Kullanıcı Oyu: 3 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 DÜLGER BALIĞININ ÖLÜMÜ

 Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmaya değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?... 

 Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanardöner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki, büzülmüş böceklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim, size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı, yanardöner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.

Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim?

Rum balıkçıların Hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz'de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; koparır atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz'in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.

İsa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. "Ne oluyorsunuz?" diye sorunca balıkçılara; "Aman" demişler balıkçılar, "elâman! Elâman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız.

"İsa, yalınayak, başıkabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş...

O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, testereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı.

Bütün bu alat ü edavatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır.

Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kim bilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir dülger balığının.

Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârının oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışçasına.

Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken, deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte böyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse, bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan, yine de bu anlam'a almamaya çalışıyordu. Belki de bu, harikulâde tatlı bir ölümdür. Belki de balık, hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Denizin dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yumurtaları, üstte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordu. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır. Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmaya, rengini atmaya, hem de beyaz kesilmeye giden bir hal almaya başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeğe, dikkatli bakmağa lüzum kalmadan, yanılmadığımı anladım.

Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmaya, balık da, git gide, saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmağa başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu, hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.

Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti.. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek. Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak. Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti:

Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık su hava dediğimiz gaz suya alışmaya çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa, alışması mümkündür gibime geldi.

Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.

Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa'nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.

Bir kere suyumuza alışmaya görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir fırsatı kaçırmayacağız     

SAİT FAİK ABASIYANIK 

 

 


DÜLGER BALIĞININ ÖLÜMÜ-ELEŞTİRİ

Türk edebiyatında Sait Faik Abasıyanık, hikâyelerinde, insanların dışında, başka varlıklara, bilhassa balıklara ve kuşlara karşı büyük bir ilgi göstermiştir. Bu, onun şiir duygusu ile ilgili olmakla beraber, kendisini onlara yakın bulması ile de alâkalıdır. Fuzulî'nin "Leyla ve Mecnun" mesnevisinde görüldüğü gibi, çevreleri ile uyuşamayan in­sanlar tabiata açılırlar. Dağlarla, taşlarla konuşur, hayvanlarla dost olurlar. Karşılık görmeyen sevgi ve yalnızlık, insanları Tanrı'ya veya tabiata iter. Sait Faik'in balıklara ve kuşlara gitmesinde de bu duygunun rolü vardır.

"Dülger balığının ölümü" hikâyesinde konu dülger balığıdır ama dikkat, ilgi, sevgi ve acıma duygularıyla ona yazarın kendisi de karışır. Buna göre denilebilir ki, hikâyenin kahramanlarından biri de Sait Faik'tir. Yazar, dülger balığına bakarken, adeta onda, kendisine benzer, çevresi tarafından anlaşılmayan, sevilmeyen, hakir görülen insanların sembolünü bulur.

Hikâyenin esasını, yazarın dülger balığı üzerindeki duygu, düşünce, yorum ve hayal­leri teşkil eder.

Dülger balığı, çirkinliği ile diğer balıklardan ayrılır. Diğer balıkların hepsi, dış görü­nüşleri bakımından güzel oldukları halde, dülger balığı, balıkların en çirkinidir.

Balıkçıların anlattıktan efsaneye göre o, eskiden müthiş bir canavarmış. "Keser, bi­çer, doğrar, mahmuzlar, takar, yırtar, koparır, atar, çeker, parçalarmış."

Ondan bizar olan balıkçılar, İsa'ya şikâyet etmişler. İsa, en kocamanını sudan çıka­rarak eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş; ondan sonra dülger balığı pek uslu, pek za­vallı bir yaratık haline gelmiş.

Yazar hikâyesinde dülger balığının dehşet verici, çirkin görünüşü ile huyunun yumu­şaklığı ve zavallılığı arasındaki tezadı kuvvetle belirtir. Bu hali ile o, toplumda dış görü­nüşleriyle çirkin, korku verici, fakat aslında iyi huylu, mazlum insanlara benzer.

Dülger balığını insanlara çirkin ve dehşet verici gösteren "birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, testereye, eğeye benzer çıkıntıları" olmasıdır. Dülger balığına bu özelliklerinden dolayı bu ad verilmiştir. Yazar, onu belki de hikâyesini yazdığı vakit (1954) Türk toplumunda değeri henüz anlaşılmamış olan köylü ve işçinin sembolü ola­rak düşünmüştür.

