itibar ediyor. Neredeyse ayaklarımı öpecek.
MUSTAFA (Elinde fırça ile girer) — İşte fırça.
MERHUM (Avuçlarında tabak kırıkları, cam parçaları olduğu halde girer) — Ah çocuklar öyle seviniyorum ki. Düşünün bir kere. Şeftali ağacının dibindeki tümülüsü kazdım. Neler çıkmadı?
MUSTAFA (Kendi kendine) — Eyvah. Herif bizim çukuru meydana çıkarmış.
MERHUM (Yaldızlı bir tabak parçası uzatarak) — Bakırı şuna bir kere.
MUSTAFA (Kendi kendine) — Aman yarabbi yaldızlı salata tabağı.
KÂMİL — Ha? (Mustafa'ya bakarak) — Ben bu parçayı tanıyorum.
MERHUM — Üzerinde Arap harfleri ile elif, kef var.
KÂMİL (Kendi kendine) — Ahmet Kâmil.
MERHUM (Azametle) — İskenderi Kebir! İşte şimdi kim iddia edebilir ki İskenderi Kebir buradan geçmemiştir. Koca cihangir Türkçe İskenderi Kebir diye imza atmış. Demek ki Türkçe de biliyormuş. İşte size ilmi bir hakikat.
KÂMİL (Mustafa'ya gözlerim açar) — Bunu kim kırdı?
MERHUM — Kim kıracak. Kadim Yunaniler. Belki de bizzat İskender.
MUSTAFA — Zannederim. (Kendi kendine) E, bu herif de amma can sıkıntısı. Kırdığım eşyayı birer birer meydana çıkarıyor. (Çıkar)
MERHUM (Bir oturak parçası çıkararak) — İşte size başka bir antika. Bu nedir biliyor musunuz? İşte bunu bilmezsiniz.
AZİZ — Bakalım. Bilmez olur muyum hiç?
KÂMİL — Ben de biliyorum. (Kendi kendine) İyi ama bu herif bunu buraya ne diye getirmiş.
MERHUM — Buna Laklimatuvar derler. Çok nadir bir antikadır.
KÂMİL (Kendi kendine) — Vallahi bizde oturak derler. Pek de nadir değildir. Fakat hadi herifi mahcup etmeyelim. (Merhum'a) Demek Laklim oturak derler ha?
MERHUM — Yok canım. Laklimatuvar, Yunaniler ailelerinden birisi öldüğü zaman gözyaşlarını buna toplarlardı.
AZİZ — Tuhaf şey. Şu Yunaniler hakikaten acayip bir milletmiş. (Merhum parçaları masanın üzerine indirmekle meşgul olur.)
MUSTAFA (Antreden girer, Aziz'e) — İşte efendim paltonuz.
AZİZ (Giyerek) — Teşekkür ederim oğlum. (Ceplerini araştırır) Ben mektubu nereye koymuştum? Hah, işte burada. (Mektubu çıkarır bakar. Kâmil de görür.)
KÂMİL (Kendi kendine) -— Oh, neyse, Sırrı'nın yazısı, kurtuldum.
AZİZ — Ben gideyim. O Figan, edepsizinin dersini vereyim. Sonra gene uğrarım. (Çıkar)
KÂMİL (Alçak sesle Mustafa'ya) — Şimdi gel bakalım kepaze herif. Seninle başbaşa bir konuşalım.
MUSTAFA — Efendim?
KÂMİL — Gel bakayım. Gel buraya.
MUSTAFA (Korkak korkak yanaşır) — Geldim efendim.
KÂMİL — Söyle bakayım bana, benim yaldızlı salata tabağını kim kırdı?
MUSTAFA — İskender Efendi kırmış efendim.
KÂMİL (Hiddetle üzerine doğru yürür) — Ben sana şimdi
kimin kırdığını gösteririm. (Mustafa kaçar.)


