Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

MAKALE ÖRNEKLERİ

TÜRKLERDE AD VERME GELENEKLERİ VE EĞİLİMLERİ ÜZERİNE 

Türklerde ad verme gelenekleri üzerinde oldukça geniş yayınlara rast­lıyoruz. Bir arada toplanması, değerlendirilmesi gereken bu gelenekler üzerinde biz de kısaca durabileceğiz.

Oğuz Kağan Destanı 'nda çocuğa bir yaşına erdikten sonra bir toy ya­pılarak adın, bu törene katılan beylerce konduğunu öğreniyoruz. Bundan önce çocuğun adı yoktur. Bugün Altay'ın kuzeyinde ve Yenisey Irmağı kı­yılarında yaşayan Beltir ve Koybal Türklerinde de doğumdan sonra bir şölen verilerek yaşlı, saygın bir kişi tarafından çocuğun adının konduğu­nu görüyoruz. Yakutlarda ise çocuğa önce iğreti bir ad verilmekte asıl ad, onun göstereceği bir kahramanlıktan sonra konmaktadır. Adın bir başarı­ya, bir kahramanlığa dayatılması Türklerde çok eski bir geleneği belirle­mektedir: Çocuk, bir kahramanlık gösterinceye değin adsız sayılmakta, ilk başarı ya da kahramanlığından sonra kendisine bununla ilgili bir ad konmaktadır. Oğuz Kağan Destanı 'na göre Uruz Bey'in oğlu, babasının kendisine saklamasını buyurduğu şeyi iyi saklayıp Oğuz Kağan'a teslim ettiği için Kağan ona Saklap adını vermiştir. Yine Kağan 'ın Buz Dağı 'na kaçan atını kurtarıp getiren beye, üstü başı karlı olduğu için Karluk adı­nın verildiği yazılıdır. Dede Korkut'ta da çocuğa ad verilmesi ancak on beş yaşından sonra gösterdiği bir kahramanlık sonunda oluyor; ad, bu­nunla ilişkili bulunuyordu. Nitekim Dirse Han'ın oğlu, bir boğayla dövü­şüp onu öldürdükten sonra Boğaç adını almıştır.

Eski Türklerde ad verme geleneklerinden biri de çocuğa doğumdan sonra lohusanın kendine geldiği anda ilk gördüğü şeyin adının verilme­siydi. Bu gelenek nedeniyle ilk bakışta verilme nedeni anlaşılmayacak adlarla karşılaşılabiliyordu. Aynı geleneğin bugün Altay Türklerinde bi­raz değişerek sürdüğünü görüyoruz: Çocuğa lohusanın odasına ilk gire­nin adı verilmektedir. L. Rasonyi, bu gelenek nedeniyle -odaya ilk giren bir Rus kadını da olabildiği için- o yörede Rus kadın adlarına rastlandı­ğını da belirtmektedir.

Türklerde bir ad verme yolunun da bir inanca dayandığı göze çarp­maktadır. Özellikle daha önceki çocukları yaşamayan ailelerde yani do­ğanın yaşaması için ona Durdu, Duran, Dursun; Durmuş, Durak, Yaşar, Satı, Satılmış adları verilmekte, bunlardan Satı ve Satılmış adları, yeni doğan çocuğun hiç çocuğu ölmemiş kadınlara para karşılığı satılması bi­çimindeki varsayımsal, küçük bir törenle konmakta; bugün Anadolu 'da da rastlanan bu ad verme sırasında çocuğa -kimi bölgelerde- bir de gömlek dikilmektedir.

Bugün Türkiye dışındaki Türklerde ve Türkiye 'de eski ad verme gele­neklerinin süregeldiğini gösteren başka tanıklar da vardır. Bunlar üzerin­de ayrıca durmuyoruz.

Bugün Türklerde özellikle Türkiye'de ad verme eğilimleri açısından ortaya konabilecek gerçekler, dil bilim açısından da çok ilgi çekicidir. Bu gerçeklerden ilki, bugün Türkiye'de erkek ve kadın adlarında göze çarpan ve kanımızca dünyanın pek az ülkesinde bulunabilecek olan çeşitliliktir. Bir başka deyişle bugün Türkiye'de yeni doğanlara konan adların tek tek sayısı, başka ülkelerdekine oranla çok yüksektir. Aydın Köksal'ın 1974 yı­lında üniversite sınavlarına başvuran adayların adları üzerinde bilgisa­yarla yaptığı sayım sonunda 14.740 erkek, 6595 kız adına (değişik, tek tek adlar) rastladığını burada belirtmeliyiz. Dilde geniş bir söz varlığı oluş­turan bu adlardaki çeşitliliğin doğuşunda Türk geleneğinden gelen adla­ra eklenen büyük ölçüdeki İslam adlarının yanı sıra cumhuriyetten sonra ad verme konusunda beliren gelişmeler, Türkçe kökenli sözcüklere ve tü­retmelere büyük ölçüde eğilim gösterilmiş olması da etkili olmuştur. Kök­sal'ın belirttiğine göre kız adlarında Türkçe kökenlilerin oranı daha yük­sektir. Birçok ana baba da çocuklarına yeni, az duyulmuş ya da hiç du­yulmamış adlar vermeyi yeğlemekte, söyleyiş güzelliğine önem vererek ki­mi zaman kökenine, hangi dilden geldiğine, anlamına bakmadan adlar tü­retmektedir.

Burada hemen belirtmeliyiz ki ad koyma eğilimleri ana babanın kültür çevresine, sosyal yapıya göre ayrımlar gösterir. Bu nedenle değişik kesim­lerde görülen özellikler üzerinde durmadan önce bütün ülkeyi kapsayan genel nitelikleri belirlemek gerekir sanıyoruz.

