Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

SERVET-İ FÜNÛN DEVRİ ROMAN VE HİKÂYE

  

Servet-i Fünun romanının en mühim şahsiyeti Halid Ziya Uşaklıgil, 1867'de, İstanbul'da doğdu. Babası, Uşaklı olup İzmir'de yerleşmiş bir ailenin çocuğu ve edebiyata meraklı bir halı tüccarıdır. Bir ara, İstan­bul'da da bulundu. Fakat İstanbul'da işlerinin iyi gitmemesi üzerine, 1879'da tekrar İzmir'e döndü. Böylece, ilköğrenimine İstanbul'da başlamış olan Halid Ziya da, İzmir'de kısa bir süre bir Türk okuluna git­tikten sonra, tek Türk öğrenci olarak, bir Fransız okuluna devama başlar. İstanbul'da iken babasına ve onun dostlarına geceleri Doğu hikâyeleri ve İzmir'de de dedesine yerli ve çevirme romanlar okuyan Halid Ziya, pek küçük yaşlarda hikâye ve romana karşı büyük bir samimi bir ilgi duyar. Fransızca öğrenmeye başladıktan sonra, kendisi de birtakım tercümeler yapmaya koyulur. Bu tercümeler; şiir, hikâye, roman ve piyeslerden fennî yazılara kadar, büyük bir çeşitlilik gösterir. Fransız okulunun son sınıfından ayrılarak önce bir süre babasının yanında, sonra da Osmanlı Bankası'nda memur ve İzmir İdadisi'nde Fransızca öğretmeni olarak çalışır. Bir yandan da, Fransız romancılarını okumaya devam eder. 1884'de, Tevfik Nevzad ile birlikte, Nevruz; bir yıl sonra, yine onunla bir­likte, Hizmet ve Ahenk gazetelerini çıkarır. Asıl yazı hayatı da, bu Hizmet gazetesinde gelişir. Sefile, Nemîde, Bir Ölünün Defteri, Ferdî ve Şürekâsı adlı romanları ile Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Bir İzdivacın Târih-i Muaşakası adındaki hikâyeleri, mensur şiirleri ve birçok fennî yazıları bu gazetede yayımlanır. Bu sırada, Fransız edebiyatından bahseden Garbtan Şarka Seyyâle-i Edebiye (1885) adlı küçük bir incelemesi de basılır. 1888'de evlenir. 1889'da, Paris Sergisi'ni görmeye gider. Bu ilk Avrupa gezisinin izlenimlerini Hizmet ve Vakit gazetelerinde yayımlar. 1893'te, Reji Müdürlüğünden" aldığı Başkâtiblik teklifini kabul ederek, İstan­bul'a gider ve orada yerleşir. İzmir'de iken uzaktan tanıdığı Mehmed Rauf, Hüseyin Suad, Hüseyin Cahid, Ahmet Rasim, Rıza Tevfîk, Ahmet Hikmet, Safveti Ziya ve Ahmet İhsan ile dostluklar kurar ve İkdam gazete­si ile Servet-i Fünun'na yazmaya başlar.

  

Tevfik Fikret 1896'da Servet-i Fünun'un başına geçtikten sonra, Ek­rem'in teşviki ile, o da Servet-i Fünun hareketine katıldı ve asıl büyük şöh­retini de bu dergide tefrika edilen Mâi ve Siyah (1896-97), Aşk-ı Memnu (1898-1900) romanları ile yaptı. Bu arada birçok küçük hikâyeleri, tenkidleri ve makaleleri de yayımlandı. Servet'-i Fünun topluluğu 1901 'de dağılın­ca Halid Ziya, dergideki Kırık Hayatlar romanının tefrikasını (1901) da ya­rıda keserek, 1908'e kadar, yazı hayatından çekildi. II. Meşrutiyetin ilâm üzerine, diğer Servet-i Fünuncular gibi, o da yazı hayatına döndü. Fakat, şartlar ve zevkler değişmişti. 1909'da Sabah gazetesinde çıkmaya başlayan Nesl-i Ahır romanı iyi karşılanmadı. Halid Ziya, ayrıca tiyatro eserleri ya­mayı da denedi. Bu arada, V. Mehmed'in Mâbeyn Başkâtibliği'ne ve İstan­bul Üniversitesi Batı Edebiyatı Tarihi ve Estik profesörlüklerine tayin edil­di. Geçici siyasî görevlerde Fransa. Almanya ve Romanya 'ya gönderildi. İttihâd ve Terakki Partisi 'nin iktidardan düşmesi üzerine, tekrar Reji Müdür­lüğü'ne döndü ve orada idare meclisi reisi oldu.