15. SAHNE Kâmil — Merhum — Sonra Sırrı

MERHUM (Hâlâ asarıatikasını dizmekle meşguldür) — İşte bir cam parçası. Cam?
KÂMİL (Kendi kendine) Bizim sürahi.
MERHUM — Bir de bazı eşekler kadim Yunanilerin camı bilmediklerini iddia ederler. İşte efendim en bariz delil. Bunu onların gözüne sokacağım.
KÂMİL — İyi edersiniz.
MERHUM — Dostum, size medyunu şükranım. Tetkikatımın neticesini bir raporla Akademiye bildireceğim. Ve bir heyet teşkil ederek gelip bahçenizde uzun boylu hafriyatta bulunmalarını rica edeceğim. Bu başlangıç bana çok kuvvetli ümitler veriyor. Belki evinizin altından İskenderi Kebirin sarayını çıkartırız.
KÂMİL — Yok rica ederim. (Kendi kendine) Medet yaresulallah. Herif ocağıma incir dikecek.
MERHUM — Sizden ilim namına rica ederim. Çabuk bir
hokka kalem tedarik ediniz.
KÂMİL — İşte masanın üzerinde var.
MERHUM — Vay, siz kamış kalemle mi yazarsınız.
KÂMİL — Evet. Kırk senedir bununla yazmaktayım.
MERHUM — Fakat ucu pek kütleşmiş yontmak. (Kendi kendine) Yunaniler camı bilmezler ha!. Heh heh heh heh. Hey gafiller. (Kalemi yontmaya başlar elini keser) Ay. Elimi kestim.
KÂMİL — Saralım saralım. (Mendili ile sarar.)
MERHUM — Teşekkür ederim. Yalnız sizden şimdi ilim namına bir şey rica edeceğim.
KÂMİL — Neymiş o?
MERHUM — Elinize kalemi alınız. Ben söyleyeyim siz yazınız.
KÂMİL — Ne? Fakat şey?!.
MERHUM — Ne?
KÂMİL — Ben bir Akademiye nasıl mektup yazarım? Buna hakkım var mı?
MERHUM — A, elbette. Sen Akademinin muhabir azasından değil misin?
KÂMİL — öyle. (Kendi kendine) Allah cezasını kaldırsın öyle! Bugün sanki bana yazı yazdırmak için el birliği etmişler. Sırrı da burada yok. (Masanın başına oturur.)
MERHUM — Başlayalım!
KÂMİL — Biraz müsaade edin. (Kendi kendine) Naçar yazacağız. Bari beceremediğim yerlere mürekkep damlatmak.
MERHUM (Söylemeye başlar) — Aziz ve kıymettar meslektaşlarım. İlimi asarıatika..
KÂMİL (Kendi kendine) — Hiç de beceremediğim kelimeler. (Yüksek) Bunlar pek zor kelimeler yahu. Ya anlamazlarsa.
MERHUM — Anlarlar efendim anlarlar. Yazdınız mı?
KÂMİL — Bir lahza. (Kendi kendine) Asarıatika da nasıl yazılır acaba? Dur dur dur aklıma bir şey geldi. (Eline çakıyı alır ve yontmaya başlar) — Şimdi elimi kesmiş gibi yaparım.

MERHUM — Sayei acizanede bir hayli kespi vüs'at eylemiş bulunuyor. Çünkü...
KÂMİL (Elini kırmızı mürekkebe batırır feryada baslar) — Ay aman! Elimi kestim.
MERHUM — Ne oldu?
KÂMİL (Elini gene kırmızı mürekkebe batırır) —- Aman, elimi kestim sızıntısından da duramıyorum.
MERHUM — Gel sarayım.
KÂMİL — İstemez, ben sararım. (Kendi kendine) Kurtulduk.
MERHUM — Neyse. Yarın yazarız. Ne yapalım?
KÂMİL — İsterseniz Sırrı'yi çağırayım. Her ne kadar benim gibi böyle işlerin içinden çıkamazsa da gene güzel yazar.
MERHUM — Ah! Sen ne bahtiyar adamsın yok mu? Ha sahi. Ne dersin acaba Sırrı kızımla evlenmeye razı olacak mı?
KÂMİL (Can sıkıntısıyla) — Zannederim. Olur gibi.
MERHUM — Fakat ben bu hususta katı cevap isterim. Çünkü İstanbul'da bizim ikamet etmekte bulunduğumuz Yedikule civarında bir güzel ev buldum. Onlara tutmak istiyordum.
KÂMİL — Ne? Sırrı İstanbul'da mı ikamet edecek?
MERHUM — Değil mi ya? Benim yanıbaşımda otururlar.
KÂMİL (Kendi kendine) — Bunun imkânı yok. Ben burada,
kalemim İstanbul'da nasıl olur.
SIRRI (Girerek) — Baba...
MERHUM (Lafını keser) — Hah. İyi iki geldin evladım.
Şimdi Efendibabana bir şey rica etmiştim.
SIRRI — Ya?
MERHUM — Evet. Bir kere bu hususta kendisi ile görüşüver.
DIŞARIDAN BİR SES — Merhum Efendi. Merhum Efendi.
MERHUM — Sizin bahçıvan beni çağırıyor. Kendisine erik ağacının altında hafriyat yapması için emir vermiştim de. (Sırrı'ya mültefitane) Allahaısmarladık iki gözüm yavrucuğum. (Çıkar)