Hikâyenin başında yazar dış görünüşü güzel olan balıklarla, yüksek sosyete kadınları arasında münasebet kurar. "Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar, bunlar?"

Sait Faik, bütün hikâyelerinde, kendisini dülger balığı gibi, dış görünüşü ve sosyal durumu dolayısıyla hakir görülen insanlara, balıkçılara, işçilere ve zavallılara yakın bu­lur, onları sever ve onların içinde yaşar. Sait Faik'in balıklar arasında "en çirkini" olan dülger balığına karşı ilgi duyması aynı temayül ile açıklanabilir.

Eskiden azgın bir canavar olan dülger balığını İsa munis hale getirmiştir. Bu efsane sadece İsa'nın peygamberlik gücünü yükseltmez, aynı zamanda, kötülerin iyileştirilebileceği fikrini de telkin eder. İsa'nın dülger balığının kulağına ne fısıldadığı belirtilmemiş olmakla beraber, İsa'nın insanlık tarihinde taşıdığı mânâya göre, bu ancak sevgi ve merhamet olabilir.

Yazar, dülger balığına aynı duygularla yaklaşır. Sait Faik, dindar bir insan değildir, fakat sevgi ve merhamete inanır. Hikâyeleri bu iki duygu ile doludur.

Hikâyeci dülger balığının ölümüne karşı büyük bir ilgi duyar ve hayalen onu diriltme­ğe, hattâ insanlar arasında yaşatmağa çalışır. Fakat insanların kötü davranışları karşı­sında kötümserliğe kapılır. Dülger balığı, büyük bir gayretle yaşatılmağa çalışılsa bile, insanlar, anlayışsızlıklarıyla onu tekrar canavar haline getirirler.

Sait Faik bu hikâyesini hayatının son yıllarında, hastalandıktan sonra tedavi için git­tiği Fransa'da tesadüfen, öleceğini öğrendikten sonra yazmıştır. Yazar dülger balığının ölümünde âdeta kendi ölümünü görür gibi olur. Hikâyenin bu kısmında dikkati çeken, dülger balığının ölümünden çok, ölümün karanlık ışığı ile daha da parıltılı hale gelen yaşama sevincidir. Dülger balığı ölürken, yaşadığı hayatın saadetini daha derinden hisseder:

"Belki de hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordu. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Deniz dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta dişi yumurtaları, üstte er­kek tohumlan sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordu, vücudunu bir şehvet ânı sarmıştır."

Yazar, dülger balığının ölümünü seyrederken, onun yaşama sevinciyle beraber, kor­kusunu da kendi içinde hisseder: "İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu."

Bu cümle, Sait Faik'in kendisiyle dülger balığı arasında kurduğu münasebeti açıkça gösterir. Bizzat yaşadığı sevgi, acı, yalnızlık, yaşama sevinci, onu gökteki kuşlara, de­nizdeki balıklara âşinâ kılar.

Sait Faik, mistik olmamakla beraber, mistiklere has, bütün varlıklarla kendisini bir hissetme duygusuna sahiptir. O, bir hikâyesinde, bir sokak köpeği ile de böyle kaynaşır.

Ölüm, bu güzel dünyadan ayrılmak demektir:

"Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti. Ne akıntılara yassı vücudu­nu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek... Ne sabahlan bir­denbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ile yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak... Ne yo­sunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarda âletlerini yakamozlara takarak yıkan­mak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti."

İşte, bir hikâye ortasında ölümün ve hayatın şiiri. Burada Sait Faik âdeta ölen dülger balığının ta kendisi olmuştur. Ölüm duygusu ve ölüm düşüncesi, insanlarda yaşama se­vincini ve varlığın güzelliği şuurunu kuvvetli surette arttırır. Biz Sait Faik'in çağdaşları ve arkadaştan olan Cahit Sıtkı ve Orhan Veli'de de aynı karşıt duygulara rastlarız. Bu duyuş tarzı, estetiğin karşıtların dengesi prensibine de uyar ve bu yazarların eserlerinin içyapısını açıklar.