 

1923 'ten sonra, yine yazmaya başladı. Romanlarının dilini sadeleştirerek, yeni baskılarını yaptı. Bu arada, Kırık Hayatlar (1924) ı ve birçok hi­kâye ve makalelerini kitap halinde bastırdığı gibi; Kırk Yıl (1936) adlı beş ciltlik edebî ve Saray ve Ötesi (1940-1942) adındaki üç ciltlik siyasî hatı­ralarını ve oğlu Halil Vedat'ın hazin ölümünden sonra ona ait hatırlarını Acı Bir Hikâye (1942) yayımladı ve 27 Mart 1945'de İstanbul'da öldü.

 

Romanları: Sefile (1885, tefrika), Nemîde (1891), Bir Ölünün Defteri (1891), Ferdî ve Şürekâsı (1894), Mâi ve Siyah (1897), Aşk-ı Memnu (1900), Kırık Hayatlar (1924).

 

Hikâyeleri: Bir İzdivacın Târih-i Muaşakası (1888), Bir Muhtıranın Son Yaprakları (1888), Nâkil (4 cilt, 1892 - 1894), Küçük Fıkralar (3 cilt, 1896), Bu muydu? (1896), Heyhat! (1896), Bir Yazın Tarihi (1900), Solgun Demet (1901), Bir Şi'r-i Haya (1914), Sepette Bulunmuş (1920), Bir Hikâye-i Sevda (1922), Hepsinden Acı (1934), Aşka Dair (1935), Onu Beklerken (1935), İhtiyar Dost (1937), Kadın Pençesi (1939), İzmir Hikâyeleri (1940).

 

