TÜRKÇEYİ DOĞRU KONUŞMAK
Türkçeyi iki ayrı yolda kullanmaktayız: Yazarak, Konuşarak.
Yazıda, yazım (imlâ) kurallarına uymaktayız. Ya konuşmada? Duygu ve düşüncelerimizi söz ile anlatma eyleminde, yazımda olduğu gibi, uymamız gereken kurallar var mıdır?
Kitap diyor ki:
"1928 yılında kabul edilen Latin asıllı Türk alfabesi, Türk diline, o güne kadar uygulananların hepsinden daha uygun düşmektedir. Türk dilinin yazımı, her biri, aynı değer taşıyan 29 ses işaretine dayanır. Özellikle daha önceki alfabelerde bulunmayan 8 ayrı ünlünün kabul edilişi, Türk dili yazımının başlıca düğümlerini çözmüştür. Şöyle ki, bir ünsüz sekiz ünlünün her biri ile başlatılınca, 168 türlü ses meydana gelmektedir."
Burada duralım. Bu kez de başka bir kitaba başvuralım. Tahsin Banguoğlu, Türkçenin Grameri'nde şöyle diyor: "Yeni Türk yazısı bugünkü haliyle yazı lehçemizin seslerini karşılamaya yeterlidir. Bu yazıda her ses için ayrı bir harf ve her harf için yalnız bir ses esasları gözetilmiştir." Aynı sayfanın baş tarafında ise, şunları söylüyor: "Yazı aslında çok basit, konuşmayı aksettirmek için pek yetersiz bir işaretler sistemidir. Sözü ancak kabataslak tespit etmeye yarar. Yazı seslerin çeşitlerini, kelimenin vurgusunu, cümlenin ezgisini göstermez. Biz okurken bunları hayalimizden tamamlarız." Aynı kitabın karşı sayfasında da şunları okuyoruz: "Alfabe ses çeşitlerinin ayrı veya işaretli harflerle gösterilmesi yazıyı güçleştirir, pratik olmaz. Bunun için okurken ses çeşitlerini belirtme işi söyleyişe bırakılmıştır."
Çelişkiler üzerinde oyalanmadan, kendimizce önemli saydığımız şu noktaya parmak basmak istiyoruz. Gördük ki alfabemizi oluşturan 29 ses işaretinden (harften) bir çırpıda 168 ses çeşidi meydana geliyor. Bunca sesi yazımda (imlâda) belirtme olanağı bulunmadığı iddiası ile sesçil yazım da bir yana itilerek konuşmada gelişi güzellik yeğlenmiştir. Peki, söyleyişin doğrusu yanlışı, güzeli çirkini hangisidir? diye sormaya kalktığımızda, karşılık hazırdır: İstanbul söyleyişi. Bu kez de zihninize şu sorunun çengeli takılacaktır. Evet, ama İstanbul dediğin bir koca kent; Türkiye haritasının hemen her santimetre karesinden kopup gelen insanların kaynaştığı bir il, İstanbul söyleyişi, İstanbul'un neresinde hangi İstanbul'umun sarayında, konağında, apartmanında ve de ağzında gizlemiştir?
Yazım diline gösterilen özenin konuşma dilinden esirgenmiş olması da bağışlanacak bir savsaklama gibi görünmemektedir. Bunun sonuçlan, bakınız, neler oluyor:
a) Bugünkü haliyle, Türkçe sözlüğümüz, konuşmada, Türkçeyi ancak kulaktan öğrenmişlere yardımcı olabiliyor. Bir yabancı, sözcükleri doğru telâfuza, doğru vurgulamaya meraklı biri, sözlüğümüzden hiçbir yardım görememektedir.
b) Uygarlık dili niteliğini kazanan bütün diller, sesçil yazımla sözcüklerini işlemişler, değerlendirmişler ve pekiştirmişlerdir. Böylece, öğrenim ve etki alanlarını genişletmişler, söyleyişte birliğe ulaşmışlardır. Bunların sonucu olarak da, anlatma ve anlaşma olanaklarını artırmışlardır. Böylece, diksiyon diye bir konu çıkmış ortaya. Doğru ve güzel konuşmanın kurallarını öğretmekle yükümlü diksiyon, dillerini önemseyen, benimseyen, seven ve sayan bütün uygar toplumların en gözde eğitim ve öğretim konusu ve sorunu olagelmiştir.
Biz bunların hiçbirini yapmadık, yapamadık, yapmamaktayız. Söz söyleme, konuşma sanatı diye bir sanatın var olduğunu bilmekte isek de, bunun gerçekte ne olduğunu, açık konuşalım, gereğince bilmemekteyiz.
Dilimizin sesçil yazım sorunu çözümleninceye dek elimizi ve dilimizi bağlayıp oturmayalım. Tezelden, öğretmen okulları ile eğitim enstitülerine diksiyon dersini koyalım.
Gelişi güzel, yalan, yanlış, çirkin ve yetersiz konuşma alışkanlığına son vermek amacı ve özlemi ile hemen işe koyulalım.
Hık mıktan, kem kümden kurtulup ışıklı sözün aydınlığında birbirimizle anlaşmak, birbirimizi anlamak istiyorsak, en kısa yolun, doğru ve güzel konuşmadan geçtiğini bilelim. Güzel konuşmak, güzel düşünmeyi gerekli kılacağı için, bu arada onu da öğrenmiş oluruz.
Suat TAŞER (Cumhuriyet, 18 Ekim 1975)
İLGİLİ İÇERİK
MİLLİ EDEBİYAT-MAKALE, FIKRA, SOHBET