Bugün Türkiye'de özellikle kırsal alanlarda İslam adlarının konması yolundaki yaygın eğilim süregelmektedir. Mehmet, Ahmet, İsmail, Osman, Hüseyin, Hasan, Mustafa, Ali gibi erkek adlarıyla Ayşe, Emine, Hatice, Fatma gibi kadın adları kentsel alanlarda da yaygın olarak kullanılmak­ta ayrıca ana babanın, yakınlarının adlarını yaşatma isteği bu adların ön ad ya da göbek adı olarak konması sonucunu doğurmaktadır. Aydın Kok­sal'ın sayımına göre en yaygın erkek adı Mehmet, ikincisi Mustafa'dır; bunları daha düşük sayılarla Ahmet, Ali, Hüseyin, Hasan, İbrahim, İsma­il, Osman, Ömer, Süleyman izliyor. Bir öğrencimin hazırladığı bitirme te­zinde ise değişik çevrelere ve yaş gruplarına dayanan bir araştırmanın sonuçları verilmiştir ki bunlar da Aydın Koksal'ın vardığı yargılara uy­maktadır.

Bugün Türkiye'de ad vermede görülen eğilimler konusunda İlhan Baş-göz'ün ve Sedat Veyis Örnek'in çalışmalarından da söz etmek gerekiyor. Başgöz, toplumdaki değişmenin bu arada kentleşmenin adlara etkisini belirlemekte, değişik yörelerde yaptığı araştırmanın sonuçlarını vermek­tedir. Araştırmacı, adların en çok ata ve yakınların adlarından seçildiği­ne değinmekte asker arkadaşı, kumandan adı, dinsel ad, komşu adı, tarih ya da politika büyüğü adı, doğum zamanına bağlı ad gibi öğelerin yüzde­lerini de göstermektedir.

Sedat Veyis Örnek ise Anadolu'da adı belirleyici etmenleri sırasıyla şöyle belirliyor: a) Çocuğun doğduğu gün, ay ve mevsimle b) Yatırlar ve ziyaretlerle c) Tanrı 'nın sıfatları, peygamberler ve peygamber yakınlarıy­la d) Tarihî kahraman ve siyasal liderlerle e) Hayvanlar, madenler, bitki­lerle f) Çocuğun doğduğu yerlerle g) Minnet, şükran, hayranlık ve dost­luk duygularıyla h) Ölmüş büyüklerle i) Toponimiyle j) Coğrafi öğelerle k) Kozmik, göksel ve meteorolojik olaylarla l) Manevi organlarla ilgili adlar m) Uyumlu adlar n) Modayla ve kültür değişmeleriyle o) Yaşatıcı güçlerle ilgili adlar.

Ad bilimde soyadı konusu da öteki adlar kadar önemlidir; Türkiye'de ancak 1934'te kabul edilen bir yasayla yerleşen soyadları başka ülkeler­de eskilere uzandığı için tıpkı öteki adlar gibi bu adlar da öteden beri dil­sel gereç olarak derinliğine incelenmiştir.

Türkçedeki soyadlarının da dil bilim açısından ilginç birtakım yönleri vardır. Bu yönlerden biri soyadlarındaki Türkçe öğelerin oranının yüksekliğidir. Türkçe kökenli sözcüklerden seçilen, türetme ya da birleştirme yo­luyla oluşturulan soyadları büyük bir toplam tutmakta hatta çoğunluğu sağlamış bulunmaktadır. Bu durum özleşmenin halkça benimsendiğini gösteren önemli tanıklardan biridir. Yabancı kökenli sözcüklerden kurulan bir bölüm soyadlarında da birtakım Türkçe biçim birimlerin yer aldığı gö­rülmektedir (Müftüoğlu, Kitapçıgil, Haznedarlar gibi).

Türkçe soyadları konusunda Saim Sakaoğlu'nun uzun incelemesinden söz edilmelidir. Türkiye'de soyadı yasasının kabul edilişini, bu konudaki gelişmeleri ortaya koyduktan sonra soyadlarını değişik açılardan incele­yen yazar, öğrencilerine ait 133 soyadını veriliş biçimi ve anlamlarıyla yazısına almış, geniş bir kaynakçaya da yer vermiştir. Soyadları üzerinde çalışmış olan Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu ve başka yazarların yayınları için aynı yere bakılabilir.

   Doğan Aksan, Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dil Bilim

 İLGİLİ İÇERİK

11.SINIF MAKALE SLAYTI

MAKALE ORNEKLERİ-2

MAKALE ÖZELLİKLERİ

MAKALE - TÜRK TARİHİ

KÜLTÜR VE DİL - MAKALE

MAKALE-TÜRK DİLİ ZENGİN BİR DİL MİDİR?

 

   


ATATÜRKÇÜ EĞİTİM ÜZERİNE

Genel anlamda Atatürk'ün görüş ve direktiflerinin her biri, ilgili oldu­ğu alan için bir ilkedir. Ancak bunların tümünü Türk Devleti'nin ana ni­telikleri olan altı başlık altında toplamak daha sistematik bulunmuştur. Bunlar: Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılâpçılıktır. Atatürk inkılâpları ise her Türk vatandaşının bildiği ve yaşa­dığı için unutmaması gereken devlet ve toplum hayatımıza onur getirmiş olan yeniliklerdir.

Yeni Anayasamızın 42. maddesi: "Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre devle­tin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğre­tim yerleri açılamaz." demektedir.

Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda eğitim, Türk Devleti ve milletini yaşatmak için onun gösterdiği amaçlara dönük, gerçekleştirdiği yapıya sahip, öngördüğü görevleri yerine getirecek bir eğitim sistemi ile yapılan eğitimdir. Esasen cumhuriyet öncesi ve sonrası eğitim farklılığı, iki sistemin amaç, yapı ve görev özelliklerinden kaynaklanmıştır.