Zengin bir yazı hayatına daha çok fennî konulardaki küçük tercümeler ve derlemelerle başlayan ve bu yazılarında Halid ve Mehmet Halid imzalarını kullanan yazar, ilk roman denemesini de İzmir'de iken yaptı (1885). Hizmet gazetesinde tefrika edilen Sefile adındaki bu roman, aldatılan masum bir kızın ıstıraplarının hikâyesidir, Sansürce "şeâir-i islâmiyyeye mugayir" (İslam dininin esaslarına aykırı) olduğu iddiası ile red edildiği için, kitap halinde basılmadı. Böylece genç yazar, daha ilk denemesinde, devrin siyasî ve dinî baskılarının ortak darbesini yemiş oldu. Fakat, cesaretini kaybetmeyerek, çalışmalarına devam etti ve bir yıl sonra -yine aynı gazetede tefrika edilen- Nemîde'yi yazdı. Adı ile, dilde "ibtizâv'den (bayağılaşmaktan) kaçınan Servet-i Fünuncuların kahramanları için yarattıkları yeni özel adların (Süha, Pervin, Vedad, Adnan, Bülend, Nihâi, Suad, Bihter, Cemil, Ferdi, Nevin, Nesrin, Vedîde, Behiç, Nezih,...) da ilk örneğini veren bu ikinci deneme sonra kitap halinde de basıldı. Gerek Nemîde'de ve gerekse onu katip eden Bir Ölünün Defteri ile Ferdi ve Şürekâsı'nda, kahramanları genç kadınlar olan romantik aşkların karşısındayız. Kahramanların duygu ve hayallerindeki masumiyet ve ölçüsüzlük, hırçınlıklar ve vakaların hep bunların etrafında dönüşü, ilk bakışta romantik bir yazar karşısında bulunulduğu zannını verir. Zaman zaman, bu kanaate kapılanlar da olmuştur. Fakat, roman­tizmin ıstıraptan başka bir şey doğuramayacağını ifade eden yazarların eserleri hakkında romantik sıfatını kullanmak güçtür. Halid Ziya 'nın bu üç romanında da aşkın ön planda gelmesine ve tamamıyla hissî bir karak­ter taşımasına rağmen, yazarın realist bir görüşle hareket etmek istediği de çok açıktır. Sosyal çevre ve şahıs tasvirleri de, genellikle, realist bir şekilde yapılmıştır. Romantik davranıştaki insanların ıstıraptan ıstıraba sürükleneceklerine ve hayatta başarı kazanamayacaklarına inanan ve okuyucuyu da buna inandırmaya çalışan yazar, bu inancını -artık bir den­eme olmaktan çıkararak teknik bakımdan tam bir roman hüviyeti kazanmış olan- Mâi ve Siyah'ta daha açık bir şekilde ifadelendirmek imkânını buldu. Yine tamamiyle romantik bir mizaca sahip olan kahra­manını, yalnız aşkın karşısında değil, çeşitli olayların karşısında da dener ve hepsinden de yenilmiş, haya kırıklıkları ile dolu olarak çıkarır. Gustave Flaubert'in Madam Bovary'de yaptığı gibi.

 

Aşkın ikinci plana alındığı Mâi ve Siyah 'ta sosyal hayata yer verilmiş olması, şüphesiz onun en mühim yönüdür. Romanda Ahmed Cemil, yalnız iç dünyası ile değil, bu dünyanın bağlı bulunduğu çevre ile birlikte veril­miştir. Onun, çocukluğundan itibaren, hangi sosyal çevre içinde yetiştiğini, aile ve okul hayatını, küçük yaşlardan başlayarak hayatını kazanmak için karşılaştığı sıkıntıları bütün ayrıntıları ile öğrendiğimiz gibi; bu genç şairin "yeni bir şiir yaratmak için" neler düşündüğünü, bu düşüncelerini gerçekleştirmek uğruna yaptığı mücadeleleri, düşmanları olan eski edebiyat taraftarlarının ve o devir basın hayatının iç yüzünü tam bir aydınlık içinde görebiliyoruz. Bu bakımdan, bu romanı, aynı zamanda Edebiyyât-ı Cedide hareketinin ve Doğu-Batı edebiyatları arasındaki zih­niyet mücadelesinin romanı olarak da kabul etmekte hiçbir engel yoktur. Gerçekten, bu harekete katılan gençlerin çoğu aynı sosyal şartlar içinde yetişmiş, aynı şeyleri gerçekleştirmek istemiş, aynı mücadeleleri yapmışlardı.

 

Adı Stendhal'in meşhur romanının adını da hatırlatan bu romandan sonra, Aşk-ı Memnu'da, batılılaşmanın Türk zengin çevrelerindeki yönünü buluyoruz. Roman kahramanlarından olan zengin Adnan Bey'in evinde Fransız mürebbiye, Batı müziği hayranlığı, piyano, Fransız moda dergileri, Fransız mobilyası ve yaşayış tarzı tamamiyle vardır. Bu aile, o devrin batılı hayata en çok uymuş zengin Türk ailelerinin örneğidir. Buğrada, Adnan Bey ailesinin hayatı ile birlikte, zengin olmamakla beraber batılı hayata özenen bir başka ailenin, romanın esas kahramanı Bihter'in ailesinin hayatı ve kendisinin yetişme tarzı da bütün özellikleri ile verilmiş bulunuyor.

