Doğulu ve Batılı Olmak
İstanbul aydınında öteden beri bir Avrupai adam olmak özlemi vardır. Batılılar gibi "prensip sahibi", metodlu, işlerini rasyonel "akit" bir düzene koymuş, her gün saat kaçta ne yapacağını ve ne düşüneceğini bilir, randevularına dakikası dakikasına sadık, ziyaretlerini ihmal etmeyen, mektuplara zamanında cevap veren ve vazife hayatı saat gibi işleyen adam olmak, belki Tanzimattan beri bazı İstanbul aydınlarının ideali hâlinde yaşamıştır. Kılığı, kıyafeti, hayat üslûbu, tavrı, edası ve insanlarla münasebeti bakımından bu medenî adam tipini gerçekleştirmiş Osmanlı aydınlarına rastlamadım değil. Bu insanlara "çelebi adam", "efendi adam", "dest un Monsieur" dendiği de olurdu. Kısacası İstanbul aydını mükemmelce bir adamın vasıflarını Batılı adamda, Avrupai adamda an-yordu.
Son günlerde Batılı adam olarak hasreti bazı yazarlarımızda da tepmiş. Fakat onların Batılı adam tipi mükemmel adam hayalini değil, maddi adam, dinsiz adam, hattâ solcu adam tipini canlandırıyor.
Batıda Doğulu adam tipine çok rastlanıyor. Birçok Avrupalı ve Amerikalı sanki bir Asya memleketinde doğup büyümüş gibi bize yakındırlar. İtalyan tarihçisi ve düşünürü Gugliyelmo Ferrero'nun "Geçmişle Gelecek Arasında" adlı kitabında izah ettiği gibi "Bugünkü Avrupa ve Amerika'nın Asyacılığını tarif etmek zordur. Büyük Hint şairi Tagore bunu anlamamışa benziyor. O. büyük bir ısrarla, ruhçuluğu, iç hayat derinliğini. Doğunun manevi yükselme özleyişini. Batının maddeciliği ile aceleciliği ile doymak bilmez kazanç hırsı ile sonsuz çalışma hummasıyla karşılaştırıyor. Fakat dikkat etmiyor ki, Doğu ile Batı arasında gördüğü çatışma. Batının kendi içinde de vardır. Doğu ve Batı gibi, kendi kendisiyle mücadele halinde iki Avrupa ve İki Amerika vardır. Her Avrupalı ve her Amerikalı, ne kadar aydın olursa olsun, aynı zamanda hem Batılı hem de Doğuludur."
Maeterlinnck'in meşhur sözüne göre, her insanın beyninde bir "Doğu köşesi", bir de "Batı köşesi" bulunmaktadır. Hiçbir memleket veya insan için yüzde yüz Batılı olmak imkânı yoktur. Yalnız beynimizin bir köşesiyle Doğuya, bir köşesiyle de Batıya bağlı değil, coğrafyamızın bir tarafıyla Doğuya, öte tarafıyla de Batıya mensubuz. Tek taraflı bir bağlanış bizi ruhî, tarihî, coğrafî ve millî bütünümüzden mahrum eder, yarım yamalak, sakat, hayatiyetten mahrum bir varlık hâline sokar.
Peyami SAFA
İLGİLİ İÇERİK
NASRETTİN HOCA FIKRA ÖRNEKLERİ
FIKRA ÖRNEĞİ-TEK GERÇEĞİN PEŞİNDE
GEZİ YAZISI ÖRNEĞİ- KIRIKKALE'YE GİDERKEN
ZELZELE
Zelzele, dün gece, İstanbul'u uykusunun en derin yerinde oynattı. Garip şey! Haftalardan beri komşu toprakları sarsan ve şimdi gizli adımlarla bize yaklaşır gibi olan bu âfetin, faaliyete geçmek için insan gafletini kollayışta gösterdiği şeytani dikkate bakılırsa, bunun, cana kastetmiş bir müthiş zekânın işi olduğuna hükmetmek lâzım geliyor.
Öyle ya! Muharebelerde düşmanı, dalgın karargâhları topa tutmak ve hırsızın soyacağı evin duvarına tırmanmak İçin intihap ettiği (seçtiği) saat, hemen daima zelzelenin de harekete geçmek için beklediği saattir: gecenin ilerlemiş bir saati!
Gerek düşman, gerek hırsız, gerek zelzele, gafil İnsanın soyunup entarisini ([1]) giymesini ve atağa uzanıp, rahat horlamasını gözlerler.
Anlaşılan, ikide bir toprağın temellerini sarsan gizli ve korkunç kollar, gecenin karanlıkları içinde, insanları, don ve gömlekle, yalınayak, başıkabak, sokaklara perişan dökülmüş görmekten zevk alan tuhaflık merakında bir zalim kuvvetin hesabına, yeraltı âleminde, şu garip faciaları hazırlayıp duruyor!
AHMET HAŞİM
[1].Eskiden erkekler de yatarken gecelik denen bir çeşit entari giyerlerdi. Pijamaya sonradan alışıldı.
Fıkra örneği
Türk çocukları ve gençleri için okunması gerekli olan kitapların bir listesini çıkarmak üzere son aylarda MEB'in, ilgililer arasında bir ön soruşturma yahut araştırma yaptırdığını duyduk. Mahiyetini tam bilmemekle beraber böyle bir listenin ilk ve ortaöğretim öğrencileri dikkate alınarak hazırlattırıldığını tahmin ediyorum. Güzel ve yerinde bir teşebbüs. Bunun daha da genişletilerek yükseköğretim yapmakta olan gençlere teşmil edilmesi gerekir. Hatta eğitim çağı dışında genel olarak Türk aydınının okuması gerekli eserlerin de bir listesi üzerinde çalışmalar yapılmalıdır (...)
Edebi fıkra örneği
Bir toplumda ahlak ve âdetlerin ne şekilde değiştiğini, kelimelerin başkalaşmasında görmeli, "üstat" kelimesinin son senelerde aldığı mana bu bu bakımdan küçük bir incelemeye değer. Eskiden "üstat", herkesçe onaylanan yetkinliklere verilen büyük bir derecenin ismiydi. Üstat, dahiden bir rütbe aşağıda idi. Üstat Ekrem, edebi derecelendirmede Dahi-yi Azam'ın arkasından gelirdi. Üstat, ehliyetin son olgunluk aşamasını ifade ettiğinden yaş, baş, saç ve sakal kavramlarını da içerirdi. İhtiyarın hürriyet gördüğü devirlerde üstat kelimesinin de utanılacak bir manası olamazdı. Son senelerde maddi hayat zevkinin istila edici bir şekil almasıyla "üstat" kelimesinin de yavaş yavaş gözden düştüğü görülür.
