Kullanıcı Oyu: 3 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Giriş

Türk Edebiyatı tarihinde hikâye söyleme geleneğinin, çok eskiye daya­nan köklü bir geçmişi olduğu bilinmektedir. Kavram ve metin olarak ilk Türkçe verimlerden itibaren karşımıza çıkan tür, "hikâye" adını İslami­yet'ten sonra ortaya konulan eserlerde kazanır. Arapça bir kelime olan "hikâye"nin mensup olduğu dildeki ilk anlamı, bir nesneye benzemek, bir kimseyi fiilen veya kavlen taklit etmektir (Tansel: 447). Daha sonra bir sözü nakil ve rivayet eylemek anlamını kazanır.

 İlk Türkçe lügatlere bakıldığında ise, kelimenin bizde bu ikinci manası ile yaygınlaştığı görülür. Son yıllarda türe ad olarak seçilen ve günümüz­de sıklıkla kullanılan "öykü" kelimesi ise, öykünmek, taklit etmek esasın­dan doğduğuna göre, kelimenin bir edebi türe ad olmadan önce taşıdığı dar anlama işaret ediyor olmalıdır. Ancak öykü kelimesinin edebi bir te­rim olarak yaygınlaşmasından sonra, kavramsal içeriği doldurma çaba­ları da görülmektedir. Bizi kültürümüze ait var oluş bilgisinin "yaratılış, söz veriş, iniş, hatırlayış, mühlet (ömür)" kavramları çevresinde detaylandırılmasıyla vücut bulan hikâyenin, başka bir gerçeklik kazanarak öznelleşmesi sonucu ortaya çıkan anlatıla öykü denmesi gerektiği (Lekesiz 2000,19–24) gibi.

 Türk Edebiyatı 'nda hikâyenin/öykünün bir terim olarak kullanılmaya başlanmasından itibaren, hikâye kelimesinin dayandığı kavram tahkiyedir. Dolayısıyla anlatma esasına bağlı bütün yazı türleri, geçmişte bu ke­limenin etrafında izah bulmuştur. Tarih, destan, menkıbe, kıssa. masal, ri­vayet, vak'a, rapor, kopya, taklit, roman, hikâye ve benzeri birçok türün ardındaki kavram tahkiyeli eser, yani hikâyedir.

Eski Türk Edebiyatı çok büyük ölçüde nazma dayanır. Sanat göstermek isteyen hüner sahipleri doğal olarak manzum hikâyeyi tercih etmektedir, zira "nesr halk, nazın ise padişah gibidir." (Kavruk 1998'den) Bu sebep­le mensur eser vermek fazla önemsenmemiş, hatta küçümsenmiş, alay ko­nusu olmuştur. Buna rağmen Eski edebiyatımızda, bazen müellifleri adla­rını gizlemeyi tercih etseler de, hikâye yazma geleneği kesintisiz olarak sürdürülür.

Manzum veya mensur, Eski Türk Edebiyatında tahkiye, genellikle bir fayda esasına dayalıdır. Sadece söylenmek için söylenen, kıssadan hisse çıkarmayan hikâye, hakiki edipler tarafından takdirle karşılanmaz. Des­tanlar, mesneviler ve halk hikâyelerinin, bir zincirin halkaları gibi birbi­rine bağlanarak oluşturduğu bu geleneğin az çok dışında kalan, meddah ve mukallit ravilerin anlattığı hikâyeler ise asıl edebiyattan sayılmaz, 'avam işi' olarak kabul edilir.