16. SAHNE
Kâmil — Sırrı

KÂMİL — Gitti bizim erik ağacı.
SIRRI — Baba. Merhum Efendinin bahsettiği şey nedir?
KÂMİL (Kendi kendine) — İmkânı yok olmaz. Bir kere Merhum Efendinin kızının müthiş bir hatası varmış. Ne olduğunu bilmiyorum ama fevkalade bir kusur. (Yüksek, Sırrı'ya) Hiç efendim, hiç. Rezalet, çocukluk. Böyle saçma şey olur mu? İlla ki seni Şehlâ ile evlendirmeyi aklına koymuş.
SIRRI (Memnun) — Sahi mi?
KÂMİL — Sen kızı iyi tanımazsın. Ben onun iç yüzünü bilirim, bir kere başında kel hastalığı olduğunu söylerler. Gözleri de iyi görmezmiş, ufacık tefecik yerden bitme hatta biraz da kambur galiba...
SIRRI — İyi ama babacığım.
KÂMİL — Yok, seni tesir altında bırakmak için söylemiyorum. Harekâtında serbestsin. Yalnız o kalbur bacaklı kızla nasıl evleneceksin diye düşünüyorum. Üstelik kulağı da ağırmış.
SIRRI —- Lâkin babacığım.
KÂMİL — Lâkini filanı yok. Bütün bunlardan başka bir hatası var ki, tahammül edilemeyecek kadar büyük bir kusur.
SIRRI — Tuhaf şey.
KÂMİL (Cebinden mektubu çıkarır) — Bak. Okuyayım da hicap hisset, titre. (Kendi kendine) Vallahi ben bu hatayı pek çıkaramadımdı ama belki o anlar. (Okur) Sevgili pederim. Bir kız için pek ayıp olmakla beraber size hayatımın bütün saadetini temin edecek bir itirafta bulunmak mecburiyetindeyim.
SIRRI (Kendi kendine) — Ah, ne güzel ifade.
KÂMİL (Devamla) — Sırrı Bey bize geldiği zaman kendisiyle konuşmuş ve çabuk anlaşmıştık. Onu pek beğendim. Ve kendisini gördüm göreli uyumuyorum.
SIRRI —Zavallı kız!.
KÂMİL — Amma da yaptın ha. (Kendi kendine) Demek hata daha ilerde! (Devamla) Yemek yemiyor, hep onu düşünüyorum. Hayali, daima gözlerimi işgal etmekte. (Söylenerek) Aman ne feci şey yarabbi!
SIRRI — Ne iyi şeyler yazmış. Ne tatlı ifadesi var.
KÂMİL (Kendi kendine) — O da hatanın farkına varamadı. (Yüksek sesle) Neresi tatlı bunun? Tuhaf şey. (Mektubu süratle cebine kor) Ben zaten emindim senin bu kızı istemeyeceğinden.
SIRRI -— İyi ama babacığım.

17. SAHNE Evvelkiler — Merhum

MERHUM (Antreden girer) — Yahu, erik ağacını da devirdik altından hiç bir şey çıkmadı.
KÂMİL.(Kendi kendine) — Dedim ya, gitti bizim erik ağacı!
MERHUM (Sırrı'ya) — Nasıl küçük bey, pederle meseleyi görüştünüz mü? Kızıma ne cevap götüreyim?
SIRRI — Vallahi efendim?
KÂMİL (Alçak sesle Sırrı ya) — Bırak ben cevap vereyim. (Merhum'a) Merhum Bey dostum. Uzun boylu düşündük. Mevzuubahis etmiş olduğunuz o kusur yüzünden maalesef bu iş olmayacak.
MERHUM — Anladım. Esasen biliyordum.
KÂMİL (Sırrı'ya) — Gördün ya, zaten biliyormuş.
MERHUM — Fakat bari bütün ümitlerimi kırmayınız. Hiç olmazsa günün birinde kızım doğru imla yazmasını öğrenirse.
KÂMİL — Yani, evet. SIRRI _ İmla mı? Fakat...
MERHUM — Neyse, anlaştık demektir. Bavulumu alayım bari.
SIRRI (Kâmil'e) — İyi ama baba. (Oturur ağlamaya başlar.)
MERHUM — Bu fena haberi kızıma nasıl vereceğim? Fakat bize bir ricanı daha var. Müsadenizle şu, bence kıymetli asalatikayı da götüreyim.
KÂMİL — Sizin olsun canım. Nasıl olsa kırık dökük şeyler.
MERHUM — Bavulumu alayım. (Çıkar)

18. SAHNE

Kâmil — Sırrı — Sonra Aziz — Sonra Mustafa {Sırrı, masanın önüne oturur ve ellerini yüzüne kapayarak tığlar gibi yapar.)