Bu özelliklerden başta geleni, devletin ve milletin bütünlüğünü gerçek­leştirecek olan eğitim sisteminin bütünlüğüdür. Sistem teorisinin temel ilkesi, amaç birliğidir. 1924 yılında çıkarılan "Tevhidi tedrisat" yani Öğre­timin Bütünleştirilmesi Kanunu da bu bilimsel gerçeğe dayalıdır. Atatürk diyor ki: "İki parça hâlinde yaşayan milletler zayıftır, hastadır." Öyleyse Atatürkçü eğitim, millî birlik ve beraberliği sağlayacak eğitimdir.

 ....

Atatürk'e göre çağdaş ve uygar bir toplumu yaratacak en etkili araç, eğitimdi. Millî birliğin, laik devletin, politik bağımsızlığın, ekonomik ge­lişmenin gerçekleşmesi, kamu eğitiminde yenileşme ile mümkündü. Yerli ve yabancı yazarlar, Atatürkçülük ile müspet bilimcilik arasında güçlü ilişkiler kurmuşlardır. Öyleyse Atatürkçü eğitimin bir özelliği de çağdaş bilimlerin ışığında yapılmasıdır. Çünkü bilim ve fen dışında rehber ala­mamayı öğütleyen ulu önder, eğitim sistemini akılcı, deneyci ve gerçekçi amaçlara ve programlara yöneltmiştir. Bu amaçları ve programları da düşünme ve araştırma özgürlüğü sağlayan eğitimin laiklik niteliği ile des­teklemiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması ile eğitim sisteminin laik­leştirilmesi paralel gelişmelerdir. Aksi hâlde eğitim sistemi, inkılâpların hem yayıcısı hem de koruyucusu olamazdı. Bu nedenle eğitimin yönetici­leri laiklik ilkesini dikkatle izlemek ve sürdürmek zorundadırlar.

Anayasamızın 58. maddesi ise: "Devlet, istiklal ve cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müspet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda ve devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır." demektedir.

Türk gençliğinin bölücü görüşlere karşı yetiştirilmesi, millî bir eğitim sisteminin bütünlüğü içinde yetiştirilmesini gerektirir. Atatürk, böyle bir sistemin programlarının, geçmiş dönemin boş inançlarından, Doğu ve Batı 'dan gelecek olumsuz fikir ve etkilerden uzak tutulmasını istemiştir. Ayrıca, program amaçlarının millî tarihimiz ve millî karakterimize daya­lı olarak geliştirilmesini öngörmüştür.

Atatürk diyor ki: "Çocuklarımıza ve gençlerimize, ülkenin bağımsız­lığına, millî geleneklerimize ve kendi benliklerine düşman olanlar ile na­sıl mücadele edecekleri öğretilmelidir. Çünkü böyle bir mücadelenin ge­rektirdiği bilgiler ve değerlere sahip olmayan kişilerden oluşan toplumla­ra, hayat ve bağımsızlık hakkı yoktur."

Bilgiyi davranışa çeviren güç, değerdir. Çocuklarımıza çok erkenden, daha okul öncesinde iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, haklı ile haksızı ayı­rabilme yeteneğini kazandırmalıyız. Bu yeteneklerini de öğrenimleri bo­yunca pekiştirmeliyiz. Cumhuriyetin ihtiyacı olan ahlaklı, inkılâpçı, atılgan, iradeli, karakterli koruyucuların eğitiminde hareket noktası, temel değerler olmalıdır. Bu değerlerin çocuklarımıza erkenden kazandırılması ve sürdürülmesi görevi ve sorumluluğu da öncelikle ana ve babalara düşmektedir.

Gene Anayasamızın 2. maddesi, "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun hu­zuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere daya­nan, demokratik, laik ve sosyal ve hukuk devletidir." demektedir. Bu mad­denin kapsamında yer alan Atatürk milliyetçiliği kavramı, eğitim sistemi­mize belli amaçlar göstermekte ve görevler vermektedir.

Atatürk, millet kavramını aynı kültüre sahip insanlardan oluşan toplum olarak tanımlamıştır. Türk milliyetçiliğini de Türk toplumunun özel karak­terini ve bağımsız kimliğini korumak olarak belirlemiştir. Türk milliyetçi­liğinin halkçılık ile beraber yürüyeceğine ancak halkçılığın uygulanması için milliyetçi olmak gerektiğine dikkati çekmiştir. Zaten halkçılığın baş­langıcı da millî mücadeledir.

Atatürk, yeni cumhuriyetin yeni kuşağa vereceği eğitimin de millî ol­masını istemiştir. Bu eğitimin boyutları, Türk milleti, Türk yurdu, millî kültür ve dil, millî karakter ve ideal, millî birlik ve beraberlik, millî ahlak ve duygudur. Ayrıca bu eğitimin amaç, kapsam, yöntem ve araç bakımla­rından da millî nitelik taşıyacağı, tartışmanın ötesindedir.

Atatürk'e göre bir milletin hayat mücadelesinde maddi ve manevi bü­tün güçlerini artırabilmesi, millî eğitimde yüksek bir düzeye erişmesi ile mümkündür. Ancak, millî eğitim ile geliştirilecek ve yükseltilecek olan genç dimağların, paslandırın, uyuşturucu ve hayalî fazlalıklar ile doldu­rulmasından da kaçınmak gereklidir.

Bu kavramların, görüşlerin ve direktiflerin ışığında özetlersek millî eğitim: a) Türk milletinin birlik ve bütünlüğünü b) Türk Devleti'nin düş­manlarına karşı koyabilme gücünü c) Türk vatandaşının millî bir gurur kazanmasını d) Türk milletinin millî bir şuur kazanmasını e) Millî yaratı­cılığımızı gelişmesini f) Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşılmasını amaçla­yan ve gerçekleştiren eğitimdir.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan Atatürk'ün yeni Türkiye Cumhu­riyeti ve Türk milletinin birliği, bütünlüğü ve yaşaması için eğitim girişi­minden olduğu kadar eğitimcilerden de önemli ve fedakâr görevler bekle­diği görülmektedir.