Tanzimat'la birlikte, Batı edebiyatının, bizdeki örneklerinden tamamen farklı bir anlayışla yazılmış tahkiyeli eserleriyle karşılaşan Osmanlı ya­zarları, aynı tarzı kendi kültürlerine taşıma gayreti içine girerler. Böyle bir gayrete rağmen Batı tarzında yazılmış ilk hikâye örneklerinden sayı­lan Aziz Efendi'nin Muhayyel at’ı (1868) tasavvufi ıstılahlar, rumuzlar ve telkinlerle doludur. Hemen arkasından gelen Emin Nihal’ın Müsamerem-name'si (1872) ise, hakiki vaka’lardan seçilmiş ibret verici on hikâye ih­tiva ettiğine dair bir kayıtla çıkar. Tanzimat döneminin en çok yazan kale­mi Ahmet Midhat Efendi, Kırk Anbar'ında (1873) hikâye yazmaktaki ga­yesinin bazı hikemi ve ahlakî esasları, ağlatmak ve güldürme suretiyle okuyanlara telkin etmek olduğunu söyler.

Örneklerini çoğaltarak görebileceğimiz gibi, batılı hikâye tarzını tercih ederek konu ve işleyiş bakımından uygulamaya çalışan ilk Osmanlı ya­zarları, hikâye anlayışı ve tasavvuru bakımından, Tanzimat'tan sonra da uzun bir süre geleneklere bağlı kalmışlar, kıssadan hisse çıkartmak, ders vermek, telkin etmek vazifelerini sürdürmüşlerdir. Esasen bu tutum bir yol ayrımında bulunan medeniyetin, kültür öncüleri sayılan yazarların üstlen­diği 'hocalık' vasfına da son derece uygun düşmektedir. Medeniyet değiş­tirmek ortak noktasında buluşan ilk hikâye ve roman yazarlarımız, Osmanlılık, İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük, Turancılık ideolojileri doğrultu­sunda halkı aydınlatma ve bilinçlendirme faaliyetlerini bir ölçüde edebi­yat üzerinden sürdürürler.

İkinci Meşrutiyet yıllarına gelindiğinde, özellikle Ömer Seyfettin ve Refik Halid, hikâye kavramına yeni bir boyut kazandırarak süssüz ve akı­cı bir Türkçeyle halkın gündelik hayatını anlatan hikâyeler yazmaya baş­larlar. Hemen arkasından gelen Mütareke döneminde Anadolu'ya geçen veya Milli Mücadele'yi İstanbul'dan destekleyen yazarlar ise siyasi ve sosyal gelişmelerin en yakın gözlemleridirler ve Cumhuriyetin de ilk ya­zarları olurlar. "Cumhuriyet dönemi edebiyatı başlangıçtan itibaren be­lirli bazı temalar etrafında dönmektedir. Bu temaların başında Anado­lu'ya açılma ve Anadolu insanının hikâyesi yer alır. Bu edebiyatımız bakı­mından en önemli yeniliktir. İstanbul'dan seyredilen Anadolu ve mesele­leri artık bizzat görülecek ve anlatılacaktır." (Enginün 2002:241) Milli mücadelenin kazanılması, yeni sistemin oturtulması, sosyal ve siyasi ha­yatın yeni nizamının yavaş yavaş belirmesinden sonra, insanın günlük ya­şayışını ilgilendiren; ekonomik eşitsizlik, işçi-işveren ilişkisi, ahlakî çö­küntü gibi bazı temel sorunlar da hikâyenin konusu olmaya başlar.

Modern hikâyenin edebiyat tarihimiz içindeki gelişimine bakıldığında, dünyayı ve çevreyi algılayış ve aksettiriş bakımından başından itibaren gerçekçi bir anlayışın var olduğu görülecektir. Kısaca özetlersek; Ömer Seyfettin'le birlikte müstakil bir edebi tür hüviyeti kazanan kısa hikâye, aynı zamanda bizzat yaşanılan hayattan çıkarılan gözlemlere, tecrübele­re yaslanan bir gerçekçiliğe yönelmektedir. Tahkiyeli eserde, "realist ter­biyeye uygun tarzda kurulan mekân-insan alakası, müşahededen ve ya­şanmış olaydan kaynaklanan, itibari vaka zamanının soysa ve siyasi en­dişesiyle beklenmektedir." (Akkaş 1992:503–547)