 

Kırık Hayatlar'da ise yazar bizi, tekrar orta halli ve fakir Türk aileleri ile birlikte, tam sosyetik bir aile tipi ile de tanıştırır ve geniş bir perspek­tif içinde, onların hayatlarını da verir. Bu romanda da, Mâi ve Siyah 'ta olduğu gibi, aşk ikinci plandadır.

 

Halid Ziya'nın, Avrupai roman tekniğini safha safha geliştirerek, Aşk-ı Memnu'da bu tekniğin bütün inceliklerini gerçekleştirmiş olduğu açıkça görülmektedir. Bununla beraber, daha önceki romanlarında da vaklar sağlam bir kuruluşa sahiptirler; yazar, romanını yazmaya başlar­ken, onu nasıl bitireceğini de bilmektedir. Romanlarının vakasını kuran olayların düzeninde, çoğunlukla, sebeplerden sonuçlara gitmeyi yani olayların akışındaki normal düzeni tercih eder. Olayların anlatılıp açık­lanması ise, kendi gözlemlerine dayanır. Bu bakımdan, ilk romanlarında-ki bazı sübjektif tasvirler de, zamanla, yerlerini gözleme ve objektif tas­virlere bırakır. Bunlar, kısalıkları ile, aynı zamanda aksiyonun durması veya yavaşlaması tehlikesini de önlerler.

 

Mâi ve Siyah 'tan başlayarak yazar, romanlarına çok ilgi çekici karak­terler bulmakta büyük ustalık gösterir. Gerçekten, bu romanındaki Ahmet Cemil ve diğer iki romanındaki Bihter (Aşk-ı Memnu) ile Yedide (Kırık Hayatlar) Türk romanında adları unutulmayacak olan karakterlerdir. Hele Ahmet Cemil, görünüşü zamanının genç şairleri tarafından taklit edilen ve çok sevilen bir karakterdir. Karakterleri her hali ile canlandırmakta, onları -çevrelerinden ve şartlarından koparmadan- bü­tün psikolojik muhtevaları ile vermekte büyük bir güç gösteren Halid Zi­ya, tamamiyle gözleme dayanan psikolojik tahlillerini büyük parçalar ha­linde yapmaktansa -tasvirlerinde olduğu gibi- olaylar arasında eriterek ve gerektiği ölçüde yapmayı uygun görür.

 

Kahramanlarını çok çeşitli sosyal çevrelerden ve mesleklerden seçme­si, romanlarına ayrı bir zenginlik ve değişiklik kazandırmıştır. Ancak, kahramanlarını tanıtırken, vakayı durdurarak, uzun uzadıya onların geç­mişlerine dönmesi teknik bir kusur olarak kabul edilebilir. Ayrıca, beğen­diği karakterlere hiçbir hatalı hareket yaptırmamaya, onları bir çeşit ide-alize etmeye özenmesi de dikkati çekmektedir. Bu hususlara, romancının ahlâki kayıtlara ve kamuoyunun değer hükümlerine fazlasıyla bağlı olma­sı, kahramanlarının hareketlerini bu iki açıdan görüp hükme bağlaması, bu sebeple onları -Aşk-ı Memnu'un kahramanı Bihter'e takdir ettiği ceza gibi- aşırı cezalara çarptırması da eklenebilir, Halid Ziya'nın romanlarında en açık özellik olarak, dil ve üslûptan bahsedilmelidir. Çünkü Halid Ziya'nın dili demek, Servet-i Fünun nesri­nin dili demektir. Bu nesrin yabancı kelime ve tamlamalarla yüklü, tam bir Osmanlıca olduğu muhakkaktır. Üslûbu ise, Türk romanında ilk defa Na­mık Kemal ile başlayan sanatkârane üslûbun en koyusudur. Karakter ve çevre tasvirlerinde, realist okulun gözlemci ve ayrıntıcı metodunu başarı ile kullanan yazarın üslûbu, aynı okulun yalın üslûp anlayışı ile ters düş­mektedir. Hayal sanatları ile dolu olan bu üslûbu sağlamak için, yazarın sürekli bir çaba sarf ettiği seziliyor. Sefile ile Nemîde'de yeni bir dil ve üslûb arayışı içinde olan romana, Bir Ölünün Defteri 'nde aradığını bulma­ya başlamıştır. Mâi ve Siyah'ta gelişen bu üslûp, Aşk-ı Memnu'da en ile­ri şeklini alır. Ancak, bu çok dikkatli ve sağlam üslûpta bazen Fransız sen­taksının izlerini de görmek mümkündür. Fakat, her şeye rağmen, Edebiyyât-ı Cedîde nesrinin üslûp anlayışını, ilk ve son merhale olarak, Halid Ziya'nın nesrinde bulabiliriz.