Atatürk'e göre memleketi ve toplumu amaca ve mutluluğa eriştirmek için iki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin geleceğine yön veren irfan ordusu. İkincisi olmadıkça muharebe meydanlarında kazanılan zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi mümkün değildir.

Atatürk, yeni Türkiye Devleti 'ni bir halk devleti olarak görmüştür. Bu nedenledir ki Batılı yazarlar, onun halkçılık ilkesini, demokrasi kavramı­na eş değer bulmuşlardır. Gene bu nedenle ulu önder, eğitimi okulculuk olarak değil halkçılık olarak kabul etmiş, halk eğitimi ile kadın eğitimine büyük önem vermiştir. Öğretmenlerden her fırsattan yararlanarak halkla beraber olmalarını ve alfabe okutmanın ötesinde inkılâp ve çevre lideri rolleri oynamalarını istemiştir...

Atatürk ilkeleri ve inkılâplarının yaşatılması ve yayılması için cumhu­riyetimizin her bakımdan güçlü koruyuculara ihtiyacı bulunmaktadır. Çünkü Atatürk öğretmenlere: "Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür kuşaklar ister." derken ayrıca: "Sizin başarınız cumhuriyetin başarısı olacaktır." demiştir.

Eğitimin temel görevi, devleti yaşatmaktır. Bu temel görev çerçevesin­de politik görevi, devlete sadık vatandaş yetiştirmek, sosyal görevi toplu­ma uyumlu vatandaş yetiştirmek, ekonomik görevi de iyi üreten ve tüke­ten vatandaş yetiştirmektir. Eğitimciler, bu görevleri hareket noktası ala­rak Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilimin ışığında eğitim yaptıkları sürece cumhuriyetin gerek duyduğu nitelikteki koruyucu­ları yetiştirmiş olacaklardır.

 Ziya Bursalıoğlu Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi

 

 

 İLGİLİ İÇERİK

11.SINIF MAKALE SLAYTI

MAKALE ORNEKLERİ-2

MAKALE ÖZELLİKLERİ

MAKALE - TÜRK TARİHİ

KÜLTÜR VE DİL - MAKALE

MAKALE-TÜRK DİLİ ZENGİN BİR DİL MİDİR?


DÜŞÜNME TEMBELLİĞİ

Düşünmek ve tembellik!.. İnsanların özelliklerini, amaçlarım belirleyen en önemli iki temel kavram. Madalyonun karşıt iki yüzünden biri olan düşünmek, "zihinden geçir­mek, bir sonuca varabilmek için inceleme, karşılaştırma, aradaki ilgilerden yararlan­ma, zihniyle doğruyu, eğriyi arayıp bulma, ilgili ve titiz davranma, değerlendirme" biçiminde; tembellik de, "iş yapmak istememe, üşenme" biçiminde açıklanmaktadır. Başarının nedeni düşünebilmek, başarısızlığın nedeni de tembelliktir; fakat düşünme tembelliği başarısızlıktan öte yıkımdır da... .

Düşünen kişi, düşünme yetkisini elinde bulundurabilen kişidir. Başkalarının düşündü­ğü, söylediği, istediği gibi değil; kendi akıl gücüne dayanarak, kendi bilgilerinden, yete­neklerinden, becerilerinden, isteklerinden yararlanarak; kendi seçtiği amacı gerçekleştirmek için çalışan; eninde, sonunda başarıya ulaşan kişi, düşünebilen kişidir. Düşünen kişi etki altında kalmaz: Doğruyu, gerçeği arar, bulur; bunu söylemekten, bu­nu yapmaktan asla geri kalamaz; bu yüzden etkileyen kişidir. Kopye etmez; kendi akıl süzgecinden geçirmeden, çeşitli bilgilerle karşılaştırmadan, inceleme, araştırma yapma­dan, doğrusunu öğrenmeden bir şeyi benimsemez; ilginç ve özgün kişiliğiyle, yaptıkla­rıyla daima kopye edilir. Zekâ kıvraklığı, onu düşünceli ve duyarlı yapar; varlığının ve sorumluluğunun bilincindedir. Nedenine inanmadığım kesinlikle yapmaz; fakat inandığını da yapmaktan asla geri kalmaz. Taşıdığı sorumluluk, onun başarılı olmasını sağ­lar. Araç olmaz; ama araç olarak yararlanmakta da başarılıdır. Eğer basit çıkarlardan da kurtulabilirse, gerçekten en soylu kişiler düşünebilen kişilerdir. İnsanlığın bugünkü uygarlık aşamasına gelebilmesi, bir yerde onların eseridir. Yöneten kişi özelliği de göz­den uzak tutulmamalıdır; yönetilmezler; fakat yönetirler.

Düşünme tembeli olan kişiler böyle midirler? Onlar en başta duyarsızdırlar: Doğru­ya, gerçeğe, güzele, iyiye karşı duyarsızdırlar. Tıpkı düşünen kişinin yarattığı robot gi­bi. Robot, kendisine buyrulanı eksiksiz ve aynen yapar; onun beyni, yeteneği, gücü kendisini yönetenin elindedir. Duyarsızlık, anlama ve kavrama yeteneğinden yoksun oluş, düşünme tembelini yönetilen, güdümlü insan durumuna düşürür. Başkalarının isteklerini böylesine yerine getirebilen kişi, kendi işini kendi yeteneğiyle yerine getirmede etkisizdir. Duyarsızlık onu hiç duymamış gibi davranmaya, aldırmazlığa, ilgisizliğe, is­teksizliğe götürür. Kendiişlerinde başarısız oluşlarının nedeni budur.