Gazete fıkrasına örnek
Hemen her akşam eve içim sıkkın dönüyorum. Niçin? Bu niçinin yanıtı yok. Bir işim mi sapa sardı? Bir yerim mi ağrıyor? Birisiyle miç çatıştım? Hayır... Sadece içim sıkkın. Belki siz de benim gibisiniz. Belki herkes, bütün vatandaşlar böyle, nedensiz bir bunaltı içindeler... Hayır, hayır, bu üzüntülerin nedeni mi yok dedim? Evet, nedeni yok, ama nedenleri var. Dikkat ediyorum, bizim bütün şikayetlerimiz, küçük şikayetler toplamıdır...
İLGİLİ İÇERİK
NASRETTİN HOCA FIKRA ÖRNEKLERİ
FIKRA ÖRNEĞİ-TEK GERÇEĞİN PEŞİNDE
GEZİ YAZISI ÖRNEĞİ- KIRIKKALE'YE GİDERKEN
SİZCE EĞİTİM NEDİR? (TARTIŞMACI ANLATIM)
Evet, sizce eğitim nedir? Bugün öğrenip yarın unuttuğumuz, o ne işe yaradığını bilmediğimiz bilgiler mi ezberlediğimiz anlamsız formüller mi yoksa sabah akşam çocuklarımıza çözdürdüğümüz testler mi?
Birkaç dakikanızı bu konuya ayırın ve kendinizi sorgulayın. Eğitim deyince aklınıza neler geliyor?
Daha da önemlisi, eğitimin sizin ve başkaları üzerinde bıraktığı izler neler? Onları sorgulayın.
Hani hep derler: "Okuyanla okumayan bir olur mu?" Gerçekten de öyle mi? Peki ya eğitimsizlik?
Sel suları yine çocukları yutmuş. Bundan daha büyük cahillik olabilir mi?
Eğitim demek, akıl demek. Peki, dere yatağına kurulan mahallelerin neresinde akıl var? Peki ya deprem?
Olası bir büyük istanbul depreminde yüz binlerce insanın öleceği söyleniyor. Ama bu kimsenin umurunda değil.
Normal koşullarda 3.5 şiddetinde lamba bile sallanmazmış. Ama bizde evler hasar görüyor. Ve önce devlet kurumları yıkılıyor.
Devletin eğitimden ne anladığı ve beklentileri, Temel Eğitim Kanunu'nda uzun uzadıya anlatılıyor. Ama uygulamaya bakıyorsunuz, yetiştirmek istediği insan modeli ve kurmak istediği düzenle, gelinen nokta, taban tabana zıt.
Bu noktada insanın aklına iki soru geliyor:
1. Anayasa ve Temel Eğitim Kanunu'nda belirlenen değerler ve hedefler yanlış.
2. Kazandırılmak istenen değerler ve hedefler doğru ama uygulama yanlış.
Yasalardaki hedef ve beklentilerde bir sorun olduğunu sanmıyoruz. Çağdaş ülkelerdeki hedef ve beklentiler ne ise bizde de o.
Soran, sorgulayan, çağdaş değerlere sahip, aklı ve bilimi rehl edinmiş diye başlayan her cümlenin altına imza atmayanı bulm zor olur.
O halde hedefler doğruysa, ortaya çıkan bu ucube ne? İşte noktada işin içine siyaset, duyarsızlık, kolaycılık, tembellik, adaı sendecilik, ne derseniz deyin, hep şikâyet ettiğimiz ama en fazla ı kendimizin yaptığı eğitimsizlik akla geliyor.
Eğitimli bir toplumda, üç saat yağmur yağdı diye yaşam altü olup, çocuklar ölür mü? Büyük bir deprem beklentisinin var olduç bilindiği halde, böylesine aymazca davranılabilir mi?
Eğitim, her şeyin ötesinde, kişinin yaşadığı topluma uyumur sağlar ve yaşamla mücadelesini geliştirir.
Ama sanki bizde her şey tam tersi yönde gelişiyor.
Kâğıt üzerinde her şey yolunda gibi. Sorulduğunda belki doğr cevabı da veriyoruz. Ama iş uygulamaya geldiğinde bırakın eğitimi temel hedeflerini, söylediklerimizin de tam tersini yapıyoruz.
Oysa eğitimle kazandırılmak istenen en temel alışkanlık, bilginiı sürdürülebilir bir uygulamaya dönüşmesidir.
İşte asıl üzerinde durulması gereken en önemli nokta bu.
Dere yatağına o evleri yapan, onlara seyirci kalan, sel geldiğin de de çocukların ölümüne neden olacağını, bilmeyenimiz kesinlikle yoktur. Peki, o halde yaşanan bu "rezalet" ne?
Hangi mühendise, mimara, belediye başkanına sorsanız, yapılan hatalarla ilgili size bin tane örnek sıralar. Peki, o yanlışlara imza atanlar kim? Yine onlar değil mi?
İşin elbette ki etik ve ahlaki boyutları da var. Ama asıl sorun kesinlikle eğitimde. Çünkü, eğer eğitimle kazandırmak istediğimiz davranışları, o mimarlara, mühendislere, doktorlara, öğretmenlere, gazetecilere ve diğer vatandaşlarımıza verebilmiş olsaydık, sel suları 4 çocuğu alıp yutar mıydı?
Üretim sistemlerinin kalitesi ürettikleri ürünle ölçülür. Eğitim sisteminin ürünleri ise öğrenciler ve meslek adamları. Yani vatandaşlarımızın tümü.
Yaşamdaki kaliteden çağdaşlaşmaya, etik değerlerden doğanın tahribine, kalkınmadan insan hakları ve demokrasiye kadar eğer bir yerde eksiklik ve yanlışlık varsa, suçluyu uzakta aramayın...
Özetin özeti: Olumlu ya da olumsuz her şeyin kökeninde eğitim var. Diğer tüm nedenler ondan sonra gelir. İnsanı ve toplumları rezil de eder, vezir de..