KÂMİL — Neyse, bu iş de bitti. Artık memnunsun ya? Ne? Ağlıyor musun? Ne oldu, şimdi ağlayacak ne var?
SIRRI — Ne yapayım? Şehlâ ile evlenmeme mani oluyorsunuz. Ben sanki Şehlâ'yı bilmiyor muyum?
KÂMİL — Elbette bilirsin ama iç yüzünü nerden bileceksin.
SIRRI — Kamburundan bilmem nesinden bahsettiniz. Bunlar iç yüzü müdür? Biz onunla bu yaz ne güzel dans ettikti.
KÂMİL — Allah Allah. Demek bu kız hoşuna gitti ha? Şaşarım aklına senin. Vallahi de şaşarım billahi de şaşarım.
SIRRI —- Ne yapayım?
KÂMİL (Kendi kendine) — Anlaşıldı. Bizim mendebur bu kızı seviyor. Ne yapmalı bilmem?!.
AZİZ (Elinde bir demet çiçek olduğu halde kapıdan girer) — Tebrik ederim efendim. Kargaları himaye ve neslini ıslah cemiyetine başkan seçildiniz. Tebrik ederim. (Kâmil cevap vermez) Ne o? Bu haber pek hoşunuza gitmiyor gibi.
KÂMİL (Meşgul) — Yok, yok çok memnun oldum.
AZİZ — Hah, şöyle. Mustafa'yı çağırayım da evin önüne bayrak assın. (Bağırır) Mustafa! Mustafa.
MUSTAFA (Girer) — Efendim?
AZİZ — Git evin önüne bayrağı as! (Mustafa çıkar.)
AZİZ — Ben de gidiyorum. Kasaba gençlerini tabur edip evin önünden geçireceğim. (Çıkar)
KAMİL (Kendi kendine meyus) — Zavallı Sırrı ağlayıp duruyor. Başka çare kalmadı. (Yazıhanenin önüne oturur yazmaya baslar.) Aziz vatandaşlarım, istifamı veriyorum.
SIRRI — Hayret, babam yazı yazmaya başladı. (Ayağa kalkar, babasının önündeki kâğıdı alır, yırtar.)
KÂMİL — Ne yapıyorsun?
SIRRI (Yavaşçacık) — Vatan derken (v)den sonra (a) ister.
KÂMİL — Desene yanlış yazmışım. (Ayağa kalkar. Kendi kendine) Yahu, oğlum olmadan istifamı bile veremiyorum. (Kulisten Merhum' un sesi gelir.) Merhum geliyor.
SIRRI — Ben gideyim.
KÂMİL — Hayır, kal.
MERHUM (Elinde valizi olduğu halde girer) — Allahaısmarladık aziz meslektaşım. Size veda etmeden evvel...
KÂMİL (Lakırdısını keser) — İki gözüm, biz kararı değiştirdik. Oğlumla uzun boylu konuştuk. Sizi meyus etmeye gönlümüz razı olmadı. Bu evlilik Sırrı'yı da memnun edecek. (Yan yan oğluna bakar) Kâfir!
MERHUM (Sırrı'ya) — Sahi mi? Bak buna memnun oldum işte. (Bavulunu düşürür, bavul açılır, asanatika yerlere dökülür. Aldırmaz.) Memnun oldum işte. Çok memnun oldum. Hemen gidip Yedikule'deki o evi tutayım.
SIRRI — Hangi ev?
KÂMİL (Meyus) — Kayınpederin sana İstanbul'da ev bulmuş!
SIRRI (Kendi kendine) — İyi ama babamın nutukları ne olacak? (Merhum'a yüksek) Fakat sizden de bir ricam var. Bunu kabul edeceksiniz.
MERHUM — Aman söyle iki gözüm evladım söyle. Neymiş o rican bakayım. Başım üstüne.
SIRRI — Ben babamı terk edemem. Yani buradan ayrılamam.
MERHUM — Bari iki ay kadar bende kalırsınız artık.
SIRRI (Babasına bakarak) — Bilmem nasıl olur.
KÂMİL — Kabul et, kabul et. İki ay da mürekkep lekeleriyle idare ederim, elimi keserim canım. MERHUM — Kızımı o büyük kusuruna rağmen kabul ettiğinizden dolayı size çok müteşekkirim.

KÂMİL — Neymiş şu kusur Allah’ını seversen?

MERHUM — Ah efendim, manzum aliniz olmadı mı? Bir türlü imlayı beceremez. Bilhassa mutabakatlarda kırdığı potun haddi hesabı yoktur.

KÂMİL (Kendi kendine) — Ha! Bu mu imiş. Ben de bir şey sanmıştım. Yazacağı şeyleri (Mağrur bir tavırla) bana versin. (Kendi kendine) Ben de oğluma veririm. Zaten kâfir bizim ailenin kavait kitabı. Hepimiz derse çalışıyoruz. (Yüksek) Sana damat değil kavait kitabı veriyorum efendi, gözünü aç.

(Perde kapanır.)

Cemil CAHİT

SON EKLENENLER

Üye Girişi