Duyarsızlıkları, zekâ kıvraklığından yoksun oluşlarından ileri gelir. Çabuk, kolay, hemen kavrayabilme, sezebilme, anlayabilme anlamına gelen zekâ kıvraklığından yok­sunluk "vurdumduymazlık", "ağır" sözleriyle tanımlanır. Gerçeğe, doğruya, güzele karşı sağır; fakat yıkmaya, yok etmeye karşı ise duyarlı olması, kendi akıl gücüyle hare­ket edememesinden, güdümlü insan olmasındandır.

Düşünme tembeli, sorumluluk duygusu da taşımaz. Böyleleri kendilerini hiçbir şey­den, görevlerinden, ödevlerinden sorumlu saymazlar. Kendilerini yetiştirmekten, ara­maktan, incelemekten, gerçeği bulmaktan sorumlu saymazlar kendilerim. Eğer tek kitaplık insan iseler, yapamayacakları kötülük yoktur; kendi dizginleri kendi kafaların­da, kendi ellerinde olmayan böylesi düşünme tembelleri, geliştiremedikleri kişiliklerini kabul ettirmek düşkünlüğündedirler. Güzeli, doğruyu gerçeği arayıp bulmakta, insan olmada başarısız; fakat buyrulanı yapmakta çok başarılıdırlar.

Çağımızda düşünen insanla düşünme tembeli insan arasındaki çelişki çok belirginleş­miştir. Düşünen kişi yapar, yaptırır; bu yüzden başarır, başarılıdır. Düşünme tembeli ise zeki de olsa, işletemediği zekâsıyla duyarsız, sorumsuz olduğundan kendi kendine yapamaz; ancak buyrulanı yapar; böylelerinin gerisinde daima bir yaptıran vardır.

 

 İLGİLİ İÇERİK

11.SINIF MAKALE SLAYTI

MAKALE ORNEKLERİ-2

MAKALE ÖZELLİKLERİ

MAKALE - TÜRK TARİHİ

KÜLTÜR VE DİL - MAKALE

MAKALE-TÜRK DİLİ ZENGİN BİR DİL MİDİR?


 ÇOCUK ve TİYATRO

Günümüzde tiyatro, çocuklar için en etkin öğrenme araçlarından biridir. Çocuk, aynı ortamda bulunduğu yaşıtlarıyla, sosyal ve duygusal açıdan bir etkileşim içerisindedir. Toplumda uygun ve beklenen davranışları gösterebilme ve bunun yanı sıra kurallara uyabilme yine tiyatro aracılığıyla kazanılan becerilerdir. Tiyatroda bir oyun izlemek yalnız sosyal değil, çocuğun duygusal ve zihinsel gelişimine de önemli bir katkıda bulunur. Kimi zaman anne babayla, kimi zaman da arkadaşlar veya öğretmenlerle paylaşılan hu değerli zaman diliminde çocuk birçok farklı duygu yaşar; heyecanlanır, üzülür, sevinir, öfkelenir. Bir yandan da oyunun konusunu kavramaya çalışır, zihninde olayları değerlendirir.

Tiyatro, çocuklar için etkili bir sosyal öğrenme ortamıdır. Öyle ki, önce anne-baba çocuğu ile birlikte hangi oyuna gideceğine karar verir, bilet alınır ve oyuna gidilir. Çocuğunuz ona gösterilen yere oturur; sessiz olmalıdır, kimseyi rahatsız etmemesi gerektiği anne-baba tarafından söylenir. Çocuk oyun sırasında sanatçıların yönlendirmesiyle oyuna sözlü veya sözsüz işaretlerle katılabilir. Sanatçılar izleyicileri oyun sonunda selamlar. Bunların tümü, çocuk için sosyal öğrenme sürecidir. Olumlu sosyal davranışların kazanılmasında bir adımdır.

Bilimsel çalışmalar, çocuğun yaş ve ilgi düzeyine uygun tiyatro oyunlarının yalnız sosyal gelişimini değil, çocuğun zihinsel ve duygusal gelişimini de olumlu yönde etkilediğini göstermektedir. Çocuk oyunu izlerken bir yandan konuşmaları değerlendirir, oyunun sonunu merak eder; oyundan bazı dersler çıkarmaya başlar. Soyutlama ve genelleme yapar. Tüm bu zihinsel etkinlikler çocuğun hayal gücünü geliştirir ve daha yaratıcı olmasını sağlar. Bunun yanı sıra belirli bir süre dikkatini oyunun konusuna odaklayacağından çocuğun dikkat süresi de artacaktır.

Tiyatroda sergilenen oyunlarda çocuk gözlem yoluyla öğrenmektedir. Oyuncuları kendisine model alır ve onlarla empati kurar. Bazı oyuncularla özdeşleşir. Kendisini oyun içinde farz eder ve farklı durumlarla karşılaştığında nasıl tepki vermesi gerektiğini ya da nasıl tepki verebileceğini öğrenir. Bir anlamda kendini sınar. Duygu ve düşüncelerini daha iyi ifade edebilir. Günlük yaşamda konuşulan dili daha etkin kullanabilir. Bu da dil gelişiminin bir göstergesidir.

Günümüzde psikolog ve eğitimciler tiyatronun tedavi edici özelliğinden de yararlanmaktadırlar. Çocuktaki duygusal problemlere ve uyum sorunlarına drama tekniğiyle çözüm aranmaktadır.

Görsel ve işitsel duyularımıza hitap etmesi, tiyatroyu birçok eğitim aracından üstün kılmaktadır. Dekor, ses, ışık ve kostümler çocukları farklı bir dünyaya götürür ve yaşama farklı bir açıdan bakabilme fırsatı verir.

Sonuç olarak tiyatro, çocuğun sosyal, zihinsel ve duygusal gelişimine katkıda bulunmaktadır. Çocuklara yeni bir ilgi alanı oluşturmak ve onlarla keyifli bir zaman geçirmek açısından çocuk oyunlarının daha sık izlenmesi önerilmektedir.