Abbas Güçlü, Milliyet, 03 Kasım 2009
İLGİLİ İÇERİK
NASRETTİN HOCA FIKRA ÖRNEKLERİ
FIKRA ÖRNEĞİ-TEK GERÇEĞİN PEŞİNDE
GEZİ YAZISI ÖRNEĞİ- KIRIKKALE'YE GİDERKEN
CİMRİ CİMRİLİĞİYLE. CÖMERT CÖMERTLİĞİYLE ANILIR (öyküleyici anlatım)
Aşk-ı Memnu yazacı, Servet-i Fünun'un kudretti romancısı Ziya Bey'in Yeşilköy'deki villasının kapısını çalıyoruz. Üstat, başında lacivert beresi, sırtında kaşmir ceketi olduğu halde bahçede gül fidanlarını budamakla meşguldür.
isafirlerini telaşsız, nazikâne bir tavırla karşılayıp birinci katta pencerelerine yapraklar değen büyük bir odaya buyur eder. sec-eD-ı ziyaretimiz şudur ki Halid Ziya Bey, her cuma villasında edebiyat sohbetleri tertip etmeye başlamıştır. Lafı eğip bükmeye ne hacet, evet, işin aslı edebiyat sohbetidir; lakin toplantılarda üstadın bin bir çeşit nimet ile donattığı sofra, edebiyatı gölgede bırakacak derecede renkli ve kışkırtıcıdır. Memleket evladı "vesika ekmeğine, mısır koçanına, süpürge tohumuna" talim ederken, üstadın evinde eksik olan sadece kuş sütüdür. Odaya 'hayal ötesi bir çay masası' kurulmuştur. Masada çay, süt, sütlü kahve, kakao; bin bir çeşit peynir ve reçel, çilek, muz, menekşe kokulu fondanlar; çikolatalı, kremli mey-valı pastalar, bisküviler, börekler davetlilerin midesine inmek için sabırsızlanmaktadır... "Fakir mahallelerin sulh günlerinde bile tatmadığı, zengin konakların artık unutmaya başladığı" bu dünya nimetleri ile yüz yüze gelen ahali ne yapar? Bütün bu cümbüşü anlatan Yusuf
Ziya Ortaç der ki: "Yerdik, bütün aç gözlülüğümüzle, hayır, hayır, bütün açlığımızla yerdik! Sonra -eyvaaaah- doyardık!.." Davetlilerden bazısı yemeğin verdiği tatlı rehavette koltuğa yığılır kalır; ev sahibi de bir pencere açarak onların kendilerine gelmelerine yardımcı olurdu. Nihayet gece, üstadın oğlu Vedat Bey'in verdiği bir piyano konseriyle nihayete ererdi. Velhasıl, kalemi bir hayli bereketli olan Halid Ziya Bey'in kesesi de böyle cömerttir ve pek çok edebiyat adamının hem midesini hem de ruhunu doyurmaya vesile olmuştur.
Şimdi de Halid Ziya'nın Yeşilköy'deki villasından kalkıp Ankara'ya Taceddin Dergahı'na doğru uzanalım. Mehmet Akif, Hasan Basri Çantay başta olmak üzere bir kısım dostunu, evine çay içmeye davet etmiştir. Hasan Basri Bey tam evden çıkmak üzere iken Akif koşa koşa gelip, "Akşam çayını sizde içeceğiz." diyecektir. Amenna; ama sebebi? Akif'in cevabı kısacıktır: "Bizim odanın kilimini bir fakire vermişler!" Hasan Basri Bey der ki: "O oda ki mefruşatı zaten o tek kilimden ibaretti ve o tek kilimi bir fakire veren de kendisi idi." Akif'in masalar donatacak varlığı yoktur amma evinin bir tek kilimini, sırtındaki ceketini çıkarıp verecek kadar cömert bir kalbi vardır. Yine Hasan Basri Bey'e kulak verelim: "Müthiş bir kış günündeyiz. Akif'i kır bir ceketle görüyoruz. Fakat hissettirmemeye çalışıyor. Tahkik ettim; paltosunu evinin kapısına gelen çıplak hir fakire giydirmiştir.
Cömertlik kapısını kapatıp cimrilik kapısını açtığımızda, bizi merdiven başında meşhur pozitivistimiz Abdullah Cevdet karşılayacaktır! O Abdullah Cevdet ki Birinci Dünya Harbi yıllarında Cağaloğlu'ndaki 'İçtihat Evi'nde, Süleyman Nazif, Abdülhak Hamid, Sami Paşa'yı 'çarşamba toplantıları'nda, konuklarına çayı kuru üzümle içmeye mecbur etmiştir. Şekerin yokluğundan mı? Hayır, okkası üç lira oluşundan... Bu pintiliği yüzünden Süleyman Nazif'le Şair Eşrefin dilinden az çekmemiştir. Abdullah Cevdet için, "Meteliğe kurşun atar." diyen bir dostuna, Süleyman Nazif, "Ne kurşunu?" demiştir, "Meteliğe göbek atar!" Şair Eşref de onun hasisliğini bir beyitle cümle âleme ilan etmekten geri kalmamıştır: "Bir sinek konsa eğer tiksinerek pisliğine/ Hakkımı eklediyor der de koşar mahkemeye!" Necip Fazıl da 'Babıâli'de Abdullah Cevdet'in cimriliğinden söz açar ve onun misafirlerine kahve ikramına bile yanaşmadığını, işçisine para verirken de 'silik kuruşları seçtiğini' anlatır.
Necip Fazıl, 'Genç şair'i, yani kendisini anlatırken ise cömertliği elden bırakmadığını kayda geçirir. Bir gün sabaha karşı 'Babıâli dâhileri'nin karargâhlarından biri olan Petrograd pastanesinde hesap görürken, garsona: "Pastahanede ne kadar insan varsa hepsinin birden hesabını al!" diye hürmetlice bir para uzatmıştır. Bu jest karşısında Peyami Safa da, "Sanatkâr cömerttir. Hasisten sanatkâr çıkmaz. Cemiyet ise âdildir, ona ne verirsen fazlasiyle sana iade eder." gibi okkalı bir söz ile 'Genç şair'in gururunu okşamayı ihmal etmemiştir.
Meşhur eli sıkılardan biri de üstat İbn-ül Emin Mahmut Kemal Bey'dir; ama onun hasisliği pek hayırlı işlere vesile olmuştur. Hazret, seksen yedi yıllık hayatının neredeyse tamamını okuma yazma işleriyle uğraşarak geçirmiştir. Parada pulda, malda mülkte gözü olmamıştır. Sayılı nefesini tüketip dünyaya elveda çektiğinde ise geride neredeyse bir hazine bırakmıştır. Yusuf Ziya Ortaç, onun portresini çıkarırken şöyle der: "Eli, hasis denecek kadar sıkıydı. Yemezdi, içmezdi ve giyime, kuşama para harcamazdı. Ama, bir ömür boyu, sabırla, cömertlikle topladığı kitapları üniversiteye ve biriktirdiği altınları yalnız hayır işlerine bağışlayacak kadar asil bir cömertlik göstermiştir." Bu asaletin delili şudur ki büyük kitâbiyatçımız, yemeyip içmeyip biriktirdiği dört yüzden fazla altıncağızı bir vasiyetname ile hastanelere ve vakıflara taksim etmiştir. Dökümü şöyledir: Zeynep Kâmil Hastanesi'ne yüz altın, Guraba Hastanesi'ne seksen altın, Verem Hastanesi'ne altmış altın, Darüşşafaka'ya yüz altın ve Darülace-ze'ye seksen altın...