Memduh Şevket Esendal dışında kalan hikâyecilerin benimsediği Maupassant tarzı ise, hikâyenin dil ve teknik açısından gelişmesine ve geniş kitlelerin bu ki, yerini "Memleket Edebiyatı"' anlayışına bırakır. Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarının duygu ve düşünceleri edebiya­tı besler. Cumhuriyetin ilk yılları yeni bir arayışlar dönemidir. Gerçekçi­liğin farklı boyutları ve algılama biçimleri ortaya çıkmaya başlar. 1928'den sonra kısa bir bocalama devri yaşanır. Yeni alfabenin kabulü ile değişen şartlar yüzünden verimsiz bir dönem geçirilir. Bu sırada dergiler­de acıkıl aşk hikâyeleri ile küçük mizahi hikâyeler yayınlanmaktadır. Sad-ri Ertem ve Selahattin Enis gibi birkaç yazar bu ekolün dışında kalır.

1930'lara gelindiğinde Sadri Ertem, Selahattin Enis, Refik Ahmet Sevengil gibi yazarların toplandığı Vakit gazetesi çevresi, yeni gerçekçi Türk hi­kâyesinin yol açıcılığını yapmaya başlar.

Bir süre sonra sıradan insan hikâyelerinin vak'a hikâyelerinin yerini almaya başladığı görülür. Memduh Şevket Esendal, Sabahattin Ali ve Sa­it Faik hikâyemize yepyeni bir soluk ve bakış açısı getirirler.

1940'kırın ikinci yarısından sonra maziye ve ferdin iç dünyasına dönü temalarını, II. Dünya Savaşı'nın etkileri, demokratikleşme sürecinin izle­ri ve unutulan köy gerçeği takip eder. İhtilaller ve askeri müdahaleler ise 1970'ten sonra Türk hikâyesini etkilemeye başlar. İç ve dış göçler, parça­lanmış aileler, gecekondu sorunu, kadın hakları, inanma arzusu, dine ve geleneğe dönüş, cinsellik ve nihayet insan tekinin kendi ben'i ile iç müca­delesi de son otuz yılın hikâyesinde farklı yönleri ile işlenen temalar ola­rak kendisine yer bulur.

Modern Türk hikâyesinde başlangıçtan itibaren önemini hiç yitirme­den var olan kuvvetli bir toplumsal eleştiri mekanizmasından söz etmek mümkündür. Devirlerin sosyal ve siyasi durumlarına göre, bu eleştiri za­man zaman süjjektifve ideolojik bakış açılarının edebiyata hâkim olması­nı da getirmiştir. İyi eğitimli, geniş bir genel kültüre sahip, edebiyatın kendi sorunları üzerine düşünen çok sayıdaki yazarın yanı sıra siyasi gö­rüşü doğrultusunda yazarak sürekli kendisini tekrar eden hikâyecilerin bolluğunu da edebiyatın gelişmesi aleyhinde bir durum olarak kayda ge­çirmek gerekir. Yukarıda ana hatları ile özetlenen temalar doğrultusunda oluşan Cumhuriyet devri hikâyesi, bakış açısı, anlatım teknikleri ve üslup olarak da incelemeyi ve tasnif edilmeyi hak eden bir çeşitlilik, renklilik arz etmektedir.

Bu çalışmada 1920 'li yıllardan itibaren eser yayımlayarak, Cumhuri­yet dönemi Türk hikâyesini oluşturan isimlerle onların yazarlık serüven­lerini, genel özetlikleri bağlamında ele alınacaktır. Anlatımın işlevselliği­ni sağlamak açısından yapılan tasniflerde ise yazarların doğum tarihle­rinden ziyade, ilk hikâye kitaplarını yayımladıkları ve dolayısıyla daha ge­niş bir okur grubunun karşısına çıktıkları yıllar esas kabul edilecektir.

  (Ayşenur Külahlıoğlu İslam, Yeni Türk Edb. El Kitabı,Grafiker Yay. Atık. 2007) 

SON EKLENENLER

Üye Girişi