NURAN ÇETİNOĞLU

 

 İLGİLİ İÇERİK

11.SINIF MAKALE SLAYTI

MAKALE ORNEKLERİ-2

MAKALE ÖZELLİKLERİ

MAKALE - TÜRK TARİHİ

KÜLTÜR VE DİL - MAKALE

MAKALE-TÜRK DİLİ ZENGİN BİR DİL MİDİR?


TÜRK EDEBİYATI-MEHMET KAPLAN


Dil, her gün konuşulmak suretiyle işlenilir. Konuşan, dış âlemde bulunan bir varlığı veya duygu ve düşüncesini anlatmak için, bildiği kelime ve deyimlere başvurur. Onlar yetişmezse yeni kelime ve deyimler icat eder yahut bilinen kelimelerin yerlerini değiştirir.


Orijinal şahsiyeti olan öyle köylüler ve halk adamları vardır ki değme şair ve yazarlardan daha iyi konuşur, yeni kelime ve deyimler icat ederler.
Okuma-yazma bilmeyen saz şairleri kafiyeleri kullanırken çok güzel hayaller ve nükteler bulurlar.
Türklerin binlerce yıldan beri süregelen çok zengin bir “sözlü edebiyat”ları vardır. Bunlardan pek azı yazıya geçmiştir. Atatürk Üniversitesi Türk Halk Edebiyatı Kürsüsü hocaları ve öğrencileri bunlardan bir kısmını toplamışlardır. Her köy ve kasabadan en az bir kitap dolusu türkü, masal, destan, bilmece, tekerleme toplamak mümkündür. Radyo, okul ve televizyon kültürü, bu binlerce yıllık, halk kültürünü öldürüyor. Bunların gün geçirilmeden toplanması lazımdır.


Halk edebiyatı, halkın yaşayışının, inanç ve değer hükümlerinin bir hâzinesidir. Bu edebiyat beşikten başlayarak insan hayatının bütün safhalarını içine alır.
Türk halk edebiyatı aşk, ölüm, hasret, tabiat sevgisi, acıma, alay, din duygusu, kahramanlık, ahlak gibi beşerî bütün duygulan işler. Bundan dolayı onları Türk millî kültürünün en kıymetli hâzinesi olarak korumalıyız.


Türk halk edebiyatı, bir kaya gibi insanoğlunun temel duygularına dayandığı için üzerine en yüksek binaları inşa etmeğe ve işlenmeğe elverişlidir. Dünyanın en büyük sanat eserlerinden birisi olan Faust, bir Orta Çağ Alman efsanesine dayanır. İşlenildiği takdirde her Türk masalı veya destanı millî ve insani değer taşıyan bir sanat eseri hâline getirilebilir. Fakat bir Orta Çağ hikâyesinden Faust çapında bir şaheser vücuda getirmek için de Goethe’nin (Göte) dehasına sahip olmak lazımdır.
Millî Edebiyat akımıyla beraber Türk edebiyatçıları Türk halk şiirlerini, masal, destan ve hikâyelerini işleyen güzel eserler vücuda getirmişlerdir. Şinasi ve Ahmet Mithat Efendi’den sonra Türkiye’de halk kültürüne en derin ve geniş manayı veren Ziya Gökalp, eski Türk masallarım manzum ve mensur olarak işlemiştir. Arkadaşı Ömer Seyfettin de bazı hikâyelerinde halk edebiyatından faydalanmıştır. Cumhuriyet devri Türk edebiyatçılarının başlıca ilham kaynaklarından biri halk edebiyatıdır. Bu sahada henüz Goethe’nin Faust’u gibi bir şaheser vücuda getirilememiştir ama Türk edebiyatçıları, millî kültür ile evrensel kültür arasında güzel ve sağlam bir köprü kurmuşlardır.
Halk dili ve halk edebiyatı bizi halka yaklaştıran en iyi vasıtadır. Yalnız Türk aydınları kanunda belirtildiği gibi Türk halk kültürü ile “evrensel kültür”ü birleştirirken her ikisini yozlaştırmamalıdırlar.


Türk halk kültüründe dile gelen değerler Türk halkının binlerce yıldan beri bağlı bulunduğu değerlerdir. Türk halkı “yiğitlik”, “aşk”, “din”, ve “iyilik” duygularına çok yüksek bir değer verir. Onları asla maddî menfaat ve ihtiraslarla karıştırmaz. Türk halkı için “madde” bir gaye değil, bir vasıtadır. Türk halkının halis ayar altın gibi muhafaza ettiği bu değerlere yabancı milletlerin kültürel değerlerini karıştırarak bozmamalıdır. Bugün Batı kültürünü yanlış anlama neticesi bu değerleri küçümseyenler veya maddi menfaate bağlayanlar vardır. Maddenin vasıta olmaktan çıkarak gaye hâline gelmesi insanlığı sükût ettirir. Türkler kendi millî kültür değerlerini çağdaş teknik ve üsluba göre işleyebilirlerse insanlığa da faydalı olabilirler.


Türk kültüründe yazılı edebiyat VIII. yüzyılda başlar. Bu tarihten itibaren yazılı Türk edebiyatı gittikçe zenginleşir. Türkler İslamiyet’i kabul ettikten sonra Orta Asya, Azerbaycan ve Türkiye’de asırlardır süregelen yazılı edebiyat gelenekleri teşekkül etmiştir. Bu üç saha arasında münasebetler de vardır. Fuzulî ve Nevaî Türkiye’de de okunur.
Bugün Sovyetler Birliği’ne bağlı Türk topluluklarının hepsi yazılı edebiyata sahiptir. Yugoslavya’da da zengin bir yeni Türkçe edebiyat gelişmektedir.