Ali Çolak, 06.05.2006
İLGİLİ İÇERİK
NASRETTİN HOCA FIKRA ÖRNEKLERİ
FIKRA ÖRNEĞİ-TEK GERÇEĞİN PEŞİNDE
GEZİ YAZISI ÖRNEĞİ- KIRIKKALE'YE GİDERKEN
GÖNÜL KERESTESİYLE( tartışmacı anlatım)
Türk devleti, aslı olan Müslüman tabakanın hamuruyla tekrar yuğrulmadıkça tam bir sıhhatle yaşayamaz.
Henüz Acem'in kırmızı kadehleriyle çekik gözlerini, kırmızı gülle-riyle yanık bülbüllerini, kırmızı şallarıyla sevi boylarını öğrenmediğimiz senelerde şiirimizde teşbih ve istiareler çocukça denilecek kadar saftı. İşte o zaman Osman Gazî, Söğüt yaylalarında bir türkü söylüyordu:
Gönül kerestesiyle bir
Yeni şehir ve bâzar yapı
Çobanlık devrini hatırlatan bu sâde, bu güzel istiare, bu mânîdar türkü bize bugün en doğru siyâset rehberidir!
Anadolu'daki macerayı uzaktan yakından kâh sevine sevine, kâh korka korka seyreden nice gafiller zannediyor ki eğer bu harpten Yunan'a karşı silâhlarımızın zaferiyle çıkarsak, Kırım ve Tesalya seferlerinden sonra olduğu gibi, devlet eski düzende bir daha dirilir, bir müddet daha keyif süreriz. Bu gafiller kâinatı sırf siyâset gözlüğüyle seyrettikleri için bedbîn olurlarsa yaman bedbîn oluyor, müeb-beden batacağımıza inanıyorlar, nikbîn olurlarsa eski devletin eski düzende bir daha kurulacağını sanıyorlar. Lâkin bu macerayı bu gözlerle seyredenler beyaz görürken de aldanıyorlar, siyah görürken de. Bugünkü Anadolu hâdisesinin mânâsından bihaberdirler!
Siyâset Türk mes'elesini halletmekle üç seneden beri yerinde sayarken tabîat yürüdü.
Hakîkî bir görüşle devletin eski bünyânı bu harbin son günlerinden sonra battı. O batışla millî hareketin ilk tekevvün ettiği sene arasındaki fasılayı istikbâlin müverrihleri bir devlet fasılası gibi görecek. Yeni Türk devleti millî hareketle doğdu. Gözlerini biraz ovup da etrafına bakman her akıllı Türk, hemen idrâk eder ki millî hareket, programının başlıca kısmını yapmıştır. Millî hareket, eski saltanatın nüvesi olan Türk toprağından on vilâyeti kurtararak bir devlet kurdu. Bu devlet bugün tam mânâsıyle vardır, müstakildir. Avrupa'nın son nazariyelerine göre, sînesinde hak ve halk karışmış ve temelleri Türk milletinin bağrındadır.
Şimdiye kadar milletin uzakta yakında bütün gönüllerini al bayrak altına toplayan bu devlet ihtilâl devrinden nasıl muzaffer çıktıysa, harp devrinden de muzaffer çıkacak ve sulhten sonra yeni bir hayâta girecektir. İnönü şehitleri ve gazîleh Yunanlıları dağıtıp, bütün Türk gönüllülerini topladığından beri vâkıâ bütün millet nikbîniz yalnız bu nikbinlikte bâzılarının gözleri arkaya, bâzılarının gözü ileriye bakıyor. Gözleri arkada olanlar mazurdurlar. Çünkü o kadar asırlık hudutsuz bir saltanatın kendi gidince bile uzun bir zaman vehmi kalır. Süleymân-ı Kanunî o kadar uzun bir saltanattan sonra öldüğü zaman uzun seneler halk hâlâ yaşadığına inanmış; bütün bir saltanata göre bu hâdise daha ziyâde böyle tecellî eder, bununçün mazurdurlar.
Sonra da millî hareket bu son bir sene zarfına o kadar sür'atli bir mucize gösterdi ki büyüklüğüyle gözleri kamaştırıyorsa da Türk âleminde yeni tecellî etmiş bir hâdise olduğu için, herkes daha bu günden hakikî mânâsını etrafıyla idrâk edemiyor. Daha geçen sene millî hareketi boğmak için haydut Anzavur ve Kuvâ-yı inzibâtiyye'nin zibidi sürüleri sevk olundu, senesine girmeden millî hareket Yunanistan gibi en mükemmel derecede mücehhez bir devleti yendi. Bu kadar sür'atle tecelli eden bir mucizeyi bütün idrâkler birden tam manâsıyla kavrayamaz. Bütün bu Anadolu cidaline, ekseri gazetelerin dediği gibi bir muahedenin tâdîli eski saltanatın mehmâ-emken tamâmiyetini muhafaza ve bu uğurda çalışanların mübarek himmeti gibi bir mânâ verilirse, böyle düşünenler bir kere ellerini şakaklarına koyup derinden derine tekrar düşünseler ki Anadolu cidali bu kadar basit bir hâdise olsa o kadar heyecana değmezdi. Şimdiye kadar kaç defâ bu son felâkete yakın felâketler gördük ve kaç defâ da civanmert, azimkar, dîni bütün müncîlerimizin himmetiyle kurtulduk. Lâkin o kurtuluşlar bir netîce vermedi, aradan kırk sene geçmedi ki yeni bir felâkete uğradık ve böyle bu günlere kadar geldik. Osmanlı târihinde ıslâhat ve inkılâplar bir değil, on değil bütün bir silsiledir. Lâkin hep eskiyi tamir ettikleri için tesîrleri netîcesiz kaldı. Bu son necat tamamıyla tecellî ettiğinden sonra da eski bünyânı, eski zihniyet, eski idare ile, eski tabakalarında tekrar kursak az bir müddet sonra aynı netîceyi verir. Özleyeceğimiz şeyler eski saltanatın şanları, şerefleri, bayrakları, medeniyeti, mûsikîsi, mîmârîsi, şiiridir, lâkin şekli, idaresi, siyâseti değildir.