 

Fransız realist romancılarında görülen başarılı "insan-çevre" kompo­zisyonu, Halid Ziya'nın son üç romanında da açık olarak göze çarpar. Ya­zar, ferdîn iç dünyası ile sosyal çevre arasındaki sıkı münasebeti gereği gi­bi verebilmek için, büyük bir çaba içindedir. Ancak, buna rağmen, yazarın daha çok ferdin iç hayatını ön plana koyduğunu ve sosyal çevreyi de onların şahsiyetlerini daha iyi aydınlatmak için ele aldığını söylemek de mümkündür. Bu bakımdan, onun romanlarında -devrin siyasî şartlarının zaten müsaade etmediği- sosyal davalar ve onlara ait düşünceler değil; sadece, kahramanlarının içinde yaşadıkları sosyal çevrelerin realist tas­virleri vardır. Bu tutumu ile romancı, Balzac (Balzak) ın metodu ile Paul Bourget (Pol Burje) nin metodunu kaynaştırmış, ikisinin arasında bir yo­lu tercih etmiş görünmektedir.

 

Halid Ziya, hikâye (büyük ve küçük) tarzında da bol denemeler yaptı, tik hikâyeleri olan Bir Muhtıranın Son Yaprakları ile Bir izdivacın Târih-i Muaşakası (1886), aynı zamanda, Ahmet Midhat'ın halk ve meddah hi­kâyelerinin tekniğinden ayrılamamış olan hikâyelerinden sonra, Avrupa-î tarzda yazılmış ilk örneklerdir. Sayıları iki yüze yaklaşan hikâyelerinde yazar, daha çok, şehir hayatının "mahalle içlerine ve fakir semtlerine yö­nelmiş, bu çevrelerin herhangi bir bakımdan dikkati çekip tanınmış tiple­ri" üzerinde durmuştur. Bunların, genellikle, anormal tarafları kabarık, acınmaya değer, zavallı insanlar arasından seçildikleri görülür. Aşk, bu hikâyelerde de ikinci plandadır. Daha çok fertlerin çevreden gelme bazı ıstıraplarının tasvir ve tahliline çalışan yazar, roman tekniğinde gösterdi­ği başarıyı hikâye tekniğinde de tamamiyle sağlamıştır. Ayrıca, romanlarındaki dil ve üslûp özellikleri hikâyelerinde de hemen aynen devam et­miştir. Bu dilin çok eskidiğini fark eden yazar, romanlarının ikinci baskı­larında yapmış olduğu kısmî sadeleştirmeyi hikâye kitaplarının ikinci baskılarında da yapma lüzumunu duydu.

 

Yeni bir yazı türü olarak, ilk defa Halid Ziya'nın Hizmet gazetesinde yayınladığı "mensur şiir" şekli de Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati devirle­rinde geniş rağbet gördü. Bu şeklin edebî nesrin gelişmesinde büyük bir payı vardır.

 

 (Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılâp Kitabevi, İstanbul)