Türkiye ile beraber bugün dünyada 150 milyona yakın insan Türkçe konuşmaktadır. Fakat çeşitli ülkelerde yaşayan Türklerin lehçeleri arasında muhtelif ülkelerde kullanılan Alman, İngiliz, Fransız ve Arap dillerindekine benzer bir yakınlık yoktur. Bunun sebebi, Kıbrıs, Yugoslavya ve Irak Türkleri hariç, diğer ülkelerdeki Türkler arasındaki kültür münasebetlerinin kuvvetli olmayışıdır. Bununla beraber, Sovyetler âlemindeki Türkler, Türkiye edebiyatım takip ediyorlar.


Türkiye’de dış Türklerin edebiyatlarına karşı ilgi çok azdır. Türk üniversitelerinde Azeri, Kazak, Kırgız, Türkmen, Özbek vesair Türk edebiyatlarını okutan kürsüler yoktur. Bu büyük bir eksikliktir. Türkiye üniversiteleri ile liselerinde dış Türklerin edebiyatlarına mutlaka yer verilmelidir. Alman, İngiliz, Fransa, İtalyan, Çin, Fars, Arap dil ve edebiyatlarının okutulduğu bir Türk ülkesinde, diğer Türk ülkelerinin dil ve edebiyatlarına ehemmiyet verilmeyişini anlamak güçtür.


Bunun başlıca sebebi, çağdaşlaşmak mecburiyetinde olan Türkiye’nin millî kültüre gereken ehemmiyeti vermeyişidir. Fakat Türkiye, teknik sahada çağdaş medeniyet seviyesine ulaşınca, kültür konularım el almağa da vakit ve imkân bulacaktır. O zaman millî kültür kaynaklarına büyük bir iştiyakla dönecektir.


Türk milletinin tarihî macerasını ve şahsiyetini tam olarak bilmek için halk arasında hâlâ canlılığını devam ettiren sözlü edebiyat kadar kütüphane raflarında sessiz uyuyan yazdı edebiyata da ehemmiyet vermek lazımdır.


VIII. yüzyıldan kalma Göktürk Abideleri ve yazdı mezar taşları, Türklerde yazdı kültürün çok daha önceki yıllara uzandığını ve Orhun harfleri denden Türk harflerinin geniş halk kitlesi tarafından okunduğunu gösteriyor. Eski Türk kültürünün geliştiği bu ülkelerde bizim kazı yapmamız mümkün olmadığı içi daha derinlere gidemiyoruz, ileride yapılacak keşiflerle pek çok yeni eserin meydana çıkması muhtemeldir.


Türkler, İslam dini ile karşılaşmadan önce Budizm, Manihaizm, Hristiyanlık ve Museviliğin tesiri altında kalmışlardır. Bu dillerin hepsi yüksek bir medeniyet ve edebiyat vücuda getirmiştir. Büyük bir kısmı Uygur harfleriyle yazılı olan bu dinlere ait metinlerin çoğunu Avrupalı ilim adamları okumuş ve neşretmişlerdir. Lazım gelirdi ki kendi medeniyet tarihlerini ilgilendiren bu metinleri Türk âlimleri okusun ve neşretsinler.


Bu devre ait araştırmalar ve metinler Türkiye’de beş on âlimin dışında aydınlar tarafından bile bilinmemektedir. Hâlbuki İslamiyet öncesini aydın kitlesinin hatta halkın bilmesinde fayda vardır. Bu dinler bilhassa Budizm ve Manihaizm, Türklerin asırlardan beri yaşadıkları hayata, örf ve âdete aykırı idi. Bundan dolayı geniş Türk kitlesi bu dinlerden hoşlanmamış, İslamiyet’i ise candan sevmiştir.


Bin yıllık yazılı Türk edebiyat ve kültürü, İslamiyet ile yoğrulmuştur. Türkün aktif mizacına ve hayat görüşüne uyan İslamiyet, daha önce de belirtildiği gibi Türklerin millî kabiliyetlerini geliştirmiş, onların maddi güçlerini, manevi değerlerle donatmıştır.


Türkler İslamiyet’i kabul ettikten sonra Büyük Selçuklu İmparatorluğu ile Anadolu Selçuklu Devleti’ni ve Osmanlı İmparatorluğumu kurmuşlardır. Bu devir Türk edebiyatı, Türk milletini bin yıl terbiye eden kıymetlerle doludur.


Çağdaş medeniyete geçerken Türk tarih ve medeniyeti haksız yere kötülenmiştir. Bizim eski tarih, edebiyat ve medeniyetimize sahip olan her medeni millet onunla övünürdü.


Eski edebiyatımızın kötülenmesinde onu ilmî bir şekilde incelemeyiş ve değerlendiremeyişin de rolü vardır. Bir şeyin değeri ona bakana bağlıdır. Eski Türk edebiyatı, eski Türk kültür ve medeniyetini bugünkünden farklı bir dil ve üslup ile ifade eder. Başka milletlerin eski edebiyatları da yaşayan dil ve üsluptan farklıdır. Eski edebiyatımıza yeni bir gözle bakabilmek için Avrupalıların bakış tarzlarından ve usullerinden istifade etmeliyiz.


Eski Türk edebiyatını değerlendirirken onu çağdaş Batı edebiyatı ile değil, Orta Çağ Batı edebiyatı ile karşılaştırmak lazımdır.

Liselerde eski Türk edebiyatı, daha ziyade tahlilî olarak okutulmalıdır. Çağdaş kültürün tesiri altında kalan yeni nesilleri eski Türk edebiyatına ısındırmak için zihnî ve ruhi hazırlığa ihtiyaç vardır. Bir kere anlaşıldı ve zevkine varıldı mı eski Türk edebiyatı gözlerimizin önünde yeni ufuklar açar.


İslâmî Devir Türk Edebiyatı, bu devir Türk sanat ve medeniyetini aydınlatan bir ışıktır da. Bu edebiyatta ele alınan başlıca konular: a) Din, daha ziyade tasavvuf b) Savaş (Gaza) c) Aşk ve yaşama sevinci ç) Tabiat d) Sanat: mimari, musiki vs.