Zâten insan târihe biraz dikkatli bir bakışla baksa görmez mi ki o saltanat iki buçuk asır evvel Viyana'da mağlûp olduktan sonra merhale merhale dayandı lâkin en vâsi hudutlarını bir türlü koruyamadı, düşman istilâsı gele gele en sonra Osmancığın mezarına, bu devletin ilk teşekkül ettiği ovaya kadar geldi ve bugün orada tekrar doğdu. Viyana mağlûbiyetinden son asrın sonlarına kadar eski saltana tı kâh harple, kâh siyâsetle koruduk. Gördük ki ne silâhlarımızın muzafferiyeti, ne de Avrupa siyâset-i hâriciyesinin müzahereti o derde deva değilmiş, Türk devleti aslı olan Müslüman tabakanın hamuruyla tekrar yoğurulmadıkça tam bir sıhhatle yaşamazdı. Osmancığın eski türküsü bununçün bugün bize en doğru siyâset rehberidir.
Yahya Kemal Beyatlı, Eğil Dağlar
İLGİLİ İÇERİK
NASRETTİN HOCA FIKRA ÖRNEKLERİ
FIKRA ÖRNEĞİ-TEK GERÇEĞİN PEŞİNDE
GEZİ YAZISI ÖRNEĞİ- KIRIKKALE'YE GİDERKEN
1.
Türk çocukları ve gençleri için okunması gerekli olan kitapların bir listesini çıkarmak üzere son aylarda MEB'in, ilgililer arasında bir ön soruşturma yahut araştırma yaptırdığını duyduk. Mahiyetini tam bilmemekle beraber böyle bir listenin ilk ve ortaöğretim öğrencileri dikkate alınarak hazırlattırıldığını tahmin ediyorum. Güzel ve yerinde bir teşebbüs. Bunun daha da genişletilerek yükseköğretim yapmakta olan gençlere teşmil edilmesi gerekir. Hatta eğitim çağı dışında genel olarak Türk aydınının okuması gerekli eserlerin de bir listesi üzerinde çalışmalar yapılmalıdır (...)
2.
Edebi fıkra örneği:
Bir toplumda ahlak ve âdetlerin ne şekilde değiştiğini, kelimelerin başkalaşmasında görmeli, "üstat" kelimesinin son senelerde aldığı mana bu bu bakımdan küçük bir incelemeye değer. Eskiden "üstat", herkesçe onaylanan yetkinliklere verilen büyük bir derecenin ismiydi. Üstat, dahiden bir rütbe aşağıda idi. Üstat Ekrem, edebi derecelendirmede Dahi-yi Azam'ın arkasından gelirdi. Üstat, ehliyetin son olgunluk aşamasını ifade ettiğinden yaş, baş, saç ve sakal kavramlarını da içerirdi. İhtiyarın hürriyet gördüğü devirlerde üstat kelimesinin de utanılacak bir manası olamazdı. Son senelerde maddi hayat zevkinin istila edici bir şekil almasıyla "üstat" kelimesinin de yavaş yavaş gözden düştüğü görülür.
3.
Gazete fıkrasına örnek:
Hemen her akşam eve içim sıkkın dönüyorum. Niçin? Bu niçinin yanıtı yok. Bir işim mi sapa sardı? Bir yerim mi ağrıyor? Birisiyle miç çatıştım? Hayır... Sadece içim sıkkın. Belki siz de benim gibisiniz. Belki herkes, bütün vatandaşlar böyle, nedensiz bir bunaltı içindeler... Hayır, hayır, bu üzüntülerin nedeni mi yok dedim? Evet, nedeni yok, ama nedenleri var. Dikkat ediyorum, bizim bütün şikayetlerimiz, küçük şikayetler toplamıdır...
4.
Efendim, Fransa demokrasinin beşiğiymiş, özgürlükler ülkesiymiş, insanlığa değerler armağan etmişmiş, "Ben senin düşüncene katılmıyorum ama..." diye başlayan vecizenin altında da bir ünlü Fransız düşünürün imzası varmış. Değildir... Fransa özgürlükler ülkesi değildir, demokrasinin beşiği filan da olmamıştır. İnsanlığa armağan ettiği şey "devrim"dir, "jakobenizm"dir, oligarklara hayat veren "seçkinler konvansiyonudur. Ünlü Fransız düşünürü de ünlü filan değildir... "Voltaire" denildiğinde Fransa'da bile gülüp geçerler, "eserlerini" ciddiye almazlar. Bugün de "başörtüsü yasağı"yla, "yabancı düşmanlığı'yla, "antiislamizm"le ve dünya tarihinin kaydettiği en çapsız politikacı olan Sarkozy'le anılmaktadır; daha doğrusu bu "değerlerle" dünya önünde rezil olmaktadır.
5.
Gazetelerle yüz-göz olmam şöyle böyle 1959 yılında başlar desem, mübalağa etmiş olmam; okumam-yazmam olmasa da ilm ü irfan tahsiline başlayışım daha o tarihlerde necib Türk gençliğini fena halde alakadar eden Teksas, Tommiks, Kinova, Pekos Bili ve emsali İtalyan işi çizgi romanlarıyla olduğu için alfabenin harflerine yabancı değildim. Babam eve Hayat mecmuası alıyor olmalıydı ki onunla birlikte yaşadığımız ender hâtıralardan biri olması hasebiyle mecmuada devrin en ünlü pehlivanı Yaşar Doğu ile yapılmış bir röportajı çok iyi hatırlıyorum. Fotoğrafta Yaşar Doğu evinde yere sırt üstü uzanmış, o günlerde birkaç yaşında olduğunu tahmin ettiğim bir çocuk göğsüne oturmuş durumda; pehlivan bu defa yenildiğine pek içerlemiş görünmüyor, hatta resmen gülümsüyor; alttaki yazı durumu açıklıyor zaten: "Benim sırtımı sadece oğlum yere getirdi!"
6.