Sait Faik, diğer hikâyelerinde olduğu gibi bu hikâyesinde de çevreye geniş yer verir. Yaşamak çevreye uymak, çevre ile canlı münasebetler kurmak demektir. Dülger balığı kendi çevresinde mesuttur, çevresini değiştirdi miydi ölür.

Dülger balığının ölümüne razı olamayan yazar, onu başka bir çevrede yaşatma hayali kurar. Eğer onu kendi atmosferimizde yaşatabilseydik, bu büyük bir basan olurdu: "Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden" böbürlenirdik. Fakat onu her gün didikleyerek canından bezdirirdik.

Bu tasvir tamamıyla Sait Faik'in şahsiyetine ve hayatında çevresiyle olan münasebeti­ne uyar. Sait Faik'i yakından tanıdım ve sevdim. Bir sabah-, tesadüfen Köprü altından eşimle beraber geçerken, onunla karşılaştık. Selâmlaştık. Sait Faik'i ilk defa gören eşim: "Kim bu serseri, eşkıya kılıklı adam!" dedi. "Sait Faik" dedim. Gözlerine inana­madı. "Ne, o güzel hikâyeleri yazan bu adam mı?" diye hayret etti.

Hikâye tahliline böyle şahsi bir hatırayı karıştırdığım için özür dilerim. Sanat ile şah­siyet arasında münasebet vardır. Sait Faik, hikâyelerinde yaşadıklarını ve kendisini an­latmıştır. Fakat bu düşünceye hemen şunu da ilave edeyim. Hayat, kendiliğinden güzel eser vücuda getirmez ve bizde, yaşanırken her zaman güzellik duygusu da uyandırmaz. Sait Faik'i büyük hikâyeci yapan yaşantısı değil, sanat gücüdür. O, yaşantılarını anla­tırken, hayatın güzelliğini ve mânâsını bulmuştur.

Dülger balığını tasvir ederken, ona dair hiçbir şeyi ihmal etmemek endişesi ile: "Vü­cudu biraz kirlice, esmer renkte demiş miydim? Yamyassıdır demiş miydim? Tam orta­lık yerinde, her iki yanda sağlı sollu iki başparmak izi diyebileceğimiz koyu lekeler vardır demiş miydim?" diye sorar. Sait Faik'te ressamlara has her şeyi gören ve doğru olarak tesbite çalışan bir göz ve her gördüğünü ona en uygun, en doğru kelime ile ifade etme çabası vardır. Bir gün bana, bir hikâyeciden bahsederken: "Bırak canım, öyle hikâyeci mi olur. Daha balıkların adım bilmiyor" demişti.

Sait Faik, hayatı, insanları ve kâinatı seven bir insandı. Fakat o aynı zamanda gör­mesini bilen ve gördüğünü anlatma gücüne sahip olan bir yazardı. İnce bir dikkati var­dı. "Bir gün bir kahvede ağaca asılı bir dülger balığı gördüm" demiyor, "Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki yansı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm" diyor. O sadece dülger balığını değil, dülger balığının asılı olduğu kahvenin bir balıkçı kahvesi olduğunu ve önündeki ağacın yansı kırmızı, yansı beyaz çiçek açan bir akasya ağacı olduğunu da görüyor ve biliyor. Hikâyede dül­ger balığının ölümü en ince titreşimlerine kadar tasvir edilmiştir. Sait Faik, hayata ba­kış ve anlatış tarzı bakımından "gerçekçi"dir. Fakat gerçeği sadece dış görünüşü bakımından anlatmaz, dülger balığında olduğu gibi, çirkin bir dış görünüşünün arka­sında iyi bir ruh, derin bir mânâ da bulur. Sait Faik, hayatın ve kâinatın sadece dışını değil, içini de görür. Onun gerçekçiliği sığ bir gerçekçilik değil, efsaneyi, şiiri, duyguyu, sevgiyi ve hayali de içine alan, çirkinlik ile güzelliği, iyilik ile kötülüğü bir arada gören, insanı ve kâinatı bütünüyle kucaklayan bir gerçekçiliktir. Sait Faik'in hikâyelerini ha­yat gibi zengin, karmaşık ve güzel yapan, bu sevgi dolu, derin, geniş, anlayışlı ve müsa­mahalı bakıştır.

 

Mehmet KAPLAN (Hikâye Tahlilleri, Dergâh Yayınlan, s.196, İst. 1984)