Mevlana ve Yunus Emreden itibaren, Anadolu’da Tanrı ve insan sevgisini işleyen çok zengin bir tasavvuf edebiyatı gelişmiştir. Atalarımız asırlarca bu sevgi ile beslenmiştir. Türkiye’de Kur’an’dan sonra en çok Mevlana'nın Mesnevi’si okunmuştur. Mevlana, eserlerini devrin kültür geleneğine uyarak Farsça yazmış olmakla beraber, aslen Türk’tür. Şahsiyeti, tarikatı ve tesiri koca bir çınar gibi Türk topraklarında büyümüştür. Mevlana, dünyanın en büyük şair ve mistiklerinin yanında yer alacak bir dâhidir.
Türkiye, Malazgirt Savaşı’ndan sonra yapılan yüzlerce savaş sayesinde bir Türk vatanı olmuş ve korunmuştur. İslam imanı ile yoğrulan bu savaşlara “gaza”, onlara katılanlara “gazi” adı verilir. Anadolu Türk edebiyatında gaza ve gaziler”i tasvir eden yüzlerce eser yazılmıştır. Onlar eski Türk destanlarının devamıdır. Gazavatname adını alan bu eserler Anadolu Türk devletinin nasıl kurulduğunu anlatır.


Türk halk ve aydın edebiyatında aşk ve yaşama sevinci de geniş bir yer tutar. Sosyal tabakaları, dilleri ve üslupları ayrı olmakla beraber, Karacaoğlan ile Nedim, bu konuda birleşirler. Divan şiiri, baştan sona aşk ve yaşama sevincini ifade eden şiirlerle doludur.


Türklerde tabiat ve sanat zevki çok yaygındır. Bunu minyatür ve mimari sanat eserlerinde gördüğümüz gibi, edebiyatta da görürüz. Eski Türk edebiyatında ölüm ve fanilik duygusuna da sık sık rastlarız. Fakat bunlar Tanrı, hayat, aşk ve tabiatın güzelliğini daha derin bir şekilde hissettiren bir fon müziği vazifesini görürler.
Eski Türk edebiyatında insanı yücelten, sevmeğe, iyilik yapmağa, yaşamağa, düşünmeğe sevk eden konular ön planda gelir.

Biz de bugün onu incelerken bu tarafları üzerinde durmalı; ses, kültür, hafıza ve zevkimize eski şairlerimizin güzel beyit ve mısralarını katarak ruhumuzu zenginleştirmeliyiz.
Avrupalı sanatçılar yeni ilham kaynakları bulmak için kendilerine tamamıyla yabancı eski ve iptidai kavimlere giderken biz neden kendi atalarımızın eserlerine sırt çevirelim? Bizler onların çocukları değil miyiz? Onları tanımak ve sevmek bize bir asalet, şeref ve derinlik duygusu kazandırır.


Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar ve Kemal Tahir eski kaynaklarla beslenmenin bugünün insanlarına neler kazandırabileceğini gösteren örneklerdir.

Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatı, Tanzimat’tan bugüne kadar Türk aydınlarının yaşadığı “kültür ve medeniyet değişmesi macerasını aksettirir. Türkler, bin yıl önce büyük dinlerin rehberliğinde yerleşik medeniyete geçerken nasıl buhranlı devirler yaşamışlarsa ilim ve tekniğe dayalı çağdaş medeniyeti benimserken de birçok sıkıntı ve acemilik çekmişlerdir. Bir milletin toptan bir medeniyet sisteminden başka bir medeniyet sistemine geçişi kolay hadise değildir. Bu geçiş devrinde insanlar eski ile yeni, yerli ile yabancı arasında bocalar. Nesiller, sosyal tabakalar ve gruplar birbiriyle çatışır. Bu devirde asırlarca işlenerek mükemmel hâle gelen eserler, yeni devre uymadığı için terk edilir. Yeni ve yabancı, acemi bir şekilde taklit olunur. Eski ile yeniyi birleştirmeye çalışanlar her ikisini de yozlaştırırlar.


Fakat eski güzel olsa da devrini tamamlamış, çağa uymak bir zaruret hâline gelmişse böyle denemeler yapmaktan başka bir yol var mıdır? Mükemmeliyete nesillerin sabırlı denemeleriyle ulaşılır. Son yüzyıllık Türk edebiyatı, saygıya değer denemelerle doludur. Bir Namık Kemal, bir Abdülhak Hamit, bir Ahmet Mithat Efendi, bir Tevfik Fikret, bir Halit Ziya hakir görülecek insanlar değillerdir. Son yüzyıl pek çok Türk şair ve yazarı iyi niyetle, yeni, güzel, Türk milletine faydalı eserler vermeğe çalışmıştır. Onların bu denemeleri sayesinde 1900 yılından sonra zevkle okunacak eserler vücuda gelmiştir. İkinci Meşrutiyet devri Türk şair, hikâyeci ve romancıları her neslin okuyabileceği eserler vermişlerdir.


Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatı da “millî kültür değerleri” arasında yer alır. Onu bilmeyenler çağdaş Türk ruhunun hummalı yaratma faaliyetine yabancı kalırlar.
Türk edebiyatı en eski çağlardan bugüne kadar, bütün sahaları, devirleri ve sosyal tabakaları ile Türk milletinin hayatını, zevkini, dünya görüşünü, yaratma gücünü gösteren bir duygu düşünce ve hayal dünyasıdır. Onu ne kadar tanımaya çakşırsak kendimizi o kadar iyi anlarız.
Mehmet KAPLAN
Kültür ve Dil

 İLGİLİ İÇERİK

11.SINIF MAKALE SLAYTI

MAKALE ORNEKLERİ-2

MAKALE ÖZELLİKLERİ

MAKALE - TÜRK TARİHİ

KÜLTÜR VE DİL - MAKALE

MAKALE-TÜRK DİLİ ZENGİN BİR DİL MİDİR?