Ulusal futbol geyiklerimizden biri de "gitsin" kampanyasıdır. Guus Hiddink'i beğenmiyoruz. Taktik teknik açıdan yetersiz buluyoruz. Futbolcu seçimini eleştiriyoruz. Yaptığı oyun içi değişiklikleri yerden yere vuruyoruz. Bunlar genellikle teknik eleştiriler ve bu sınırı aşmadıkça sorun yok. Fakat sorun, "eleştiri önceliğini" elinde bulunduranlarda. Bunlara (futboldan anladığını iddia eden ama ayağı bir kez bile topa değmemiş arkadaşlara) ilişkin düşüncelerimi daha sonra yazacağım. Bir de sırf eleştirmek için eleştirenler var. Hiddink'i mental açıdan yetersiz buluyorlarmış. Bize uygun değilmiş. Futbolumuzu bilmediği gibi, futbolcumuzun duygusal gelgitlerine de yabancıymış. Gözü hep dışarıdaymış. Bir an önce buralardan kurtulmanın yollarını arıyormuş. Kötücül bir adammış. Hem bizi (ulusal kimliğimizi), hem futbolumuzu küçümsüyormuş. Böyle şeyler yazanlar da var. "Dünyada 10 teknik adam say" deseler, Hiddink'i mutlaka zikredersiniz. Nasıl bir çalıştırıcı olduğu, hangi kariyerde geldiği, kulüp takımlarında neler yaptığı, futbola kattıkları dünyanın malumu. Bununla birlikte, disiplini ve profesyonelliğiyle de bilinen sayılı teknik direktörlerden biri. Gelgelelim, biz, Hiddink'i "başımıza gelmiş en kötü şey olarak" görüyoruz.
7.
Epeydir görüşmemiş iki arkadaş, her gün on binlerce kişinin aktığı bir ana yol ağzında karşılaşınca ne yapar? Elbette hâl hatır faslından sonra iki satır sohbet etmek, "Ee, daha daha ne var ne yok?" diye konuyu derinleştirip birbirinden haberdar olmak ister. Gölgeliğine sığındığımız pastanenin garsonu anlayışlı davrandı; gündüz gözüyle ramazan ortasında bir şeyler atıştırmaya niyetli olmadığımızı hissedince saygılı bir edâ ile çekilip başka müşterilerle ilgilenmeye başladı. Çocuğu takdir ettik. Sonra o meşhur ve malum soruyu sordum, "Ee ne var ne yok bakalım; çoluk-çocuk, ev-bark nasıllar?" Kendisine bu soru yöneltilen dünyanın en akıllı bilgisayarının yarım saat düşündükten sonra işlemcisinden dumanlar çıkararak intihara yeltendiği söylenir; özellikle, ne var ne yok faslında garibimin devreleri yanmış diye bir efsane anlatılır ya, işte o soru. "Vallahi" dedi, "İyilik sağlık işte, geçinip gidiyoruz. Kendime ramazanda izin verdim, kafama göre takılıyorum."
8.
Zeytinburnu civarına dikilen üç gökdelen, tarihî yarımadanın klasik siluetini bozuyormuş. Mimar ve Mühendisler Grubu Yönetim Kurulu adına yapılan açıklamada tafsilatlı bilgi var. İBB Başkanı Kadir Topbaş, hadiseyi doğrulamakla birlikte, "Sadece Salacak tarafından bakıldığında fark ediliyor, diğer açılardan silueti bozmuyor." demiş. Konu üzerinde inceleme ve araştırmalar da devam ediyormuş. Bu arada gökdelenlerin 25. katlarına eriştiğini de ilave edelim; bir nevi "Ba'de harabü'l Babil" durumu yani. Bu durum bana, azılı eşkıyalarla dolu tehlikeli bir yolculuğa çıkmak üzere hazırlık yapan bir kervanbaşının, o havalinin en yiğit, en deligöz bahadırı ile kervanı korumak için anlaşma yapmasına rağmen yine de soyulmaktan ve daha fenası, fena halde hakarete uğramaktan nasıl kurtulamadıkları fıkrasını hatırlattı. Lütfen mektup yazıp, "Ne olur, fıkranın geri kalanını anlatın, vallahi söz kimseye söylemem." diye ricada bulunmayınız. Arif olan anladı zaten; arif olmayanlar için yapabileceğim bir şey yok çünkü fıkranın final kısmını nedense aniden unutuverdim!
İLGİLİ İÇERİK
NASRETTİN HOCA FIKRA ÖRNEKLERİ
FIKRA ÖRNEĞİ-TEK GERÇEĞİN PEŞİNDE
GEZİ YAZISI ÖRNEĞİ- KIRIKKALE'YE GİDERKEN
SON KAHRAMANI DA UĞURLARKEN...FIKRA ÖRNEĞİ
Eflatun, (Platon) 2500 yıl önce yazdığı "Devlet"te (Remzi, 1975) "Tanrı.." diyordu, "...aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. O yüzden bunlar baş tacı olurlar."
"Nasıl genç tayları gürültü patırtı içinden geçirerek ürkek olup olmadıklarına bakarlarsa, biz de onları korkunç durumlarla karşılaştırmalı ya da tersine insanı sürükleyen zevkler içine salmalı, altını ateşle sınar gibi sınamalıyız. Bu denemelerden başarıyla çıkanı önderliğe getirmeli, ömür boyu şanlı kılmalıyız. Öldükleri zaman da onlara anıtlar dikip en büyük armağanları sunmalıyız.”
***
Tanım, Yaser Arafat'a tıpatıp uyuyor.
Halkı gibi öksüz büyümüş bu asi adam da, genç tayların ananevi testinden geçmiş, korkunç savaşların harında sınanmıştı. Dünyevi zevklere sırt çevirip mücadelesine asılmasından, mayasına altın katıldığı anlaşılmış ve halkının baş tacı yapılmıştı.
Şimdi o halk, kahramanına anıt dikmeye hazırlanıyor.
***
"Filistin Aslanı", "kahramanlar yüzyılı"ndan artakalan son birkaç mirastan biri...
20. yüzyıl, bağımsızlık savaşlarında, iç çatışmalarda, direnişlerde bayraklaşan bir dizi efsane yarattı.
Atatürk'le, Lenin'le, Gandi'yle, Mao'yla, Nasır'la yeni bir şekil aldı dünya...
Yüzyıl bittiğinde son kahramanlar, geride kan pahasına savunulmuş topraklar, hür yetişmiş kuşaklar, zaferler ve acılar bırakarak çekildi sahneden...
21. yüzyılın beşiğine gömüldüler.
***
Nicedir "ulu önderler", "milli şefler", "ölümsüz hakanlar", çıkmıyor tarihten...
Zorlu bir yüzyılı aşmak için eteklerine sarıldığımız "Muhteşem Süleyman"lar, "Karaoğlan"lar, "Başbuğ"lar, "Hoca"lar da yok artık...
Dünya, ata toprağını ancak en büyük düşmanının izniyle terk edebilen Arafat'ta, Amerika'yı dize getiren kolunu, bir basamakta kıran Castro'da, yitip giden bir kahramanlar kuşağının sonunu görüyor.
Çağımızın kahramanı, uğruna ateşe atılacağımız, kapısında nöbet tutacağımız, özlü sözlerini duvara asacağımız bir efsane değil...
Sıradan bir adam... Bizden biri...
***
Son kahramanlar gömülürken, kahramanlık da lağvedildi adeta...
Bir sözüyle kitleleri sokağa döken karizmatik önderler tüketildi.
Tapınma çağı bitti.
Sadece siyasette de değil bu; edebiyat da nicedir bir "İnce Memed" çıkmıyor. Beyaz perdede "Tarkan'lar, "Karaoğlan"lar görülmüyor.
Güçlü liderliğin yerini ekip ruhu, takım oyunu alıyor.
21. yüzyıl, yeni liderin mayasına altın yerine aleladeliğin harcını katıyor.
***
Sevinmeliyiz buna...
Ne mutlu bize ki, kahramanlara muhtaç değiliz artık...
Efsaneleri sorguluyoruz. Liderlerle aramıza mesafe koyuyoruz.
Hamasetten çok sağduyumuza güveniyoruz.
Liderimiz gücünü, kazandığı savaşlardan, döktüğü kanlardan, mucizevî reformlardan değil, uzak durduğu cenklerden, farklılıkları uzlaştırma yeteneğinden, denk tutabildiği bütçeden alıyor.
Kendini vazgeçilmez görenlere, her şeyi bildiğini öne sürenlere değil, alternatif üretenlere, uzmanlıktan yararlanmayı bilenlere ve elindeki gücü gönüllü bölüşenlere prim veriyoruz.
Kendimize çoban değil, koordinatör arıyoruz.
Ve kahramanca ölmek değil, insanca yaşamak istiyoruz.
Arafat'ı uğurlarken, adil bir dünya uğruna kendi hayatından vazgeçen kahramanlar kuşağını da saygıyla selamlıyoruz.
Onlar yolumuzu aydınlatarak bizi karanlık bir yüzyıldan çıkardılar
Ve bize sadece kahraman olmayı değil, kahramanlara muhtaç olmadan yaşamayı da öğrettiler.
CAN DÜNDAR( 22.03.2004)
İLGİLİ İÇERİK
NASRETTİN HOCA FIKRA ÖRNEKLERİ
FIKRA ÖRNEĞİ-TEK GERÇEĞİN PEŞİNDE
GEZİ YAZISI ÖRNEĞİ- KIRIKKALE'YE GİDERKEN
TEK GERÇEĞİN PEŞİNDE
Yazar, roman, hikâye, oyun yazarlığından söz ediyorum, gerçek avcısıdır. Fakat gerçek diye bir şey yoktur ki! En yalın görünen bir olayın ve en ufak özellik belirtisi vermeyen bir kişinin hatta iki dakikacığı içinde ne kadar kaypak ne kadar çeşitli ayrıntılar vardır. Bunların birkaçını değil bir tekini bile kaçırdınız mı gerçek, pır uçtu gitti demektir. Sizin avuçlarınızda kalan sadece tüylerdir, Zümrüdüanka kuşu değil.
Bayıldığım, bunun için de tekrarladığım bir anekdot vardır: Balzac -ünlü romancı- bir akşam, aralarında maliye nazırının da bulunduğu ahbapları ile sohbet ederken damdan düşer gibi: "Gerçeğe dönelim beyler, Eugenie Grandet (Öğeni Grande) kiminle evlenecek?" deyivermiş.
Belki de borsa fiyatlarını ya da enflasyonu konuşuyorlardı ve Eugeni-e Grandet, yazmakta olduğu romanın, kiminle evleneceğini, belki de evlenip evlenmeyeceğini henüz bilmediği kadın kahramanıdır. Ve elbette gerçek borsada, sebze halinde, enflasyonda değil orada, romandadır.
Tek Gerçek
Kısacası, gerçeği de edebiyatta gerçekçiliği de oldum olası küçümserim. Tek gerçek, yazarın yorumunda ve bu yorumun inandırıcılığındadır, kabul ettirebilişindedir.
Başarı da başka hiçbir şeye değil sadece buna bakar. Yazar, özellikle de romanın yazarı bir dünya kurar. Roman bunun için vardır ve kurduğu dünyayı bize gerçek diye sunmak için vardır. Bunun için de Küçük Prens gerçektir. Cyrano de Bergerac (Sirano dö Berjerak) gerçektir. Hamlet gerçektir, evet, onlar bile gerçektir. Bana ne bugün var yarın yok görüntülerden, anlam değiştirmeyecek olana bakarım ben. Çünkü besleyici olan, ışık tutan, yanılmayı önleyen odur.
Çeşitli milletler için yazılmış medeniyet tarihlerine bakıyorum, en önemli ve uzun bölümleri edebiyata ayrılmış. Başaran ve başarıya açık sosyal, düşünsel, politik hareketlere bakıyorum; edebiyata dayanmış hatta edebiyattan doğmuşlar, başlamışlar.
Sonra da dönüp düşünüyorum, neden?
İz Peşinde Avcı…
Neden olacak? İnsan gerçeğin peşinde dere tepe koşturan bir Zümrüdüanka avcısıdır da ondan. İnsan, o kuşun yakalanamazlığını sezip de iz soran, söyleyen bir izin peşinden giden bir avcıdır da ondan.
Edebiyat ve yazar mı? Aynı şey işte.
Bu yüzden sevmiyor muyuz romanları, hikâyeleri, oyunları, sinemayı? Bu yüzden değil midir bize hah işte yuvası Zümrüdüanka'nın dedirtebilen yazarlara bağlılığımız, övgümüz, saygımız? Nesiller ve nesiller bu avda hep çantaları boş döndüler; avcı masalları ile döndüler. Ama gene de nesiller ve nesillerce sürdüreceğiz bu avı. Ve iyi ki sürdüreceğiz.
(Tarık Buğra, Basından, 15 Aralık 1987)
İLGİLİ İÇERİK
NASRETTİN HOCA FIKRA ÖRNEKLERİ
FIKRA ÖRNEĞİ-TEK GERÇEĞİN PEŞİNDE
GEZİ YAZISI ÖRNEĞİ- KIRIKKALE'YE GİDERKEN
DÜŞÜNMEK-SEVİNÇ ÇOKUM
Şimdi hayatta olmayan değerli bir fikir adamımız “Biz düşünmeyen bir toplumuz, derdi... Tabii onun bu düşüncesi, ülkemizin Batıyla yapılmış bir kıyaslamasından doğuyordu... Bu hükmü daha çok da günümüzdeki gevşekliğe, kolaya, basite kaçan düşünme tembelliğine, taklitçiliğe, şekilciliğe, kalıplaşmaya bakarak veriyordu. Haksız da değildi. Düşünmek için sorumluluk, düşünmek için bilgi, düşünmek için istek, yetenek ve eğitim gerekli. Kısacası her işin başı sağlık ise her başarının temeli düşünmek...
Birçok hayati konuda geç kalışımız da düşünmeğe geç başlayışımızdan kaynaklanmıyor mu? Mesela çevre korumanın ne olduğunu yeni yeni anlamağa ve anlatmağa başladık. Çevre Bakanlığı, kayıplarımız telafi edilemeyecek şekilde büyüdükten sonra kuruldu. İşe artık Batıklar karışmağa başladılar da ondan sonra kafamıza dank etti. Bir taraftan çevreyi koruma tedbirlerini ararken, çevre gönüllülerini teşkilatlandırırken, bir taraftan da tabiatı bozmağa, çirkinleştirmeğe çalışıyor ve insanoğlunun sağlığı için kullanılamaz hâle getiriyoruz? Akıl almaz bir tezatlar ülkesi... Bugüne kadar kim bilir kaç hektarlık orman yok oldu, kaç çeşit şifalı ve denge unsuru bitkinin ve çiçeğin nesli tükendi, kaç kuş çeşidinin nesli köreldi, bilmiyoruz... Daha önce bunları tespit ettik mi ki kaybolduklarında ne olduklarını ortaya koyabilelim?
Geçenlerde bir radyo programında İzmir bölgesindeki el değmemiş yaylalardan, bu yaylaların halkın ilgisini çekecek şekilde değerlendirilip tanıtılmasından söz ediliyordu... Keşke kullanılır hâle getirilmese, el değmese de o canım yaylalar bilgisiz insanların, menfaat şebekelerinin kuracağı beton yığınlarıyla, havayı kirletebilecek unsurlarla mahvedilmese diye düşündüm...
1960-70 yıllarından bu yana süregelen büyük şehirlere göç hareketiyle ortaya çıkan çarpık şehirleşme ve sanayileşme problemleri, bugün ulaşılamayacak boyutlardayken hangi çevrecilik? Bu göçlerle kır kesiminin insanları, bugün geride artık hiç kimsenin oturmadığı metruk köyler bıraktılar... Uyum sağlamanın kolay olmadığını göze alarak doğup büyüdüğü, sevdiği, mutlu olduğu hayatını bir tarafa itip para kazanmak ümidiyle seçtiği büyükşehir hayatında mutlu olabildiğini de sanmıyorum... Şurası muhakkak ki ülkemizde insan hayatının ve insan geçmişinin hiç değeri yok. Geçenlerde Karaköy’de rastladığım mermer tıraşlayan yaşlı bir işçi de bu düşüncenin gerçekliğini ortaya koyuyordu. Adamda ne maske ne bir başka koruma aracı... Beyaz bulutlar misali mermer tozu içinde adam yavaş yavaş bir heykele dönmekteydi. Onu bu şartlarda çalıştıran veya ona bu korunmasız çalışmanın mahzurlarını öğretmeyen bir memlekette hangi çevrecilik? İçi dışı alçılaşan, mermerleşen bu adama başkaları değil kendisi de sahip çıkmadıktan sonra...
Bütün bunlar, düşünememekten kaynaklanıyor... İnsanımız önce düşünmeyi öğrenmeli... “Hayır, ben papağan değilim, benim de bir aldım var, ben sürü değilim, benim de bir kişiliğim var.” diyebilmeli. Erozyon sebebiyle Türkiye her yıl Kıbrıs Adası büyüklüğünde toprak kaybediyormuş. Bu, kimsenin umurunda değil. Oysa bazen bir karaçalı bile toprağı tutan değerli bir unsurdur. Bakın şair Ali Akbaş ne diyor “Karaçalı” şiirinde:
“Bir nisan sabahı iri bir gül, dalında kahkahayla sallanarak:
— Hey karaçalı, karaçalı! Bu dikenler niye, korunacak nen var ki senin? dedi.
Üzüntüden biraz daha karardı karaçalı... İçini çekerek:
— Sen yalnız kendi gülünü korursun gülüm, bense bütün bahçeyi, dedi.”
Sadece falan sokağı, filan kıyı kasabasını değil, ülkenin bütününü koruyabiliyorsak, o zaman çevrecilikten söz edebiliriz.
Korumamız gereken yalnız çevremiz mi? Bir de kültür değerlerimiz var... İnsanın emeğiyle, insanın düşüncesiyle ortaya çıkmış... Geçenlerde bir tiyatro-sinema İkilisinin programında, Fuzulî ve onunla birlikte divan edebiyatı alaya alınıyor, küçümseniyordu. Sığ düşünmenin, tipik bir örneği. Günümüz şairleri dururken Fuzulî’yi anlamağa ne gerek varmış? Bu ikili ayrıca Fuzulî’nin Hz. Muhammed i anlattığı ve övdüğü şaheseri “Su Kasidesini” de karalamağa çalışıyordu. Hiç Shakespeare (Sekspir) için bir İngiliz, Canım o 16-17. yüzyılda yaşamış, çok gerilerde kaldı artık. Shakespeare’i unutalım gitsin, biz bugüne bakalım, bugüne!” der mi? Demez elbette. Demediği gibi onunla kabara kabara övünür. Eğer Fuzulî ye Batılılar sahip çıkarsa bizim “enteller” de düşünmeğe, Fuzulî’nin edebiyatımızdaki yerini anlamağa başlarlar belki. Nasıl ki mimaride Sinan’ın adı büyükse ve o ada saygı duyuyorsak edebiyatımızda da Fuzulî aynı durumdadır. Bir yeni değeri kabul etmek için eskisini reddetmek mi gerekiyor?.. Bunun muhakemesi ne zaman yapılacak? Düşünmeğe başlayınca elbette...
21. asrın Türk asrı olacağından söz ediyoruz. Ama geçmişini reddeden, geleceğini koruyamayan milletlerin yükseldiği ne zaman görülmüş? Çevremizi koruyalım, tabiatı ve kültürümüzü koruyalım. Bunu, düşünmesini öğrenmekle gerçekleştireceğiz.
Sevinç ÇOKUM, Güzde Bahan Karınca
İLGİLİ İÇERİK
NASRETTİN HOCA FIKRA ÖRNEKLERİ
FIKRA ÖRNEĞİ-TEK GERÇEĞİN PEŞİNDE
GEZİ YAZISI ÖRNEĞİ- KIRIKKALE'YE GİDERKEN